Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Avrupa gündemine dönüş

Avrupa Birliği Genel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp, Avrupa müktesebatına uyum çalışmalarının bir dönüm noktasına geldiğini söylerken, aslında bunun köklü bir karar noktası olduğunun altını çiziyor.

Türk ve Britanya dışişleri bakanlıklarının katkılarıyla İstanbul’da düzenlenen Wilton Park toplantısında uzmanlar Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini derinlemesine tartıştılar.

Türkiye’nin katılım sürecinin, Avrupa Birliği’nin değişim dönemi ile çakışması sonucu yaşanan ciddi sorunları aşmak için her iki tarafta da yapılması gerekenler üzerinde duruldu.

Birbirini suçlayarak, kabahati birbirine atarak bu sürecin ilerlemesi için çaba harcanmazsa, her iki taraf da bir şey kazanmayacak, hatta kaybedecek.

AKP’nin Avrupa Birliğine dönüş sinyalleri bu açıdan önemli. Şu anda, bunun dışında her tarafın kazanacağı başka hiçbir “kazan- kazan” formülü yok.

* * *

AKP hükümeti, Kıbrıs nedeniyle işler tıkandığında, “biz AB müktesebatına uyum için gereken reformları yapacağız, bunları Avrupa için değil kendi halkımız için yapacağız” sözünü bir türlü tutmadı. Hep erteledi.

Müzakereler sırasında bazı başlıklar açıldı, ufak tefek adımlar atıldı ama Büyükelçi Oğuz Demiralp’in işaret ettiği “değişim reformları”na bir türlü sıra gelmedi.

AKP Avrupa Birliği gündemine öncelik verecekse eğer, bu soruyu hem kendine, hem herkese sormalı: Türkiye değişim istiyor mu?

Örneğin iş dünyası, Avrupa Birliği kriterlerine uygun şeffaf bir rekabet ortamına uyum sağlayabilecek mi?

Çünkü sıra ona geldi, rekabet yasaları değişecek.

Bunun gibi, düzeni temelden sarsacak, şeffaflaştıracak çok temel adımlar da var sırada. Sayıştay yasasının düzenlenmesi örneğin. Türkiye toplumu soru soran ve hesap veren bir toplum olmaya hazır mı?

AKP, kapatılma davasıyla ilgili tavrını belirlerken, anayasayı adım adım düzenlemelerle revize etme yaklaşımının yarar sağlamayacağını görmeye başladı.

Bu yöntemin adı salam politikasıdır. Bir sorunu dilim dilim çözeceğinizi söyler, işinize gelen adımı atar, gelmeyin erteleyebilirsiniz. Uzlaşmaları baştan reddeden bu yöntem, süreci kendi iradesi doğrultusunda biçimlendirmek isteyen dayatmacı zihniyeti yansıtır.

Önce Cumhurbaşkanı, ardından türban ve şimdi de parti kapatmaların zorlaştırılması girişiminden vazgeçileceği işaretleri geliyor.

Reformları kucaklayan bir sürecin ilk işaretlerini Dışişleri Bakanı Babacan da, bu hafta başında Wilton Park’ta yaptığı konuşmada ortaya koydu.

Her ne kadar kendisine sorduğum zaman, “Bu benim görüşüm, partide henüz konuşmadık” dediyse de Başbakan’ın İsveç ziyareti sırasındaki açıklamaları da bu yöndeydi. Dün gazetelerde de yer aldı.

Babacan, “Avrupa Birliği reformlarına öncelik vereceğiz” dedi “sadece parti kapatmaların zorlaştırılmasına odaklanmayacağız, daha geniş kapsamda reform adımları atacağız.”

* * *

Tabiî, hakkında kapatılma davası olan bir parti ve kadronun bu adımları atması, reformlar için gerekli uzlaşmaları sağlaması bugün artık, önceki güne göre daha zor. Ama Avrupa Birliği’ne geri dönüş, herkes için en iyi seçenek.

Çünkü bu seçim, dar parti çıkarları değil, Türkiye’nin çıkarları için mücadeleye öncelik vermek anlamına geliyor.

Ama şimdi AKP gerçekten böyle bir dönüş yapabilir mi?

