Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yasaklarla sorunları nasıl çözeceğiz?

Bir süre önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı DTP’nin, “devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin” odağı haline geldiğini ve bu nedenle “temelli kapatılmasını” istemişti. Ayrıca bu yöndeki “beyan ve faaliyetleri”nden ötürü 221 DTP’li hakkında 5 yıl süreyle siyasi yasak getirilmesini de talep etmişti.

Dün bu talepleri yineledi.

Bu 221 kişinin arasında DTP’li birçok milletvekili var.

Bir mekanizma tetiklenmiş bulunuyor…

Peki bunun manası nedir?

DTP kapatılırsa Kürt sorununda yol mu alınmış olacak?

Yeni bir siyasi parti kurulmayacak mı?

DTP’siz bir Meclis’te Kürt sorunu açısından nasıl yol alınacak, “temsil-meşruiyet ilişkisi”nin olmadığı bir düzende, sivil siyasi çözüm söz konusu olduğunda bu sistem kimi karşısına muhatap olarak alacak?

221 kişiye getirilmek istenen yasak, şu anda siyaset yapan DTP milletvekilleriyle yakından ilgili…

Onlara yasak getirildiği durumda, aslında halkın oylarıyla gelen kişilere, belli bir siyasi partiye, belli bir yöreye siyaset yapamazsın denmiş olacak, belli bir soruna siyaset yasağı gelecek…

Bu ülkede muhtemelen Güneydoğu kökenli olup DTP milletvekilleri gibi davranacak, onların dile getirdiği talepleri dile getirecek binlerce insan vardır.

Bu durumda yasaklayan mantık nereye varır?

Bu insanların ya da bir kesimin tümüne siyaset yasağı gelmesine mi?

Elbette ortada yargıyla ilgili bir sorun var.

Bu sorun bir ölçüde yargıçların ve savcıların zihniyetiyle, yasaları yasakçı bir şekilde değerlendirmeleriyle ilgili…

Ancak aynı zamanda sorun “yüksek yargının ideolojik dokusuyla, bu düzeye seçilen yargıçların siyasi tutumları”yla ilgili…

Nitekim daha birkaç gün önce Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, Türkiye’nin sırtında bir leke duran başbakan ve bakan idamlarını adeta onaylar tarzda açıklamalar yapmıyor muydu? 27 Mayıs ihtilali için devrim tanımlaması getirmiyor muydu?

Nitekim yine önceki gün, Danıştay 8. Dairesi, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, “başörtüsünün yükseköğretimde serbest bırakılmasını öngören değişikliklerin yapıldığı Anayasa’nın 10 ve 42. maddelerine göre uygulama yapılabilmesi için ayrıca bir kanuni düzenlemeye ihtiyaç bulunmadığına” ilişkin rektörlüklere gönderdiği yazıyı “genelge” olarak kabul ederek, oy birliği ile yürütmesini durdurdu.

Bu karar doğrudan doğruya Anayasa değişiklikleriyle ilgili kanaat belirtmese de, yaşanan anayasal süreçle gibi sübjektif bir yargıç tutumunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Gerek DTP’nin kapatılması konusunda gerekse Danıştay’ın kararında vurgulaması gereken şudur:

Danıştay ve Anaya Mahkemesi sıkça Türkiye’de siyasi karar alma sürecinin belli bir eğilimi temsil eden parçaları haline gelmiş bulunuyorlar.

Bu açıdan bakıldığı zaman sorun sadece yargıyla değil, tüm bir sistemle ilgili olarak karşımıza çıkar.

Her türlü siyasi sorunu yargıç önüne taşıyan bir siyasi düzenden söz ediyoruz demektir.

Dahası birçok sorunda siyasi kararı yargıçların aldığı bir yapıdan söz ediyoruz demektir.

Bu demokrasiden farklı bir şeydir…

367 hadisesi pek eski değil.

Anayasa Mahkemesi toplantının açılması için yeter sayısını 367 ilan ederek, Cumhurbaşkanı’nın üçüncü turda seçilme için yeterli oy sayısının üze-rine bile çıkmıştı. 367 kişiyle açıl, daha azıyla seç…

Türkiye bu istikamette ilerlese bu işten en büyük zararı yargı ve adalet duygusu görecek…

Yasaklar ile yargı arasında doğrudan bir ilişki ortaya çıkacak…

Ve insanlar bunu bırakın başkalarına kendilerine anlatmakta bile zorlanacaklar…

Yeni Şafak, 13.3.2008

Ali Bayramoğlu

14.03.2008


 

Bayan Çölaşan yalan söylüyor

Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, 27 Mayıs güzellemesi yapmış!

“Devrim” demiş, “Çok güzel oldu” demiş, “Her yerde çiçek açtı” demiş...

Demiş de demiş...

Bence bunda şaşılacak bir şey yok.

Darbeler arasında tercih yapmak, 27 Mayıs’a methiyeler düzmek, 1950’nin “karşı devrim” olduğunu öne sürmek...

Bu memlekette ilk kez karşılaşılan bir durum değildir.

Memleket gerçeğidir, o kadar...

Ancak...

Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, 27 Mayıs güzellemelerinin arasına, “Menderes ve arkadaşlarının asılması tüm yurtta coşkuyla karşılandı” diye bir cümle sıkıştırmış ki...

İşte buna şaşmak gerekir...

En azılı “Menderes düşmanları”nın bile, “Oh be! Ne de güzel asıldılar” şeklinde en küçük bir coşku belirtisi göstermediklerini hesaba katarsak...

Bir hukuk kadınının, “sıfır insani yaklaşım” ve müthiş bir kayıtsızlıkla “İdamlar coşkuyla karşılandı” demesini yadırgamak boynumuzun borcudur.

Yürek katılaşmasının bu kadarına “pes” deriz.

* * *

Ama tabii ki bu kadarla yetinemeyiz...

Çünkü ortadaki tek sorun “yürek katılaşması” değildir...

Tansel Çölaşan, “Halkımız idamları coşkuyla karşıladı” diyerek yalan da söylemektedir.

Zira birçok olumsuz özelliğe sahip olan halkımız, çok şükür, “asılarak öldürülmüş insanlar”ın arkasından coşkuya kapılacak kadar da canavarlaşmış değildir...

Kanıt mı?

Hemen sunalım...

Üstelik Tansel Çölaşan’ın da “fevkalade sahih” bulacağı bir kaynaktan...

Gazeteci-Yazar Cüneyt Arcayürek’in kaleminden...

Bakın Cüneyt Arcayürek, idamların halkımız tarafından nasıl karşılandığına dair neler yazmış?

* * *

“Zorlu ve Polatkan’ın ipte sallanırken, sehpaya giderken çekilmiş fotoğrafları, bütün gazetelerde boy boy yayımlandı...

O fotoğrafları bir tek gazete yayımlamadı: Hürriyet.

Hürriyet, Adnan Menderes’in ipte sallanırkenki resimlerini de yayımlamadı...

Halk, evet sessizdi, durgundu...

Hiçbir gösteri, hiçbir eylem girişiminde bulunmadı.

Halkımız duygularını, düşüncelerini, 27 Mayıs’ın sonunu bağlayan olayları tek bir davranışla simgelemişti...

Şöyle bir olay:

Hürriyet’e yurdun çeşitli yörelerinden akan haberler, Menderes’in sehpada sallanan resimlerini yayımlayan gazetelerin halk tarafından ateşe verildiğini yansıtıyordu.

Hürriyet ise üzerinde yazılı fiyatın birkaç katıyla kapışılmıştı.

Bu denli anlamlı, duygusal ve görkemli bir halk tepkisi, belki hiç yaşanmamıştı. (...) ”

(Cüneyt Arcayürek açıklıyor: 4 Yeni Demokrasi, Yeni Arayışlar, Bilgi Yayınevi)

Hürriyet, 13.3.2008

Ahmet Hakan

14.03.2008


 

İdam coşkusu

Danıştay Başsavcısı 8 Mart Kadınlar Günü’nde fevkaláde anlamlı ve hakikaten tarihî bir konuşma yaptı. Öyle, çünkü, tek parti dönemi özlemini ve demokrasi karşıtlığını bu kadar içtenlikle ve inançla dile getiren bir konuşma pek az bulunur.

Ama bu konuşma, argumentum a contrario yoluyla, Türkiye’de demokrasinin gelişmesine yapacağı katkı nedeniyle ülkemize büyük bir hizmettir de. Onun için, bence, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanlık kürsüsünün arkasındaki ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ vecizesini indirip onun yerine, ibretlik olsun diye, sayın Başsavcı’nın bu konuşmasını çerçeveletip asmak gerekir.

Malum, Danıştay Başsavcısı söz konusu konuşmasında 1960 darbesini -kınamak şöyle dursun- can u gönülden savunuyor ve bu arada Menderes ve arkadaşlarının idam edilmeyi hak ettiklerini anlatıyor. Başsavcı’ya göre, 27 Mayıs aslında darbe değil ‘meşru’ bir devrimmiş. Çünkü ‘ordu’yu ‘bir şeyler yapma’ya toplum davet etmişmiş ve darbenin ardından ‘toplumsal dönüşüm’ olmuşmuş. Ayrıca, halk idamları büyük bir coşkuyla karşılamışmış. Nihayet, idamların ardından ‘çok güzel bir cumhuriyet dönemi’ gelmişmiş.

Bu konuşma sadece bol miktarda bilgi ve değerlendirme yanlışları içermiyor; aynı zamanda konuşmacının hakkaniyet duygusundan ne derece uzaklaştığını da gözler önüne seriyor. Ben bu yazıda konunun bu yönleri üstünde durmayacağım. Ama bilgi meselesinde -aynı konuşmada halkın bilgisizliğinden de yakınan- sayın Başsavcı’ya, üzerinde konuştuğu döneme ait bilgilerini ciddî kaynaklarla test etmesini salık veririm.

Asıl üzerinde durulması gereken Başsavcısı’nın zihniyet dünyasının şifreleri. Bu konuşma zaten kendisinin nasıl bir Cumhuriyet tasavvur ettiğini sembolize eden çok anlamlı ifadeler içeriyor: ‘tek kurtarıcı ordu’, ‘devrimleri yaşatacak düzgün kadrolar’, ‘çok güzel bir cumhuriyet dönemi’, ‘orduya toplum görev verdi’ gibi. Şunlar da fena değil: ‘Cumhuriyete ihanet’, ‘paçavralar içinde oturan Said Nursi’.

En çarpıcı olanı da Menderes ve arkadaşlarının idamını toplumun coşkuyla karşıladığı ifadesi. Eminim pek çok kişi sayın Başsavcı’nın hangi ‘toplum’dan bahsettiğini merak ediyordur. Öyle sanıyorum ki bu toplum, orduyu ‘tek kurtarıcı’, çok-partili demokrasiyi ise ‘Cumhuriyete ihanet’ olarak gören, halkın bir türlü iktidara getirmediği ‘devrimleri yaşatacak düzgün kadrolar’dan oluşan ve Menderes ve arkadaşlarının katlinin ‘çok güzel bir cumhuriyet dönemi’ni başlattığını düşünen cemaattir.

Kısaca, militarist bir cumhuriyet özleminin tipik bir örneğini oluşturan bu konuşma, resmî-ideolojik söylemde ikide bir ‘karşı devrim’ diye şikáyet edilen şeyin aslında özgürlük ve demokrasiden başka bir şey olmadığını çok iyi anlatmaktadır.

Başsavcı’nın bu darbe övgüsünün onun ‘hukukçu’ kimliğine yakışmadığı söyleniyor. Doğrudur, ama daha da vahimi var: Başsavcı konuşmasına, bazı öğrencilerin bir başbakanın idam edilmesini vahşice bulmalarını yadırgadığını belli ederek başlıyor ve muhataplarına onların aslında neden idam edilmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor.

Yani, siyasî gerekçelerle adam öldürmenin vahşet olarak görülmesini yadırgayan ve bunu gayet soğukkanlı bir biçimde meşrulaştırma gayreti içinde olan bir kişi ile karşı karşıyayız...

Başka bir şey söylemeye hacet var mı?...

Star, 13.3.2008

Mustafa Erdoğan

14.03.2008


 

Demirel, irtica ve laiklik

‘İslâm’ın getirdiği ana kaidelerle, hukukun üstünlüğüne dayanan anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur.’

‘Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır(...) Allah’ı bilen, Kur’ânı bilen, Peygamberi bilen insanlardan bir kötülük gelmez.’

‘... Halbuki Müslümanlık Cumhuriyet’in temelinde var(...) Türkiye Cumhuriyeti’nde başbakanlık arabasıyla cuma namazına giden ilk adam benim(...) Bugün Türkiye’yi bir arada tutan en büyük bağ, millet bağı olarak söylüyorum, Müslümanlıktır.’

‘İrtica tartışması yanlış yapılıyor. TC kanunlarında irtica diye bir suç yoktur. (...)

İslâm’ın içinde irtica aramak yanlıştır. Din ve dindarlardan korkmak yanlıştır.’

‘İslâm’ın icaplarına daha çok sarılma ihtiyacını gençlerimizin duymuş olması, geleceğimizin teminatıdır. Nihayet, bu milletin çocuklarının kendi dinlerinin icaplarına uymalarını yadırgamanın mânâsını anlamam. Uymaları tabiîdir, uymalarını yadırgamak, bence, izahı kabil olmayan bir durumdur.’

İslâmiyet hem dünyayı tanzim etmiştir, hem âhireti.’

‘Aslında, 1924 Anayasas’ında da ‘Türk devletinin dini, din-i İslâmdır’ denildiğine göre, o günkü devlet de bir İslâm Cumhuriyetidir. ‘Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyet elden gidiyor’ şeklindeki beyanların, bence, iyi bakıldığı zaman tutarlılığı yoktur. Atatürk’ün kurduğu devlet laik devlet değildir. İslâm devletidir.’

‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu bir semavî kitap değil ki. Şayet Kur’ân kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhid-i Tedrisat kanunudur.’

‘TC yokken Müslümanlık vardı. Aslına bakarsanız TC’ni var eden, ayakta tutan da Müslümanlıktır. 21 Nisan 1920’de Atatürk’ün gönderdiği tamim var. TBMM’nin açılmasından iki gün önce. ‘Buharî-i Şerifler okunsun, salâvat-ı şerife getirilsin, mevlid okunsun, Kur’ân kıraat edilsin’ diye.’

‘Temelinde ahlâk, temelinde manevî değerler manzumesi mevcut olmayan memleketlerin, temelinde inanç mevcut olmayan memleketlerin büyük sıkıntılara düştüğünü tarih göstermiştir.’

‘Nüfusunun yüzde 90’ı Müslüman olan bir memlekette dinî tedrisat kadar tabiî bir şey olamaz. Ancak, birçok çevreler, Türkiye’de Allah’ın adı ağızlara alınırsa, irticaya mı kayıverir diye endişeyle düşünmüşlerdir’(...) ‘İrtica tehlikesi vardır diye kimi tehlike sayıyorsunuz? Camiye giden, namazında niyazında olan insan tehlike sayılır mı?’(...) Eğer dindarlığı tehlike sayıyorsanız, günah işliyorsunuz ve vebal altındasınız. İnsanlığın temel haklarına tasallut ve tecavüz halindesiniz.’

‘Her müdahale öncesinde bu iddialar yapılmıştır. 1960 öncesinde, 71 öncesinde, 80 öncesinde yapılmıştır.’

‘Bence Anayasa Mahkemesi’yle başörtüsü olayını ayrı mütalâa etmek lâzım(...) Aslında üniversite yönetimleri de hiçbir mesele yapmadan bunu halledebilirdi(...) Benim söylediğim şu oldu: Serbest bırakalım. İsteyen bağlasın, isteyen açsın (...) Bağlamayana karışılmadığı gibi, bağlayana da karışılmasın.’

‘Cumhuriyet’in ilk yılları, daha sonra dalgalanan devirler, bir miktar ifrattan tefrite gitmiştir. Bir uçtan öbür uca gitmiştir. Cemiyet hayatını hem dünya meselelerinden hem ahiret meselelerinden tecrit etmek mümkün değildir.’

‘İmam hatip okullarının gayesi sadece din adamı yetiştirmek değildir. Dini bilen Türk vatandaşları doktor, mühendis, hâkim olsa, daha iyi değil mi?’

‘... Kur’ân bizim hayatımızın rehberi olmuştur. Yol göstericimiz olmuştur. Devlet hayatımızda da, devletimizi idare edenlere Kur’ân’daki hakikatler yol göstermiş, yön vermiştir.’

‘Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün, Ona niye karışılıyor? Başörtüsünün laiklikle bir ilgisi yoktur. Kanunların yasaklamadığı bir kıyafettir(...) Zaten bunlar denenmiş, örtülerin ve diğer kıyafetlerin kaldırılması denenmiş, Kaldırılabilmiş mi?’

* * *

Değerli okuyucular, bütün bu sözleri Süleyman Demirel’in, 1991’de Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı olarak çıkan ‘İslâm, Demokrasi, Laiklik’ adlı kitabından iktibas ettik.

(...)

Demirel, 67 yaşındayken yayınlanan kitabının tam 7 yerinde, “Türkiye’de herkes göğsünü gere gere ‘Ben Müslümanım’ diyebilmelidir” ifadesini kullanıyor.

Sorarım size, Demirel’in bu dediklerinin birini Başbakan Erdoğan söylemiş olsaydı, nasıl tepki alırdı?..

Radikal, 13.3.2008

Hasan Celal Güzel

14.03.2008


 

Ku Klux Klan’dan Rosa Parks’a ve türban dışlayıcılığına

Hilmi Yavuz’un Sultan Murad’ı sorar: “bedreddin yaşıyor mu hâlâ?” Beyazıd Paşa yanıtlar: “gün akşamlıdır devletlim/elbet biz de ölürüz”.

Günümüzün “devletli” dışlayıcılarının, Ayhan Aktar’ın “pusu kültürü”nde yaşayanların zaman ufku ne ola? Ya da, bu kadar bilimsellik lâfı edilirken, sonsuz değişim nosyonları? Okumuşlar mıdır Nâzım Hikmet’i:

Ve büyük lâciverdi bahçede

başsız ve sonsuz

ve durup dinlenmeden

devranı rakkaselerin...

Amerika’da da ırk ayırımını ezelî ve ebedî sananlar vardı. Ne ki, tek tek cesur çıkış, meydan okuyuşlarla başlayan Civil Rights (Yurttaşlık Hakları) hareketi, 1955-68 arasında rüzgâr gibi esti ve toplumu kökten değiştirdi. Önemli bir dönüm noktası, Rosa Parks’ın eylemiydi. Alabama, Arkansas, Mississippi -bu eyaletler “Derin Güney”in kalbiydi. Alabama’nın Montgomery kentinde, otobüslerin ilk dört sırası beyazlara mahsustu. Müşterinin yüzde 75’ten fazlası ise siyahtı ve (Ray filmindeki gibi) Colored tabelasının ötesinde oturması gerekiyordu. Bu tabela otobüsün doluluk oranına göre öne ve arkaya da kaydırılırdı. Çok beyaz binerse ilk dört sıradan geriye taşabiliyorlardı. O zaman ortalarda oturan siyahlar yerlerini beyazlara verir, icabında ayakta kalır, hattâ otobüsten indirilirdi. Kazara önden binen herhangi bir siyahın (ilk dört sıradaki beyazlar için “görüntü kirliliği” yaratmamak ya da aralarından geçip onları “rahatsız” etmemek uğruna) parasını ödedikten sonra inip arka kapıdan binmesi istenirdi. Bu arada yüreği nasırlı beyaz şoförün kasten çekip gittiği, çok sayıda siyah yolcuyu kaldırımda bıraktığı da oluyordu.

(Not 1: “Beyaz Türk” orta sınıfların, Atatürkçülük adına destekledikleri askerî-bürokratik kompleksin, onun bir parçası olarak bazı rektör ve YÖK üyeleri ile ÜAK’ın bir kısmının, yüksek öğrenimde kılık kıyafet özgürlüğüne karşı çıkışında, kendi estetik ölçülerine uymayan türban ve benzeri giysileri “görüntü kirliliği” gibi görmelerinin payı yok mu?)

Montgomery’nin yerlisi, 1913 doğumlu Rosa Parks’ın, her türlüsü gelmişti başına. 1943’te bir gün, bindiği otobüsün sürücüsü James Blake inip arka kapıdan tekrar binmesini istemiş; bu arada Rosa düşürdüğü çantasını eğilip almak isterken kazara bir “beyaz yeri”ne oturduğundan şoför büsbütün sinirlenmiş; gaza basıp fırlamış ve Rosa’yı yağmur altında sekiz kilometre yürümek zorunda bırakmıştı.

Rosa Parks’ın 1 Aralık 1955 günü bindiği otobüsün de şoförü, tesadüf, aynı James Blake’ti. Rosa fark etmemişti gerçi; otobüsün ortalarında, Colored tabelasının hemen ardındaki ilk sıraya oturmuştu. Ne ki, daha üçüncü durakta bütün “beyaz yerleri” dolmuş ve birkaç beyaz ayakta kalmıştı. James Blake geldi ve ortalardaki dört siyaha “Haydi, yaylanın bakalım” dedi (Y’allbetter make it light on yourselves). Diğer üçü kalktı; Rosa Parks kalkmadı. Sonraki mülakatlarından birinde Rosa, uyanlara rağmen bir kere daha sinip geri çekilmemesini “Artık bir insan ve bir Montgomery, Alabama vatandaşı olarak haklarımın neler olduğunu bilmek zorundaydım” diye açıklayacaktı.

(Not 2: Bizim “zencilerimizin -Kürtlerin, “azınlık” denenlerin, tehcir ve katliam kurbanlarının, eski komünistlerin ve yeni radikal-sol aydınların, insan hakları mağdurlarının, bütün kadınların ve diledikleri gibi giyinip okuyabilmek isteyen Müslüman genç kadınların- “artık bir insan ve T.C. vatandaşı olarak haklarımızın ne olduğunu bilmek zorundayız” dediği noktaya mı geldik acaba?)

Bunun üzerine James Blake polis çağırdı ve Rosa’nın tutuklanmasını istedi. Tutuklattı da. Sonrası... Başta Ralph Abernathy ve Martin Luther King Jr. olmak üzere bütün önemli siyah önderler ve Yurttaşlık Hakları örgütleri Montgomery’ye toplandı. Büyük bir otobüs boykotu örgütlendi. Katılım ve kamuoyu desteği çığ gibi büyüdü. Arabalar yolcusuz kaldı. Önce bir yerel yargıç, sonra Yüksek Mahkeme, toplu taşım araçlarında ırk ayırımının kaldırılmasını onayladı.

(Not 3: James Blake 2002’de, Rosa Parks 2005’te öldü. İnternette dolaşın; haklarında yazılanlara, ansiklopedi maddelerine bir bakın. İnsanlık James Blake gibi bir ırkçı-dışlayıcıyı nasıl, Rosa Parks’ı nasıl hatırlıyor?)

Taraf, 13.3.2008

Halil Berktay

14.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri