Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Kara kutu

Kimisi “kara kutu”, kimisi de “medeniyet harikası” olarak tarif eder gördükçe televizyonu. Çağımızın vazgeçilmezleri arasındadır birçoğumuz için. Zamanın en ilginç iletişim ve eğitim aracı olan televizyon iyi, fakat daha çok kötü yönüyle hayatımızın has bir köşesine yerleşmiş olması şüphesiz acı bir hakikattir.

Ne yazık ki bu âletin çoğumuza yararından fazla zararı dokunmaktadır. Çevremizdeki televizyon müptelâsı olmuş insanları gördükçe, televizyon tiryakiliğinin doğurmuş olduğu vahim sonuçları çoğumuz görüyor ve insanlık için büyük bir tehlike olduğu hakikatini kabul ediyoruz. Bu yüzdendir ki, nobel sahibi Mısırlı yazar Necib Mahfuz der: “Beni her şeyden çok korkutan iki konu var: Uyuşturucu ve televizyon. Geleneklerimizin ve kültürümüzün baş düşmanları bunlar. Bütün dünya için tehlike arz ediyor ikisi de.”

Gerçekten de, televizyondan daha iyi bir sakinleştirici, uyuşturucu olabilir mi? Hiç düşündük mü peki bunu?

Tehlikenin dışardan geldiğini zannedip, kendimizi ve ailemizi, dıştan gelecek olan tehlikelere karşı koruma altına alıp, iç güvenliği temin ettiğimizi düşünmek ne kadar büyük bir yanılgı aslında. Hasmımız hemen yanıbaşımızdayken, hatta ailemizin, yuvamızın, evimizin içindeyken, tehlikeden uzak olduğunu düşünenler, neyi, nerede yanlış yaptık diye hayıflanan anne babalar, gençliğini hebâ edip, yılların muhasebesini yapan ihtiyarlar, nedendir ki acaba evin baş köşesinde oturan o “kara kutu”yu hiç hesaba katmazlar?

Bu açıdan “Tuhaf şey! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar; sonra da televizyonlarını açıyorlar” ifadesi çok düşündürücü…

Ahlâk dışı hayat tarzı sahnelenerek, mânevî değerlere yer verilmeyerek, aile saadeti, birlik ve beraberliği tehdit eden televizyon, toplumsal, ahlâkî ve dinî değerlerimize saldırmakla beraber, sorumsuz ve fikirsiz, değersiz ve prensipsiz bir neslin yetişmesine vesile oluyor.

Çok uzaklara değil, kendi hayatımıza bakarak başlarsak, televizyonun hayatımızın bir köşesine yerleştiğini, hatta hayatımızı yönlendirdiğini görür ve acı acı tebessüm ederiz. İnsan kalbi her zaman tesir altında kalmaya müsait yaratıldığından, ara sıra veya sıkça izlediği filmlerden ve dizilerden ister istemez etkilenir ve bu etkilenme hali arttıkça, büyük bir ahlâkî tahribata yol açar. Ve çoğumuz, bir saat ekranın başında oturmanın ve pembe bir dizi izlemenin zihnimizde, kalbimizde ve ruhumuzda bıraktığı izleri ve bu izler dogrultusunda şekillenmeye başlayan hayatımızın, böylece değişmeye başladığını fark edemeyiz. Çünkü bu değişim çok yavaş gerçekleşir.

Başta hiçbir mahzuru olmadığını düşünerek ve “Ben irademe sahibim” diyerek kendimizi kaptırdığımız televizyon bizde bir bağımlılık oluşturur. Ve artık akşam sekizde ne olursa olsun ekran başında olmanızı gerektiren bir pembe dizi vardır.

Yani fark etmeden değişmeye başlamıştır yaşantınız. Yaşantımızla beraber, fikirlerimiz, düşüncelerimiz ve hatta arzu ve emellerimiz... İstidat ve kabiliyetler körelmeye başlar. Çünkü artık ekranın o “büyüleyici cazibesi” sizi tümüyle etkisi altına almıştır. Hafızamızın ve zekâmızın yavaş yavaş zindeliğini kaybetmeye başladığını, beynimizin uyuştuğunu ve hatta adım adım aptallaşmaya başladığımızı fark ederiz bir zaman sonra. Artık çevremizdeki insanlarla yaptığımız en önemli sohbet konusu, akşamları ne pahasına olursa olsun kaçırmadığımız, en sevdiğimiz dizi ve o dizideki en sevdiğimiz karakterler olmaya başlamış.

İlgi alanımız kısıtlanmış ve bu “koca dünyaya sığmayan insan, bir zerreye yerleşmiştir adeta”.

Saatlerce ekranın başında oturarak zamanımızı öldürerek, basitleşmeye başlarız ve fikir üreten, çizen, bozan, silen düşünce mekanizmamıza birileri bir çomak sokmuştur. Ve basitleşmeye, günü birlik yaşamaya başladığımız anda, asıl tehlike başlamıştır. Ve bu sayede okuma arzusu da yok olmaya başlar. Bilgisizleşir insan. Bilgisizleşen itilip, kakılır. Alınıp, satılır. Güdülür; parçalanır, yutulur. İstediği an, karşı fikirler geliştiremez, çünkü ancak okudukları ölçüde boyunduruktan kurtulur insan.

Fikir üretip, geliştirebilmeyi sağlayan okuma özelliğini yok eden televizyon ise, insanları güdümlü birer köle gibi, onların üzerinde hâkimiyet sağlar. İradesi zayıf şahsiyetler böylece hürriyetini kaybeder. Bir yazarın ifadesiyle, “Çoğumuz rehineyiz. Elimiz, kolumuz bağlı bir vaziyette olup biteni izliyoruz. Utanç verici bir çaresizlik ve hareketsizlik içindeyiz. Hepimiz medyanın rehinesiyiz. Stratejik mevkimiz, televizyonun karşısındaki koltuğumuz. Ve her an bombardımana hedef oluyoruz. Ortada ne savaş mantığı var, ne de barış mantığı… Yalnızca grotesk bir gösteri”….

Bu acı hakikati çok güzel tarif eden bu cümlelerin ucu, aynı zamanda ekranların arkasındakilere de dokunuyor. Bize şekil vermek isteyen, bizi bir kalıba sokup, kukla gibi elinde oynatan ekranın arkasındakilerden hiçbiri eminim ki, bizim gibi ekrana bağlı değildirler. Şüphesiz hem kendilerini, hem de çocuklarını bu illetten uzak tutma gayreti içerisindedirler.

Evvelâ bir dünya imajı çiziliyor, akabinde çizilen bu imaj hakkında ne düşünülmesi gerektiği kitlelere empoze ediliyor. Yani daha net bir ifade ile, ne düşünmemiz gerektiğini, hangi konuda nasıl bir fikir yürütmemiz gerektiğini bize bir avuç insan tarif ediyor.

Buna müsaade eden herbirimiz ise, dünyayı yönlendiren, ekran arkasındaki bu bir avuç insanın mahkûmuyuz. Böylece irademiz onların elinde. Fikrimiz onların fikri. Meyillerimiz onların istediği doğrultuda. Biz insanız. Fikriyatımız var. Başkaları tarafından yönlendirilmek, izzetimize dokunmalı...

Tuğba Aktaş

04.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri