Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Aleyhinizde de olsa insanlara karşı adaletli davranın.

Câmiü's-Sağîr, No: 630

21.05.2008


Şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz

Üçüncü Nokta

Suâl: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?”

Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”

İşte, ben çendan Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetine istinaden dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hürmetsizliktir. “Öküzün boynuna inci takmak gibi” darbımeseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risâle-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.

Dördüncü Nokta

Bana karşı bu yedi senedeki muâmeleler, sırf keyfî ve fevkalkanundur. Çünkü, menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilâttan men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur. Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbaplarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilâttan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadılar. Ben men olundum. Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı. Hattâ Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmî bir zat, kayınvalidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş; hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi. Üç müsellâh jandarma ile camiden istenildi. O memur, hilâf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp, “Affedersiniz, gücenmeyiniz; vazifedir” demiş, sonra “Haydi, git” diyerek ruhsat vermiş. Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki, bana karşı sırf keyfî muameledir ki, yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def etmek için, Cenâb-ı Hakka havale ediyorum. Zaten sebeb-i tehcir olan hadiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşâirlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin, dünyalarıyla alâkam olmadığı hâlde, beni ve iki zât-ı âhari müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zatlardan birisi bir yere müftü nasb olunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidiyor. Diğeri, İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış.

Halbuki bu iki zat, benim gibi kimsesiz, yalnız değiller; maşaallah büyük nüfuzları var. Hem... Hem... Halbuki, beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede beni, muzaaf bir istibdat altında eziyorlar. Halbuki, bir hükümet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar, nüfuz-u hükümeti, ağrâz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîne yüz binler şükrediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki:

Bütün onların bu tazyikat ve istibdatları, envâr-ı Kur’âniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine odun parçaları hükmüne geçiyor, iş’âl ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envâr-ı Kur’âniye, Barla yerine bu vilâyeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilâkis, Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti.

Elhamdülillahi haza min fadli Rabbî (Rabbimin bu ihsanından dolayı Allah’a hamd olsun.)

Mektubat, 28. Mektub, 4. Risâle, s. 346

21.05.2008


Tepelice çama çıktım, Gelincik dağına baktım

Gidenler bilir. Gitmeyenler de benden öğrensin. Çam Dağı’nı biraz tanıtmak istiyorum: Çam ve katran ağaçlarının bulunduğu tepe Çam Dağı’nın ortasında yer alıyordu. Çam ağacının1 tepesine çıkarsanız Eğridir Gölü’nü ve etrafını doya doya seyredebilirsiniz. O tarihlerde tepeden inmek kolay, çıkmak zordu. Eskiden mert olanlar çıkabiliyormuş. Tepenin altında suyu az akan bir çeşme bulunuyordu. İhtiyacınız olan suyu oradan getirmek zorundasınız. Kaldığımız günlerde denedik, günde iki defa ancak su getirebiliyorduk. Su kaplarımızı alıp hızlıca birkaç dakikada inebiliyorduk. Abdest alıp kaplarımızı doldurup döne döne tepenin başına yani çam ağacının yanına zor çıkabiliyorduk. Her şeyin ayrı bir güzelliği vardır. Şimdi orman içinde araba yolları yapılmış. Artık herkes rahatça çıkabiliyor.

Çam Dağı’nda ilk günümüz etrafı tanımak ve temâşâ ile geçti. Namazlarımızı çoğunlukla düz olduğu için katran ağacının dibinde cemaatle kılmaya çalıştık. Sesli yapılan tesbihatın verdiği mânevî lezzet bir başka oluyordu. Mevsim yaz, Çam Dağı serindi. Akşam olmadan tepenin dibinde bulunan çeşmeye inip abdest alıp su taşıdık. Bazı kardeşler zamanlarının az olduklarını söyleyerek akşam olmadan Barla’ya geri dönmek istediler. Onları yolcu ettik. Kalanlarla yeni bir program yaptık.

Akşam nerede, nasıl yatacaktık? Dağ başındaydık ya. Bir an aklımıza şu geldi: Dağ komşularımız (ayılar, tilkiler, çakallar) olabilirdi. Ziyaretimize gelirlerse nasıl karşılayacaktık? Burada aylarını geçiren Üstadı ve ağabeyleri düşündüm. Onların ruhâniyetine sığınarak yatacak yer aradık. Üstadın kulübesinde ağabeyler yatıyorlardı. Ağacın dibinde küçük bir çadır vardı. İçinde bir parça hasır bulduk. Barla’dan getirdiğimiz battaniyenin yarısını yatak, yarısını da yorgan yaptık. Yumuşak (!) bir taş bulduk. Onu da yastık yaptık. Üzerine bir miktar battaniyeyi uzattık.

Üstadın yaptığı gibi gökteki yıldızları okumaya çalıştık:

“Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine;

Name-i nurin-i Hikmet bak, ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler;

Bir Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i sultanına,

Birer bürhan-ı nurefşanız bir vücud-u Sânia;

Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

........

Sikkemiz bir, turamız bir; Rabbimize müsebbihiz; zikrederiz abîdane.

Kehkeşanın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz.”2

Başımızı koyduk yastığa, uyumaya çalıştık. Gecenin sessizliğinde ağaçların hemhemelerini dinlerken uzaktan duyulan hayvan sesleri yankılanıyordu. Ne kadar uyuduğumu hatırlamıyorum. Fecr vakti uyanıp seher vaktinde abdest alıp sabah namazını kılmak için katran ağacının altına gidiyoruz. Cemaatle sabah namazını edâ ediyoruz. Tesbihat ve namaz dersini yapıyoruz. Gözümüzde uyku yoktu. Yüksek sesle Mektûbât’tan okumaya devam ediyoruz.

Çeşmeden su getiriyoruz. Getirdiğimiz su ile çay yapıyoruz. Sade bir kahvaltı hazırlıyoruz. Ama Üstadın kahvaltısından oldukça zengindi. Kahvaltı sonrası yürüyüşe çıktık. Geze geze bir katran ağacının altında mola verdik. Bir an Mübarek Süleyman Ağabeyi hatırladık. O da bir cuma gecesi Üstadla Çam Dağı’nda kalmak istemişti. Üstad da “Tevekkelnâ alellah; kal” demişti. Sonra ikisi yürüye yürüye bir dağın tepesine çıkmışlar. Üstad Süleyman Ağabeye “Kardeşim, bir parça çay yap” demiş. O çay yaparken Bediüzzaman düşünmeye başlamış: “Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu safi kalb adama ne diyeceğim?” diye düşünmede iken birden başı çevrilmiş. Koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları arasında kendilerine baktığını görmüş. “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızk verdi” demiş. O ekmeği almışlar ve bakmışlar ki; kuşlar ve vahşî hayvanlar dokunmamışlar. O ekmek iki gün onlara kâfî gelmiş. Hatta Süleyman Ağabey “Üstadım bu bize helâl olur mu?” demiş. Üstad onun bu saflığına karşılık “Vay mübarek’” demiş. Adı “Mübarek Süleyman” olarak kalmış.

Bizim de Çam Dağı için ayırdığımız günler doluyordu. Çam Dağı’nda kaldığımız üç gün boyunca Mektûbât’tan okuyup bol bol tefekkür ettik. İnsanlardan uzak tabiatla başbaşa kaldık. Bazen yayla sahiplerini ziyaret edip süt-yoğurt gibi yiyecekler satın aldık. Onlar bizi misafir sayıp para almak istemediler. Biz de Üstadın karşılıksız hediye almamak prensibine uymaya gayret ettik. Unutulmaz saatlerimiz oldu.

Merhum Hilmi Doğan Ağabeyin o meşhur şiirini fiilen yaşamak istiyorduk:

Tepelice çama çıktım,

Gelincik Dağına baktım.

Mümkün olsa kalacaktım,

Bir ömür boyu Barla’da.

Çam Dağı’ndan inme vaktimiz gelmişti. Getirdiğimiz battaniyeleri yüklenip Barla’nın yolunu tuttuk. İnmesi gayet kolaydı. Çünkü yolumuzda yokuş yok, iniş vardı. Eğridir Gölünü ve etrafı temâşâ ederek patika yollardan yürüyorduk. Dönüşte yine Hilmi Doğan Ağabeyin şiirini okuyoruz:

Çam Dağı’ndan esen yeller,

Zikir arkadaşı dallar,

Üstada muntazır yollar,

Gelecek deyû Barla’da.

Çam Dağı yıllarca Üstadı ve Barla sıddîklarını ağırlamış, onlarla hemdert olmuştu. Şimdi ise Üstadın talebelerine kucağını açmıştı. Aynı yollardan ona gönül verenler yürüyordu.

Sağımızda Karakavak mevkii vardı. Barla kabristanına selâm verip duâlar ederek akşama doğru Said Nursî’nin 1950’den sonra kaldığı ikinci dershanesine ulaştık. Gayet güzel ve seyirlik bir yerdi. Balkonunda oturup bağları, bahçeleri ve gölü tekrar tefekkür ettik. Bu mekân bize çok hoş gelmişti. Bir an Bayram Ağabeyin sözleri aklıma geldi. Üstad kısa süreli Barla’ya gelip, bu balkonda otururmuş. Biraz sonra “Hazırlanın, gidiyoruz” dermiş. Bir defasında yine bu eve gelmişler. Yemek yemişler, Bayram Ağabey de bulaşık yıkıyormuş. Üstad ise balkonda risâle okuyormuş. Aralarındaki mesafe on beş metre kadarmış. İçinden “Bu Barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek Üstad, geldiği zaman burada duruyor. Halbuki Isparta daha güzel, her şey mükemmel ve Isparta’da hem talebe çok, hem hizmet geniş, vasıta filan da bol” diye geçirmiş. Üstad, Bayram Ağabeyi çağırmış: “Gel, evlâdım Bayram!” demiş ve ilâve etmiş: “Evlâdım sen burayı kerih görme, burası çok mühim, cidden çok mühim, burası ileride nurlanacak inşallah”

Nesirin yetişmediği yerde bazen şiir yetişirmiş. Yine merhum şairimizi hatırlıyoruz:

Karadut Cennet Bahçesi,

Karakavağın meşesi,

Ulu Çınarın gölgesi,

Gölgeler koyu Barla’da.

Barla’da son gecemizi bu güzel mekânda geçirdik. Allah’a duâlar ettik.

Sabah Isparta’ya giden minibüse yetiştik. Güzel hatıralarla ama yine doyamadan Barla’dan ayrılıyorduk. Allah kısmet ederse tekrar gelmek istiyorduk. Ama ne zaman? Allah’tan ümit kesilmez, yeter ki siz isteyin.

Dipnotlar:

1- Bizim gittiğimizde çam ve katran ağaçları duruyordu. Çam Dağı’na çıkanların seyir yeri idi. Bu ağaçlar ne olduysa bazılarını çok rahatsız etti. Şimdiye kadar kime ne zarar verdi? Karlı bir kış gününde gidip haince o masum ağaçları kestiler. Bu olayı duyunca çok üzüldüm. O olayı anlatmak için kelime bulamıyorum. Elbette Allah’ın da bir hesabı vardır.

2- Mektûbât, s. 37-38

Ahmet ÖZDEMİR

21.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf