|
|
|
Darbe çığırtkanlarına darbe sonu hatırlatması |
Son günlerde gazete manşetlerini oluşturan haberler, bana pek “yabancı” gelmiyor. Her yıl yapılan bir defile, birden bire “Başkent’te bir tesettür defilesi” adıyla manşetlere taşınıp, günlerce gündemde tutuluyor. Tesettür defilesini düzenleyen adamın, “üç eşli” biri olduğu vurgulanıyor. Kendisiyle röportaj yapılarak, “dini kullanan bir sapık” olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Onun etkileri geçmeden, “çok daha etkili” bir “uygunsuz durum” ortaya çıkarılıyor.
Belli grubun gazeteleri, birinci sayfadan manşetlerle, sağ görüşlü bir gazetecinin “küçük bir kızı tacizini” dillerine dolayıp “laiklik elden gidiyor” psikolojik savaşına “medyatik destek” veriyor. 78 yaşındaki zanlı da “dini bir sapık” olarak lanse edilmeye çalışılıyor.
Kendinden 50 yaş genç biriyle evlenen gazetecinin 14 yaşındaki bir kızı nasıl ve hangi yollarla taciz ettiği, seri röportaj olarak anlatılıyor. 28 Şubat’ta da aynı şeyler olmuştu.
Şu an, yurtdışında lüks bir hayat süren Fadime Şahin, bir gece ansızın, Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz’le basılmış, gazete ve TV’lerimiz de, bu “müthiş haberi” sürekli olarak, saygıdeğer halkımızın dikkatine sunmuştu.
O sırada Fadime Şahin de, yaşlı gözlerle hemen her haber programında yer almıştı. 28 Şubat post modern darbesi gerçekleştikten sonra, ortada ne şeriat kaldı ne Aczmendiler ne de Fadime Şahin. Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşayan bir ülke oldu.
28 Şubat’ın ardından gelen ekonomik krizde bankasını ve medya grubunu kaybeden Dinç Bilgin’in şu sözlerini bir kez daha hatırlayalım. “28 Şubat döneminde önce Ankara büroları devşirildi, onlar da merkeze etki etti. Büyük gazetelerin askerle teması vardı.
O dönemde ‘gayri nizami harp’ yöntemleri uygulandı. Büyük hatalar yaptık.” Dinç Bilgin, hatasını kabul etti ve pişman olduğunu söyledi.
Ya Kartel medyasının diğer ortağı ne yapıyor? Ergenekon çetesinden tek laf etmiyor, bombaları görmüyor, ama bir tekstilci üç eşli ise, “rejimi tehlikeye atan bir sapık” olarak lanse edilmeye çalışılıyor.
Türkiye, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a giderken de aynı rolü üstlenmişlerdi. 12 Eylül’de ülkeyi kana bulayan terör, bir gecede bitmişti. 28 Şubat ise Türkiye’yi bir gecede bitirip, halkını yüzde 60 fakir hale getiren ekonomik krize neden olmuştu.
Türkiye, bütün bunlardan ders almayan, böyle “darbe kışkırtıcısı” bir medyaya sahip olduğu sürece, istikrara ve huzura kavuşamaz. “Asker darbe yapsın” diyenlere bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Darbelerin bilançoları çok ağır olur.
12 Eylül darbesi’nin sonuçlarını bir kez daha hatırlatmak isterim. Bu bilançoya bakıp da hâlâ “darbe olsun” diyorsanız sizin insanlığınızdan şüphelenirim. 650 bin kişi gözaltına alındı.
1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin davada, 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilen hükümlülerden 49 kişi asıldı. İdamı istenen 517 kişiden 259’unun dosyası Meclis’e gönderildi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten çıkartıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışında yaşamaya başladı. 171 kişinin işkence nedeniyle öldüğü belgelendi. Cezaevlerinde 144 kişi “kuşkulu” biçimde öldü.
Cezaevlerinde 16 kişi “kaçarken” vuruldu. 95 kişi cezaevlerinde “çatışmalarda” öldü.
73 Mahkuma “doğal ölüm raporu” verildi. 43 mahkum intihar etti. 14 kişi cezaevlerinde başladıkları açlık grevlerinde öldü. 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.
23 bin 667 derneğin faliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmenin, 120 öğretim görevlisinin işine son verildi.
47 hakimin işine son verildi. 7 bin 233 devlet memuru sürgün edildi. 400 gazetecinin cezalandırılması için 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Bu gazetecilere verilen hapis cezası toplamı 3 bin 315 yıl 6 ay oldu. 31 gazeteci cezaevine girdi. 211 gazeteci hakkında, 12 milyar 848 milyon lira, (yaklaşık 185 milyon Amerikan Doları ) tazminat talebinde bulunuldu.
Bu dönemde 300 gazeteci saldırıya uğradı. Bu dönemde 3 gazeteci öldürüldü.
Toplam 300 gün yasaklar nedeniyle gazeteler çıkmadı. 13 büyük gazete için toplam 303 adet dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi “sakıncalı” olduğu için imha edildi. 40 ton yayın imha edilmek için depolara toplandı. 927 yayın hakkında yasaklama kararı verildi. 189 film yasaklandı.
Bugün, 29.4.2008
|
Can Aksın
30.04.2008
|
|
|
Kontrgerilla Taksim’de miydi? |
Dink cinayeti duruşmasından, Adapazarı’ndaki gerginliğe... Gittikçe şiddetini artıran 1 Mayıs inatlaşmasından, kozmetik bir değişiklik yapılarak neredeyse olduğu gibi korunan 301 oylamasına... Tüm haberleri izledim. İç karartıcıydı.
Tırmanan 1Mayıs gerginliği ilk sırayı kapmıştı.Orada durdum... Yüz otuz dört ülkede bayram olan gün, bizde 12 Eylül tarafından bayram olmaktan çıkarılmıştı.
Hükümet ise yeni bir açılım yapmak yerine, köhnemiş eski devlet refleksini sürdürmekte ısrarlıydı.
1 Mayıs’ı bayram ilan edip gerekli önlemleri alarak Taksim’de kutlamalara izin verileceğine, eski kireçlenmiş anlayış garip bir şekilde tercih ediliyordu.
Nedendi bu?
* * *
Nedenin peşine düştüğünüzde...
Zaman, Mayıs 1977 tarihinde donuveriyordu.
1 Mayıs 1977’de ne olmuştu?
‘1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı, 36 kişinin hayatını kaybettiği, yaklaşık 130 kişinin yaralandığı gün olarak tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ adıyla geçmiştir.
1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı’nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul`a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK’in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanı’nı doldurdu. Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, miting de uzamıştır. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli’nin de üst katlarından ateş açıldı.
İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşu’na itmeye başladı. Kalabalığa ateş açılıyordu fakat polis ateş açanlara değil, kalabalığın üstüne saldırıyordu. Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.
28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. 470 kişi gözaltına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı. Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay halen aydınlatılamamıştır. Sular idaresinin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır.’
* * *
Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenemiyor...
Olay aradan geçen otuz bir yıla rağmen aydınlatılamıyor...
Sular idaresinden ve otel odalarından ateş açanlar bulunamıyor...
Burası muz cumhuriyeti mi?
* * *
Başka bir yerde de 1 Mayıs 1977 için yapılan bir açıklamada şu girişe rastlıyorum:
‘1 Mayıs 1977’deki kutlamalar sırasında kontrgerillanın kitleye ateş açması sonucu 37 işçinin hayatını kaybettiği olaylı kutlamalara verilen ad...’
Kimin ateş açması sonucu?
‘Kontrgerilla’nın...
* * *
O gün orada bulunan bir tanık ise şunları haykırmakta: ‘Intercontinental Oteli’nin içinden de ateş ediyorlardı. Hemen otelin içine girdik. Barikat kurdukları için ikinci kata çıkmamız mümkün olmadı.
Bu kez garajdan girmeyi denemeye karar verdik. Amacımız kitlenin üzerine kurşun yağdıranları etkisizleştirmekti.
Kazancı Yokuşu’nun yanından garaja doğru ilerlerken beyaz bir araba belirdi. Intercontinental’in garajından hızla çıktı. İçinde silahlı adamlar vardı. Hemen o yöne döndük ama hızla gözden kayboldu.
Tekrar meydana doğru koştuk. Bu beyaz araba, kitlenin üzerine ateş açarak meydanda iki kez döndü. O araca ateş edenler de oldu ama isabet kaydedemediler.
Sular İdaresi’nden, Pamuk Eczanesi’nin üzerinden ve Intercontinental’den ateş sürüyordu. Panzerin bir kadını ezdiğini gördüm. Ezilen kadının adı Meral Özkol’du.’
* * *
Hükümet yasaklarda direneceğine...
Devlet arşivlerini de kullanarak ‘ateşi açanları’ bulmaya çalışsa, daha evla değil mi? Bakarsınız tüm şer odakları bir anda çözülmüş. Ne Susurluk kalmış, ne Ergenekon.
* * *
1 Mayıs 1977’de 34 kişiyi öldürenler bulunmadıkça, Türkiye huzur içinde yönetilemez. Bakalım hükümetler bunu ne zaman anlayacak?
Star, 29.4.2008
|
Mehmet Altan
30.04.2008
|
|
|
Sağcı bürokratlar neden daha korkak olur? |
Ne zaman “sağ”dan “sol”dan bahsetsem mutlaka yazının bir yerine şöyle bir ekleme yapmak zorunda hissediyorum: “Aslında ne bizdeki sağa sağ denebilir ne de sola sol denebilir; lâkin kabataslak bir tasnif için bu terimlere ihtiyaç duyuyorum.” Doğrudur. Bizdeki sağ dünyadaki sola benzer; bizdeki sol da dünyadaki sağa.
Neyse konumuza dönelim: Acı tecrübeler sonunda görünen o ki bizdeki “sağcılar”, “solcular”a göre daha çekingen, daha ezik, daha pısırık; hatta daha korkak olur. En alt seviyedeki devlet memurundan öğretim üyesine, siyasetçisinden yüksek yargı üyesine kadar bu böyledir. Cesurlarına bir şey demem. Aslan yürekli müstesnalar da vardır; amma genelde sağcı memur ve bürokratlar bir koltuğa oturmayı ve orayı belli bir periyot içinde işgal etmeyi aslî vazife sayar. Buna bir de “hassas dengeler”i ekler ve oturduğu koltuktan kalkıp bir adım atması gerektiğinde yüreciği güvercin kalbi gibi kıpraşır durur. Oysa aynı yere “sol görüşlü” bir memur, yönetici, bürokrat gelir ve yer yerinden oynar. Pısırık solcu devlet görevlisi yok mudur? Vardır elbet; ancak bu kişilerde “devletin/rejimin aslî sahibi olmak” gibi derin bir iddia vardır. Bu, cesaret pompalayan bir duygudur. Hele adam “eski tüfek solcu” ise, valla, katar karıştırır; “militan demokrasi”den bahseder, “jakoben olmak zorundayız” der, “habis ur, vampirler” gibi tabirlerle bir dünya insanı suçlar, mahkûm eder...
Sandıktan zaferle mi çıktınız; bunun hiçbir önemi yoktur sol için. “Yüzde 97 oy bile alsanız” adamın umurunda değildir. Kanun, nizam, adalet, fazilet... “Geç bunları” dercesine çifte standartın ar damarını çatlatır ve “çoğunluğun zorbalığı”ndan dem vurur. Aslında yapılan basbayağı “azınlığın zorbalığı”dır. Başörtüsü der baskı kurar, Kur’an kursu der baskı kurar, Kutlu Doğum der baskı kurar ve “mahalle baskısı” feryadıyla tersten baskı ağları örer. Sağ iktidarlar, “kadrolaşma” iddiasıyla ecel terleri döker; aslında olmayan bir “kadro” üzerine koparılan bir gürültüdür bu.
Belki de şapka çıkarmak lazım “solcular”a, “Kemalistler”e, “laikçiler”e, “sosyal demokratlar”a vs. Baykal kürsüye çıkıyor, Kur’an’dan ayet okuyor, Ebu Yusuf’tan, İmam-ı A’zam’dan fıkhî deliller getiriyor. Sonra kalkıp “Din de bizim, ...” diyor. Söylediği sözleri yazın bir kâğıda, altına Tayyip Erdoğan ya da Devlet Bahçeli imzasını atın; seyredin gümbürtüyü o zaman. Baykal bunu neden yapıyor? Demek istiyor ki “Ben ayet de okurum, hadis de. Tefsir de yaparım, fıkhî yorum da; ama sen aynı şeyi ya-pa-maz-sın!”
Sözgelimi hukuk dünyasına bakın ve laikçi, Kemalist, ulusalcı vs. diye bilinen hukukçulardan aklınızda kalanları bir çırpıda sıralayın; Yekta Güngör Özden, Nuh Mete Yüksel, Önder Sav, Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu... Tarafsızlığın çok önemli olduğu hukuk alanında, bir tanecik “sağcı, milliyetçi, muhafazakâr” diye tanınan insan var mı şu saydığım isimlere denk? Yok! Çünkü “sağcılar” devletin aslî sahibi gibi görmüyor kendini. Tamam; devletini seviyor, hatta uğruna ölümü kutsal bir vazife gibi görüyor. Ancak geldiği makamı “liyakat”le özümseyemiyor ve kendini hep iğreti olarak görüyor. Bir makama gelir gelmez “medyaya şirin görüneyim” diye göbeği çatlıyor. Asker-sivil bürokrasiden azar yememek için adeta tek ayak üstünde bekleyenler var. Halbuki devlet herkesin devleti, ne “solcu”nun babasının malı ne “sağcı”nın. Hiç kimse kendini rejimin bekçisi gösterip terör estiremez. Hiç kimse de geldiği makama emanetçi ürkekliği ile yaklaşıp oturduğu koltuğun altında ezilmemeli. Bu ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan sağcılar pısırıklığı bir kenara itip katılımcı demokrasinin özgüven basamaklarını tırmanmadıkça bu ülke eşitlikçi bir demokrasiye ulaşamayacak. Makamlar, mevkiler bugün var, yarın yok; adınız tarihe ödlek diye de geçebilir, cesur yürek diye de. Yeter ki kalbiniz ülke sevgisi, millet saygısıyla dopdolu olsun!
Zaman, 29.4.2008
|
Ekrem Dumanlı
30.04.2008
|
|
|
Üzmez kimi bağlar? |
78 yaşındaki (ya da herhangi bir yaştaki) bir insan, 14 yaşındaki bir kıza cinsel tacizde bulunmuşsa, bu hiç şüphesiz çirkinliğine sınır konamaz bir fiildir. Yaş farkı çirkinliğin boyutunu büyüten bir unsurdur. Söz konusu kişinin, manevi değerler üzerine yazı yazan veya Mukaddes Emanetler bölümünde Kur’an okuyan birisi olması çirkinliği katlayan bir başka unsurdur.
Çünkü bu durumda, manevi bağları da lekelemek ve benzeri hassasiyetlere sahip kişilere çamur sıçramasına yol açmak gibi başka suçlar oluşmaktadır.
Adı Hüseyin Üzmez veya filan feşmekan...
Neyi değiştirir?
Çirkinlik, çirkinliktir, fuhuş fuhuştur, tecavüz tecavüzdür. Bunların İslam’daki hükmü isimlere veya unvanlara göre değişmiyor ki herhangi bir insan üzerine koruyucu şemsiye tutulabilsin.
Hüseyin Üzmez’in suçu sabit görülürse en büyük tepkiyi, içinde yürüyegeldiği camiadan alacağı kuşkusuzdur. Aynı camianın, içinde böyle insanlar barındırmaktan dolayı büyük azap duyacağı da kuşkusuzdur. Belki burada, “islami camia” içinde yeterli oto - kontrol sistemi var mı yok mu, bu tür yanlışlar neden yıllarca sürüyor da dışlanmıyor, sorusu sorulabilir.
(...)
Tavırsa işte tavır: Bu iğrençliği bütün gücümüzle reddediyoruz! ....
Bu meselede, bir de işin, “medyaya güven” boyutu var hiç şüphesiz. Biz, sevgili medyamızın “andıçlama” operasyonlarında nasıl etkin rol aldığını biliriz. Biz, sevgili medyamızın 28 Şubat süreçlerinde nasıl bir psikolojik savaş aracı haline geldiğini biliriz.
İçinden geçtiğimiz sürecin, filmi birkaç kere seyredilmiş bir süreç olduğunu bilmeyen yok. Bundan 10 yıl önceki filmde, Kalkancı - Aczmendi - Fadime Şahin senaryoları, yine cinsellik pazarı kurularak arz-ı endam etmişti.
Son birkaç hafta içinde, “Mahmud Efendi’nin trilyonluk villası” haberiyle başlayan, defileci vatandaşın “üç karı” haberiyle devam eden, Mukaddes Emanetler bölümünde Kur’an okuyan hafızın çocuk istismarıyla beslenen ve Üzmez’e ulaşan bomba haberlerin “Ne oluyoruz?” sorusuna yol açması gayet tabii.
Bizde medya bir takım operasyonlar için kullanılır! Bu eskilerin “Mütearife - Kesin bilgi- Aksiyom” dedikleri şey... Bizim medyamız, keçisi çalınan müftü haberini “Müftü keçi çaldı” şeklinde vermekle maruf.
Onun için insanlar, medyanın bir kesiminde, diyelim dindar kesimle ilgili bir olumsuz haberi, birkaç yerden çek etme ihtiyacı hissediyorlar. Şu sıralar Doğan grubu ile Sabah camiası arasındaki cedelleşmede de, çıkan haberleri veya ortaya atılan iddiaları çek etmeden kullanma imkanı var mı?
Doğan grubuna katılan Vatan gazetesinde birden bire artan “Katar’ı kötüleme” haberlerini neye yorumlamalı? Ya da tersine, Sabah’ta yeniden sergilenen Doğan grubu suiistimal iddialarını... Aslında bu bütün medya için çok temel bir problem alanı.
Ben, içinde yer aldığım “islami camia”nın medyasında bazı haberlere atıfta bulunmam gerektiğinde de, o haberleri başka kanallardan çek etme ihtiyacı hissediyorum.
Tüm medyada saptırıcı yorumlar, daha haberin üretiminde başlıyor, sonra haber merkezinde yorumlanıyor, sonra yazı işlerinin elinden geçiyor...
Haber okuyucunun ya da seyircinin önüne gelinceye kadar birkaç kere takla atmış bulunuyor.
Enkırman ya da sunucunun ses tonu bile, haberi kanırtmanın aracı haline geliyor.
Siz de son zamanlarda bazı enkırmanların özel misyonla ekranlarda arzı endam ettiği fikrinde değil misiniz? Türkiye’de her şeyin böyle özel bir durumu varken, ve İslam alanı her türlü komploya hedef iken, “islami camia” içinde olmak ve o camia adına bir görünülürlük sergilemek, çok özel önem kazanıyor.
Birilerinin günahlarını öne sürerek “Sizler şunu yapmıyor musunuz?” gerekçesi, İslami camia adına yanlışlık yapabilmenin gerekçesi olamaz. Herkes, kirinin pasının, veya özel tercihlerinin kendisine has olduğunu itiraf edebilmeli, İslam’a bedel ödetmemelidir.
İslami alanda müthiş bir bilgi açığının bulunduğu bir zamanda, insanların, sembolleştirilip İslam’a monte edilen simaların davranışlarıyla negatif bir bilgi bombardımanına maruz kalmasına zemin hazırlanmamalıdır.
Bugün, 29.4.2008
|
Ahmet Taşgetiren
30.04.2008
|
|
|
|