Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Demokrasi mi, jüristokrasi mi?

Jüristokrasi (Juristocracy), ya da “dikastokrasi”, yargıçlar yönetimi olarak tanımlanan, demokrasiye zıt, oligarşik, milli iradeyi gözardı eden bir yönetim biçimidir.

Olgunlaşmamış, oturmamış demokrasilerde sıkça görülen jüristokrasi’de yargı kurumunun başında bulunan kimselerin yorum kabiliyetleri, şahsi içtihatları ön plana çıkar ve yargıçların öznel yorumları ile şekillenen yasalar ile ülke yönetilmeye çalışılır. “Jüristokrasi” halka hesap vermez, siyaseten sorumsuzdur. Bir başka deyişle jüristokrasi, yasama-yürütme-yargı ayrımında yargının diğer kuvvetleri ezici derecede baskın gelerek kendi iktidarını kurmasıdır. Mahkemeler iktidarı denebilecek anti demokratik yönetim biçiminde özellikle Anayasa Mahkemesi gibi kurumların yasaların Anayasaya uygunluğu konusunda keyfi kararlar alması oldukça sık karşılaşılan bir durumdur.

Türkiye bir ideolojik devlet olarak cari düzenini bürokratik egemenlerin eliyle muhafaza yolunu tercih ettiğinden hukuk bürokrasisi kendisini siyasal iktidarlar karşısında sistemin birer sigortası olarak konumlandırmıştır. Ancak modern dünyaya bakıldığında özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasiye istikrar kazandırmış ülkelerin çoğunda Anayasa Mahkemesi gibi kurumların olmadığını, bir kısmında yargı denetiminin de bulunmadığını biliyoruz. Bizde ise Anayasa Mahkemesi 1961 ihtilali ile birlikte kurulmuştur. Ancak 1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi’nin 15 asıl üyesinin üçte birinin Parlamento tarafından seçilmesini benimsemişti. O dönemde parlamentonun Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesine itiraz eden ve bütün üyelerin yargıçlar tarafından seçilmesini isteyen Anayasa Komisyonu üyelerine Komisyon Başkanı Muammer Aksoy şu cevabı vermişti: “‘Hukuk Devleti’ başkadır, ‘Hakimler Devleti’, ‘jüristokrasi’ başkadır...”

Montesquieu’ nun da ifade ettiği gibi yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirlerinin alanlarına müdahale etmeleri yönetimde ve yargıda keyfiliği beraberinde taşıyabilir. Kuvvetler ayrılığı olarak da bilinen prensibin ana amacı, sorumluluk ve yetki sınırlarını aşmaya meyilli olan mutlak iktidarı ve siyasete müdahale edebilecek olan yargıyı keyfiyetten kurtararak sınırlandırmaktır. Ancak yargıda tarafsızlık, yargıçların dünya görüşü, içinde bulundukları siyasal konjonktür ve siyasal yapı gibi birçok farklı değişkene bağlı olduğundan yargı tarafsızlığının uygulamada hayat bulması çok güçtür. Muammer Aksoy Anayasa Mahkemesi üyelerinin yargıçlar tarafından seçilmesinin üreteceği tehlikeleri işaret ederek jüristokrasiye dönüşebilecek bir yargıçlar yönetimi düzeninin demokrasi ve hukuk devleti açısından tehlike oluşturacağının sinyallerini 1960’larda vermiştir.

Jüristokrasinin önüne geçmek üzere siyasi irade tarafından atılacak en etkili adım ilk planda Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmak ol(a)masa da bir demokratikleşme paketi kapsamında yüksek yargı organlarının mensuplarının TBMM tarafından seçilmesini sağlamaktır. Aksi takdirde seçkinci derin siyasal akıl yargı yoluyla demokratik siyasal düzene ve siyasetin normal gidişatına müdahale etmekten geri durmayacaktır. Muammer Aksoy’un yıllar önce işaret ettiği “hakimler yönetimi” düzeni seçilmiş iradenin üzerinde vesayetini kullanmaya devam edecektir.

28 ŞUBAT YARGIÇLAR İKTİDARI

Antidemokratik, zümre siyasetine dayalı yönetim biçimlerinin en temel özelliği şeffaflıktan ve hukukun üstünlüğü ilkesinden yoksun olmaları, derin bir siyasal akılla sürgit kılınmalarıdır. Bu anlamda Türkiye’de de aktörleri konjonktürel olarak değişen bir derin siyasal akıl sürekli olarak varlığını hissettirmektedir. 28 Şubat postmodern darbesinin aktörleri yerlerini ‘yargıçlar iktidarına’ bırakmıştır. Derin siyasal aklı işletmenin iki yönteminden birisi hukukilik ise diğeri gayri hukukiliktir. Gayri hukuki ve keyfi uygulamalar zaman zaman derin siyasal akıl tarafından devreye sokulur, önceden planlanmış senaryolar yukarıda ifade edilen oligarşik kesimler tarafından sahneye konulur. Bu tiyatronun oyuncularının kimi zaman jüristokratik güçler olmaları mukadderdir. Ak Parti hakkında açılan kapatma davası bununla açıklanabilir. Yine zümre siyasetine dayalı derin siyasal aklın yargı yoluyla müdahalesine verilebilecek en iyi örnek, 22 Temmuz seçimlerinden önce, Anayasa Mahkemesi’nin meşhur 367 kararıdır. Söz konusu kararın hukuki olmaktan çok siyasi niteliğinin ağır bastığını söylemek için geçerli birçok neden vardır. Bunlardan birincisi, mahkeme, Cumhurbaşkanı seçiminin birinci turunu iptal ettiği kararın gerekçesini açıklamamıştır. Oysa Anayasa’da, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarını, gerekçelerini yazmadan açıklayamayacağına dair açık bir hüküm vardır. İkincisi ise Anayasa Mahkemesi, kendisini yasa koyucu yerine koyarak bu kararı vermiştir. Oysa yine mahkemenin, yeni bir pratiğe yol açacak biçimde hüküm veremeyeceğine ilişkin açık bir karar mevcuttur. Bu süreçte yargının siyasal hayata aktif müdahalesi söz konusudur. Boğaziçi köprüsü giriş ücreti zamlarının Danıştay tarafından iptali, Sosyal Güvenlik reformunun Anayasa Mahkemesi tarafından iptali gibi rijit örnekler yargının siyaset alanına müdahalenin açık örnekleridir.

Son söz olarak Sokrates’in dönemin jüristokratları önünde söylediği cümle tarihe geçmiş olması ve felsefi anlamının derinliği bakımından dikkate değerdir. Sokrates kendisini idama mahkûm eden hakimlere şunları söylemiştir: “Siz kalıyorsunuz, ben öleceğim ama, hangisinin daha iyi olduğunu kimse bilmiyor.”

Yeni Şafak, 11.5.2008

Akif ÇARKÇI

12.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

Başlıklar

  Demokrasi mi, jüristokrasi mi?

  İçişleri-dışişleri

  ‘Mahalle baskısı’na karşı ‘meyhane baskısı’ çözüm mü?