Yoksa, bir yıldır değiştirme sözü verdiği 301’de olduğu gibi yine bir geçiştirme, sakinleştirme formülüyle mi karşı karşıyayız?

Hürriyet, 4 Nisan 2008

Ferai Tınç

05.04.2008


 

Demokrasi sorunu çözülmeden, aş ve iş sorunu da çözülmez!

Türkiye yine patinaj yapmaya başladı. Geriye de gidebilir. Ne yazık ki öyle.

Çünkü her şeyin başı olan siyasal istikrar hızla bozulmaya başladı. AKP’yi kapatma davasıyla birlikte uç veren kriz ortamında artık kimse önünü göremiyor.

Yarınla ilgili olarak sağlıklı öngörüler yok; sadece senaryolar üretiliyor, o kadar.

Bu arada özellikle ekonomiye ilişkin beklentiler hiç de iç açıcı değil.

Eğer siyasal istikrarsızlık gitgide derinleşirse, bundan en başta ekonomi son derece olumsuz etkilenecek. Bunun ilk belirtileri şimdiden suyun yüzüne vuruyor.

Şaşırtıcı değil bu durum.

Bir ülke düşünün.

Seçimini daha dün yapmış olsun. İktidar partisi, oyunu on üç puan arttırarak yüzde 47 ile seçimleri ikinci kez kazansın. Hükümetini kursun ve kendi içinden bir cumhurbaşkanı da seçerek yola koyulsun.

Ama daha yedi ay geçmeden, altı yıldır iktidarda olan parti hakkında kapatma davası açılsın. Başbakan hakkında, cumhurbaşkanı hakkında, birçok milletvekili hakkında siyaset yasağı talep edilsin.

Ve bu kapatma davası o ülkenin yüksek mahkemesi tarafından oybirliğiyle kabul edilsin.

Normal midir bu tablo?

Normal karşılanabilir mi?

Hukuk neresinde bu tablonun, demokrasi neresinde bu tablonun diye sorulmaz mı? Nitekim soruluyor, sorgulanıyor haklı olarak...

Bir başka açıdan bakalım.

Hukuku da, demokrasiyi de geçin. Bir an olağan karşılayın olan biteni. Ama sorun kendi kendinize:

Bu tablodan istikrar çıkar mı?..

Çıkmaz, çıkamaz.

Çıkmıyor da...

Siyasal istikrar güme gitmeye başladı. Böyle devam ederse, başta ekonomi olmak üzere her şey çorap söküğü gibi dökülmeye başlar..

Hiçbir şey olmamış gibi bekleseniz de, eski deyişle itidal, aklı selim gibi klişe çağrılar yapsanız da değişen bir şey olmaz. İş olacağına varır, önleyemezsiniz bunu.

Türkiye, her şeyin başı olan siyasal istikrarı ancak demokrasi ve hukukun üstünlüğü içinde yakalayabilir.

Türkiye, her şeyin başı olan siyasal istikrarı ancak rejime dıştan müdahalelerin son bulduğu bir ortamda yakalayabilir.

Türkiye, her şeyin başı olan siyasal istikrarı ancak iktidarla muhalefetin demokrasiyi ortak platform olarak benimsemesiyle yakalayabilir.

Türkiye’nin temel sorunu budur.

Askeri darbeler, yargısal darbeler, muhtıralar, kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye’ye zaman kaybettirmiştir.

Türkiye bu yüzden kalkınma yolunda nal toplamıştır. Demokrasisini, hukuk devletini yıllar yılı birinci sınıf hale getiremeyen Türkiye, ekonomik büyümesi için yaşamsal olan dış kaynakları, yabancı sermayeyi kendine bir türlü çekememiştir.

Bu yüzden aş ve iş sorunlarını çözememiş, eğitimiyle, sağlığıyla insanının hayat kalitesini ileri ülkelerin düzeyine yükseltememiştir.

Bir türlü akıl erdiremediğimiz bir nokta var. Bu da birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletiyle aş ve iş sorunlarımızın çözümü arasındaki doğrudan bağdır.

Bunu nedense kavrayamıyoruz.

Oysa hayati bir bağ bu.

Demokratik hukuk devleti birinci sınıf olmayan bir Türkiye, gerçek siyasal istikrarı yakalayamaz. Her şeyin başı olan siyasal istikrardan yoksun bir Türkiye, ekonomik büyümesini istikrarlı bir raya oturtamaz, bundan böyle aş ve iş sorununu da çözemez. Çözemeyince, siyasal istikrarına da dikiş tutturamaz.

Bu bir kısır döngüdür.

Eski deyişle bu fasit daireyi Türkiye çok uzun yıllardır kıramıyor.

Çünkü bu fasit daireyi kırabilecek siyasal kararlılık ve demokrasi bilincine sahip siyaset kadroları çıkaramıyor.

Darbelere, muhtıralara, rejime dıştan müdahalelere birlikte karşı koyabilecek yüreğe ve demokrasi kültürüne sahip bir siyaset sınıfı çıkaramıyoruz bu ülkede...

Ne yazık ki öyle.

Demokrasi ve hukuk için mücadele edilmeyen bir Türkiye’de, demokratik hukuk devleti çıtası AB seviyesine yükseltilemeyen bir Türkiye’de, yazın bir kenara, aş ve iş sorunları da bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da doğru dürüst çözülemez.

Meselesinin özü budur.

Demokrasidir, hukuktur.

Demokrasi ve hukuk için ciddi mücadeledir.

Hatırlayın:

Darbelere ve darbecilere karşı demokrasi ve hukuk mücadelesi, bir Yunanistan‘da, bir İspanya’da, bir Portekiz’de verildiği içindir ki bu ülkeler bizi sollayıp geçtiler.

Biz ise nal toplamaya devam ediyoruz.

Yazık değil mi bu ülkeye?..

Milliyet, 4 Nisan 2008

Hasan Cemal

05.04.2008


 

Krizden çıkışın tek çaresi

Evet AKP’yi değil geleceğimizi savunuyoruz. Mesele AKP’nin kapatılması değil Türkiye’ye layık görülen despotik rejimle ilgili. Bu konuda tarafsız kalınabilir mi? Bütün mesele bu. Kimilerine bakıyorum, hani yeri geldikçe demokrat, yeri geldikçe özgürlükçü ve yeri geldikçe üçüncü dünya solcusu geçinenlere... Avrupa’nın çifte kriterlerinden söz edip, Türkiye’yi AB sürecinden kopartmak isteyen demokrasi düşmanı, despotizm yanlılarının ekmeğine yağ sürenlere...(...)

Genel anlamında AB sürecini savunup, bu sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesine ve değişimine katkıda bulunacağına inananlarla, “Yine AB ipine sarılıyorlar” diyerek alay edenlere...

Bakıyorum ve şaşıyorum.

Demokrasi ve özgürlüklerden yana olmakla darbecilik ve despotizmi savunmak arasında sanki üçüncü bir yol varmış gibi davranıp, “Ben ne o taraftanım ne de bu taraftan” diyerek solculuk yaptığını sananlara...

Hayret diyorum hatta.

Bu nasıl olabiliyor acaba?

Avrupa’nın çifte standardı varmış. Niye olmasın? Kim söyledi Avrupa’nın çeşitli konularda çifte standartları olmadığını?

Bugün AB’nin bu çifte politikalarından, bazı konulardaki yaklaşımlarından (Refah Partisi’nin kapatılması ve türban yasağı ile ilgili AİHM kararları) sadece AKP tabanının bir bölümü değil, mesela Kürtler de şikayetçi. Kürtler AB’nin Kürt meselesini gündeme getirmek istemediğini, böylece AKP’nin elini güçlendirdiğini iddia ediyor. Ama bir yandan da özgürlükleri geliştireceği için AB sürecini destekliyor.

Başka ülkelerde de şikayetçi olan kesimler var. Macaristan’daki Romanlar da bazı kararlarından ötürü AİHM’i suçluyor.

Avrupa Yargısı Tanrı kelamı değil ki. Onlar da değişen dünya şartlarına göre kararlarını, içtihatlarını geliştiriyor.

Avrupa’da çifte standart var ama, bu politikaları kıyasıya eleştiren partiler de politikacılar da gerçek sivil toplum örgütleri de var.

Kimse, çifte standart var diye başka bir tarafa çekip gitmeye çalışmıyor. Ya da “çifte kriter var o zaman acaba askerler haklı olabilir mi?” diye düşünmüyor.

Söz konusu demokrasi ya da demokrasi düşmanlığı ise, birileri karşında senin en demokratik haklarını yoketmeye, seni despot bir rejimin karanlığına sürüklemek istiyorsa tarafını ona göre seçersin.

Burada AKP bir teferruat olarak kalıyor.

Üstelik de içinde bulunulan krizde bir ölçüde AKP’nin korkak ve yetersiz politikalarının rolü olmuş olsa da mesele AKP’nin meselesi değil.

İktidarda AKP değil de başka bir parti de olabilirdi.

Değişim ve demokratik dönüşümü savunan, özgürlükleri genişletmek isteyen ve Türkiye’nin birikmiş, özellikle çözülmesi engellenmiş meselelerini çözmeye kararlı bir başka parti olabilirdi.

Mesela şimdilik tatlı bir hayal ama, bir sol parti.

O zaman değişen bir şey olacak mıydı? Böyle bir parti öncelikle ülkedeki Kürt meselesi, Ermeni meselesi gibi hayati meseleleri çözmeye çalışacağı için bu sefer de ‘etnik ayrılıkçılık’ tehdidini konuşuyor olacaktık.

Ülkenin malum bürokratik güçleri bu sefer de ‘etnik ayrılıkçılık’ ya da ‘bölücülük’ üzerine türlü çeşitli oyunlara başvurmakta herhalde gecikmezlerdi.

Herhalde başsavcı iktidarda olduğuna bakmaksızın bu sol parti hakkında da bir kapatma davası açardı.

Çünkü ne olur ne olmaz, iktidar partisi mevcut faşizan yasaların değiştirilmesi ve ülkenin demokratik, özgürlükçü bir anayasaya kavuşması için aniden harekete geçebilirdi. Esas olan bu yapının değişmesini engellemek olunca bu sistemin karşısında bir ‘dinci’ parti ya da ‘bölücü’ parti olmuş farketmiyor.

Hepsi için tek bir sonuç söz konusu oluyor: “Kapatılması caizdir’ Bu nedenle “Mesele AKP değil” diyoruz. Mesele bu yapıyı değiştirmeye sıvanacak bütün siyasi oluşumlara karşı çıkmak, onları rejim için bir tehlike saymakla ilgili. Bürokratik rejim AKP’yi bu konuda potansiyel bir tehlike olarak görmüştür. Laiklik karşıtlığı suçlaması göstermelik bir gerekçeden ibarettir.

AKP bunu bir türlü anlamamıştı ya da anlamak istememişti. Başına gelen felaket sayesinde sanırım şimdi bu durumu çok iyi anlamış bulunuyor.

Başbakan’ın hâlâ İsveç’te, “Kürtler azınlık değildir” gibisinden laflarla Kürt meselesini bürokrasiye hoş gelecek şekilde açıklamaya çalışıyor olmasına bakmamak lazım. Buna rağmen Başbakan’ın AB sürecine ve özgürlüklere dönüş sinyalleri veriyor olması umut vericidir.

Görünen en sağlam ip yine de bütün eleştirilere rağmen AB ipidir. Çünkü bu ip, Türkiye’nin demokratik dünya ile bağlantısını sağlayan bir araçtır.

Ve bütün eleştirilere rağmen bu ip, Türkiye’yi içine itildiği dipsiz kuyudan çıkaracak tek olanaktır.

Yeni Şafak, 4 Nisan 2008

Koray Düzgören

05.04.2008


 

Avrupa Adalet Divanı ve Standard&Poors

Kredi derecelendirme kuruluşu Standard and Poors, Türkiye’nin kredi notunu duragandan “negatif”e çevirdi, “BB –” yaptı. Sebep, “son günlerde artan siyasi tansiyor” ve mali piyasalardaki “global gelişmeler”. Türkiye’nin birden bire “siyasi belirsizlik” görüntüsü vermesi karşısında Standard & Poors, dünyanın her yanındaki yatırım bankalarına Türkiye’yi “eksi” konumda tanımlamış oluyor.

Ekonomi için kötü haber. Bundan bir sonrası, “not düşürülmesi”. Bu gelişme, bu çok olumsuz durumun bir habercisi ve sinyali. Türkiye’nin gelişen ekonomiye sahip bir ülke manzarasından, “Üçüncü Dünya ülkesi” muamelesi yapılmaya geçişinin ifadesi olacak.

Bundan önce gelen haber ise, Merkezi Lüksemburg’da bulunan Avrupa Adalet Divanı’nın “PKK’nın AB terör örgütü listesinden çıkarılması talebi”ni kabul etmesi.

Avrupa Adalet Divanı, AB’nin bir kurumu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden farklı. O, Avrupa Konseyi bünyesinde oluşmuş, kararlarını AB’nin “ilkesel” olarak kabul ettiği bir kuruluş. Avrupa Adalet Divanı, doğrudan bir AB kurumu. Böylece, PKK, AB nezdinde “terör örgütü” etiketinden kurtulacak.

Bu karara öfkelenmekte ne kadar haklı olursak, bunun, Türkiye’nin “uluslararası profili”nin düştüğüne işaret ettiğini de görmeliyiz. Siyasi ağırlığı düşen, önünü göremeyen, geleceği belirsiz hale sokulmuş bir ülke hakkında böyle bir kararı alabilmek kolaylaşıyor.

Birbiri ardına gelen Standard & Poors kararı ile Avrupa Adalet Divanı’nın PKK’yı “terör örgütü saymama” kararı, birbiriden bağımsız ama birbiriyle ilintili. Aradaki ilinti, Türkiye’de siyasetin raydan çıkmasıyla açıklanabilir.

Ne bekliyordunuz, şunun şurasında daha yarım yıl önce yüzde 47 ile iktidar tazelemiş bir partiyi kapatmaya kalkışıyorsunuz, bundan önce Parlamento’da temsil edilen dört partiden biri ve üstelik ülkenin en hassas bölgesine dayanan bir başka partiyi kapatmaya kalkışmışsınız; dış dünya bu ülkeye bakıp “frene” basmaz mı?

***

Türkiye’deki AB yani özünde demokrasi karşıtı koro, şimdi mal bulmuş mağribi gibi Avrupa Adalet Divanı’nın bu kararına sarılacak, hem AB ve hem de Türkiye’nin AB yanlısı demokratik güçlerine yönelik saldırılarında yeni bir cephane elde ettiği duygusunu yaşayacak.

AB’nin kendisi bol miktarda “Türkiye karşıtı” barındırıyor zaten. Onlar, Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bu konuda en yakın “müttefikleri” Türkiye’deki AB karşıtları.

Ne olursa olsun, güçlü, istikrarlı ve geleceğe güvenle bakan itibarlı bir ülkeye karşı Avrupa Adalet Divanı, onda büyük tepki yaratması kaçınılmaz böyle bir kararı almaya cesaret edemezdi. Bu karar, “parti kapatma davaları” ile Türkiye’nin içine girdiği “siyasi belirsizlik” ve “zayıflık hali”nin bir yansıması.

Siyasi istikrarsızlığın, ekonomi üzerindeki “tahripkar” etkileri üzerinde daha önce de durmuştuk. İşte, Standard and Poors’un kararı da, böyle bir sürecin başlangıcı.

Tayyip Erdoğan, ne derse desin, Türkiye’deki hükümet bir “topal ördek” konumuna düşürülmüştür, o durum, Türkiye’yi de aşağıya çekiyor.

O nedenle, bir an önce, “demokratikleşme adımları”nı atmalı, silkinmeli ve “AB süreci”ni savsaklanmaktan çıkmalıdır. Gerekirse, “ezber bozarak.”

Aksi durumda, gelişmelerin altında sadece kendisi değil, Türkiye kalacak ve dünkü iki “kötü haber” bu güçlü ihtimalin göstergeleri.(...)

Referans, 4 Nisan 2008

Cengiz Çandar

05.04.2008


 

Rota neredeydi ki?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan... İsveç gezisinde ne yapmış? Önemli mesajlar vermiş. Ne demiş? AB hedefinde kararlı olduklarını vurgulamış... Başka?

Üç yüz bir keredir söz verilip de ilişilmeyen Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi’nin yakında gündemden düşeceğini söylemiş...

Ayrıca Kürtçe Yayın yapılacağını da eklemiş...

Başbakan üzerine basa basa bunları söyleyince, ‘AB sürecinde Türkiye’nin sabrı ne kadardır?’ diye sormuşlar...

O da ‘sabrın sonu yoktur. Çünkü sabrın sonu selamettir diyoruz. Okey?’ yanıtını vermiş...

Milliyet Gazetesi tüm bu olup bitenleri ‘Rota AB’ye döndü’ başlığıyla duyurmakta...

* * *

Sade Milliyet mi?

Zaman gazetesi de aynı minvalde...

Oradaki manşet de şu:

‘AB reformları öne alındı, Meclis’e demokratikleşme paketi geliyor...’

Manşetin hemen altındaki cümle ise şöyle:

‘Parti kapatmayı zorlaştıran değişikliği bu hafta Meclis’e sunmayı planlayan AK Parti, 15 Nisan’a kadar bekleme kararı aldı. İktidar, önceliği AB reformlarına verecek. Hazırlanan demokratikleşme paketinde 301 de var.’

Yani Zaman da ‘Rota’nın AB’ye döndüğünü’ söylemekte...

O halde sormak gerek:

Peki, daha evvel rota neredeydi?

AB’de olmadığı kesin de, nerede olduğu hakkında tevatür muhtelif...

* * *

Rota, işler ancak sarpa sarınca yeniden AB’ye döndüğüne göre, daha önce nerede olduğu konusunda şu yoruma da hak verilebilir:

‘Olayların bundan böyle nasıl gelişeceğini fazla merak etmek gerekmiyor. Kapatılma ve siyasi yasaklama davası sonuçta yargı eliyle gerçekleştirilen bir 28 Şubat’tır. Silahlı Kuvvetler’in bu kez devre dışı görünmesi temelde 11 yıl öncekine veya geçen yılki e-muhtıra bağlamında yaşadıklarımıza benzer bir durumla karşı karşıya olmadığımız anlamına gelmez.

Bugünlerle ilgili soğukkanlı değerlendirmelerin yapılabileceği zamanda bu noktaya gelinmesinde kimin ne ölçüde sorumlu olduğu da ortaya çıkacaktır.

İktidar partisinin seçim başarısının ardından kendi elindeki gücü abartılı değerlendirmesi, demokratikleşme platformunu ve AB sürecini boşlaması, anayasa değişikliği konusunda toplumda var olan mutabakatı berhava edecek bir yaklaşımla işi yönetmesi, MHP’nin oyununa gelip türban değişikliklerini dayatması bunlar arasında sayılabilir.’

* * *

Rota...

Sürekli AB’ye yönelik olsaydı...

İktidar ‘demokratikleşmeyi’ her türlü sorunun önünde ve üstünde tutabilseydi...

Hiç kimse...

Hatta Ankara’nın köhnemiş tek parti zihniyetinin en mahir unsurları bile AK Parti’yi ‘laik-şeriat’ ikileminin tuzağına düşüremeyecekti...

Siyasal iktidar da ilk dönemde olduğu gibi ‘cumhuriyeti demokratikleştiren’ bir iradenin sarsılmaz temsilcisi olmaya devam edecekti...

Siz demokratikleşmeye türban üzerinden bakarsınız, ister istemez sizi ‘laik-şeriat’ parantezine hapsediverirler...

Ama...

Türban da dahil, tüm özgürlüklere tutarlı bir evrensel hukuk anlayışı ve en kapsayıcı çözüm şemsiyesi olan temel hak ve özgürlükler penceresinden yaklaşırsanız, oluşturduğunuz evrensel meşruiyeti Ankara’nın Kemalist ideolojisi bile delemez.

Şimdi herkes birbirine soruyor:

AK Parti ne yapsın?

Rotasını hiçbir zaman evrensel hukuktan ayırmaması, AB çerçevesinde patinaj yaptığı yıllarda kaybettiği zamanı ve yolu hızlıca kapatmaya çalışması yeterli...

Bu, yeni ve samimi gayret, AK Parti’yi düştüğü tuzaklarda çekip çıkarmaya muktedir yegane formül gibi gözükmekte...

Star, 4 Nisan 2008

Mehmet Altan

05.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri