Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Uhuvvet Risâlesi şerhi - 2

Dördüncü Vecih Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var38. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. “Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır.”39 sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin40 hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan41 ile mahkûm42 edemez43.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir44. Zira senin gibi niyeti hâlis45 olmayan bir adam46, nasihati bazen damara dokundurur47, aksülâmel yapar.

Üçüncü Düstur48: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et49. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır50.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et51. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur. “İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.” hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir52. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur53. Öyleyse, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.”; “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.”54 gibi desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder55.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse56 vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Acaba bir gün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin57. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var58. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek59.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye60, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla61 ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalâğa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nev'î divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama62, eğer şahsını seversen63 yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle: “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.64” Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Hem demiş: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”65

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var66. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum67.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet68 gibi şeylerle ve muktezasıyla69 amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Câ-yı dikkat bir hadise70: Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm71, şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasîyeden çekildim72.

DİPNOTLAR:

38- Bediüzzaman 20. Lem’a’da bu prensibi benzer biçimde ve şu şekilde ifade etmektedir:

[Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek].

Buna karşılık Sözler’in sonundaki Lemaat’ta (s. 345) bu prensibi [Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzeldir.”] şeklinde ifade etmektedir. Bu son ifade biçimi, başkalarının yolunun ya da tarzının kötü olduğunu düşünüp söylemenin yanlış olduğu bilgisi yanında, kendi mesleğinin “en güzel” olduğu iddiasının meşru bir yaklaşım olduğunu da göstermektedir.

39- Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s. 10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s. 91.

40- Buradaki insafsızlık ve düşkünlük bütün muhataplara yönelik bir sıfat değildir. Cümle şu şekilde anlaşılmaya uygundur: “Nazarın ve fikrin hakem olmaya kalkarsa ve başkasının mesleğini butlan ile mahkûm ederse insafsız bir nazardır ve düşkün bir fikirdir.”

41- Türkiye’nin yakın siyasî tarihinde aynı zamanda bir dinî cemaat olarak da önemli yer tutmuş olan bir siyasî akımın, “Hak geldi batıl zail oldu” mealindeki âyeti kendisinin hak olduğuna delil olarak göstermekle yetinmeyip, diğer hizmet ekollerini ve özellikle kendisine oy vermeyenleri “batıl” olmakla itham etmekte kullanması burada zikredilen “butlan ile mahkûm etme”nin tipik bir örneğiydi.

42- “Butlan ile mahkûm” etmek, yapısı gereği hak ve batıl olmak üzere ikili bir ölçek kullanmayı gerektirir. Bunu yapmamak ve cemaatlerin ve yöntemlerin tümünü hak kabul etmek kaydıyla bazılarını diğerlerine nazaran daha hak (ya da ehak) olarak kabul etmekte bir mahzur yoktur. Esasen bu tür bir yaklaşım, bir cemaat tercih edip dahil olmanın da ön şartıdır.

Öte yandan bir cemaatin bir konudaki fikrini ya da uygulamasını insaflı biçimde ve iyi niyetle eleştirmek ile o cemaati batıl bir cemaat olarak görmek ya da göstermek birbirinden farklı durumlardır. İkincisi bütünüyle yasaklanmıştır. Birincisi ise ancak belli şartlarla ve belli hallerde caiz olabilir. Eleştiri, ancak maslahat varsa, cemaat ismini dahi zikretmeden ve hatta hangi cemaatin kastedildiğini ima bile etmeden doğru ve yanlış hareket tarzlarını ortaya koymak ve yanlış bulunan hareket tarzlarını, uygun bir şekilde işlemek ve anlatmak şeklinde olmalıdır.

Bu hususta aşağıda Beşinci Vecihteki “birinci suale cevap” ile ilgili açıklamalara da bakılabilir.

43- Mektubun sonundaki Hatimede de açıklandığı üzere, bu davranış aynı zamanda bir tür gıybettir. “Bir kişi” hakkında gıybet günah olduğu gibi, “bir cemaat” hakkında gıybet de günahtır. Buna karşılık bir kişinin bir fiili veya bir sıfatı hakkında ilgilisine bilgi vermek gıybet olmadığı gibi, bir cemaatin bir “hata”sı ya da “yanlış”ı hakkında “ilgilisi”ne bilgi vermek de gıybet değildir.

Aynı şekilde, bir kişinin boynundaki (kendisinin göremeyeceği ya da göremediği) akrebi göstermek tenkit olmadığı gibi, bir cemaatin boynundaki akrep hakkında o cemaatin ilgilisini lütuf ve ihlâsla ikaz etmek de yıkıcı bir tenkit değildir. Ama bunların ön şartı “kendi mesleğinin muhabbeti ile dolu” olmak ve bununla birlikte başkasının mesleğine adavete kalbinde yer vermemektir. Bir de muhatap doğru olmalıdır.

44- Bu düstur, aynı zamanda, birinci düsturda var sayılan yapıcı eleştiri hakkının ölçüsünü ve sınırlarını ifade etmektedir.

45- Lütufla muamelenin ve nasihatin yöntemi konusunda, üslûp da önemli olmakla birlikte, anlaşılmaktadır ki asıl mesele niyetin halis olmasıdır.

46- “Niyeti halis olmamak” bu cümle kapsamındaki herkesi için geçerli bir durum değildir. Cümle şu iki biçimde anlaşılmaya uygundur: “Bir adamın niyeti hâlis değilse, nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar” ya da “bir adamın nasihati damara dokunur ve aksülâmel yaparsa demek ki onun niyeti hâlis değildir.”

47- Damarı yok sayarak ıslâha çalışmak, damarın uyarılmasına yani manevî tedavide tepkiye ve dirence (aksülamele) sebep olabileceğinden, doğru bir yöntem değildir. Damarı var sayarak ıslâhtan vazgeçmek de damarı kalınlaştırır ve damarın damar sahibine zarar vermesine sebep olur. Damarı tamamen kaldırmak ve yok etmek de mümkün olamayabilir.

48- Bu paragrafta adavet etmek iyidir denmemekte ve fakat, “şayet, illa” adavet etmek istersen denilerek iki basamaklı (terditli) bir biçimde adüvv (düşman) tarif edilmektedir. Birincisi nefis ve ikincisi de zındıklardır.

Zındıklar, kâfirlerin, küfrün gereğini açıktan işleyen ve küfrünü açıktan ilân eden mütemerrit bir türüdür. Bu sebeple de zındıklar esasen sadece mü'minlerin değil bütün kâinatın “manevî” tahkirine lâyıktır. Meselâ Bediüzzaman 29. Mektub’un İkinci Kısmı olan Ramazan Risâlesi’nde [Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhâlefet edenler de o derece umum Âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.] diyerek zındıkların bu fiil ve sıfatlarına manen adavet edilebileceğini ifade etmektedir.

Kâfir ve zındıkların kalbinde muhabbetin ve uhuvvetin bulunmadığı ve aksine mü'minlere ve Allah’a adavetle dolu oldukları, dolayısıyla muhabbete de lâyık olmadıkları hususu, 2. Söz’de ve Mesnevî-i Nuriye’deki Hubab bölümünde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

49- Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de ise bu hususta şunları ifade etmektedir: [Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla- adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara...] İlk bakışta bu iki yaklaşım arasında bir fark ve hatta çelişki var görünmektedir. Ancak girişe aynen aldığımız Münâzarât’taki metinden de anlaşılabileceği üzere yukarıda aslında kâfirin “mütecaviz olmayan kâfir sıfatları”na yönelik olan ve tecavüz de içermeyen adavetten söz edilmektedir.

50- Yine Hutbe-i Şamiye’de bu hususta şu ifade yer almaktadır: [Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.]

51- Bu davranış, “bir yanağına tokat atana diğer yanağını uzat” anlayışından farklıdır. Elindeki hakkı bu hakka tecavüz etmeye yeltenene terk edip yedirmeyi değil haksızlığa haksızlıkla mukabele etmemeyi ve bir adım ileri gidersek elinden zaten çıkmış olan bir haktan feragat edebilmeyi ifade eder.

52- Buradaki muhatap, Arapça ibareden de anlaşılacağı üzere, iyilik edince daha da azacak olan türden “kötü” biri değildir. Bu konuda Bediüzzaman’ın bilhassa birinci mecliste ve tek parti döneminde karşı karşıya olduğu tahribatçı ehl-i bid’a ve reisleri ile olan sert ve net ilişki tarzı önemli bir ipucu olabilir.

53- Bu davranış da halk arasında “yağcılık” ya da “gaza getirme” olarak tabir edilen anlayıştan farklıdır. Menfaat elde etmeye yönelik değildir. Aksine lütuf ve iltifata yani ıslah etmeye yöneliktir. Zira iltifat, bir ölçüde, özellikle iyiniyetli ve samimî olmak kaydıyla, iyi ve olumlu bir davranış biçimidir.

54- Furkan Sûresi, 25:72; Teğabün Sûresi, 64:14.

55- Bu konuda Bediüzzaman 20. Lem’a’da (s. 160) benzer biçimde şunları söylemektedir: [Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâhide çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesafelik bir cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, âhirette medar-ı rekabet bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır; a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, a’mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mâl-i salihanın ruhu, esası, ihlâs olduğunu derk etmiyor. Rekabet suretiyle evliyaullaha karşı bir nev'î adâvet taşımakla, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeyi itham ediyor.] Son cümledeki Evliyaullah’tan kasıt, herhalde, iman hizmeti ile meşgul olan herkestir.

56- İnsan iradesi karşısında kaderin, en dayanıklı metal olan örse benzetilmiş olması ilginçtir.

57- Bu konunun, “insan kendi fiilinin hâlıkı mıdır?” sorusu ile de ilgisi vardır.

58- Kaderin hissesi, adavete sebep olan olayın tarafları dışındaki kişilerin olaya katkısı şeklinde anlaşılabileceği gibi, olayla ilgili kişilerin cüz’î iradeleri dışında hükmeden Allah’ın külli iradesini de ifade edebilir.

Ayrıca kaderin hissesi, mü’minin kendisine yapılan fenalıkla da ilgili olabilir. Fenalığın nasihat edici etkisi olabilir. Bir fenalıkla karşılaşan, bundan ders alabilir ve aynı fenalığı başkalarına da yapmaktan daha dikkatle çekinebilir ve hatta çevresini bu konuda ikaz ve irşat ederek fenalığın yayılmasını engelleyebilir. Böylece kader, hamiyetli bir kişiye isabet ettirdiği bir fenalıkla başka bir çok fenalığı engellemeye kapı açabilir.

59- Bu hisse, fenalığı yani hatayı yapan “kişi” ile onun “nefsi”ni birbirinden ayırmayı sağlamaktadır. Böylece o kişinin “nefsi” nefs-i emare” olarak karşıya alınmakta kendisi ise (imanı ile birlikte) aynı safta kabul edilmektedir.

60- Bir mü’minin diğer bir mü’mine yapabileceği en büyük fenalık dahi ancak ve sadece dünya işlerine aittir.

61- Bu Mektub’un İkinci Mebhas’ı hırsın zararları ile ilgilidir.

62- Allah’ın isimlerinden biri El-Müntakim olduğuna göre intikam aynı zamanda İlâhî ve dolayısıyla insanî bir sıfattır denilebilir. Adalet için önemli olan, intikam duygusunun adaletle teskin edilmesidir. Oysa Bediüzzaman intikamdan vazgeçmeyi ve af ve merhameti tavsiye etmekle mü’mine dünyevî adaletten daha ileri bir seviyeyi tavsiye etmektedir.

63- Böylece insanın kendi şahsını sevmesinin aslında dünya hesabına ve dünyaya ait şahsiyet olarak kendisini sevmesi biçiminde değil, uhrevî şahsiyetini düşünmek biçiminde olması gerektiği de anlaşılmaktadır.

64- Bediüzzaman’a göre dünyanın üç yüzü vardır. Esma-i İlâhiyeye bakan birinci yüzü ve ahiretin tarlası olan ikinci yüzü; dünyanın, üzerinde niza edilemeyecek kadar nuranî ve rekabetsiz biçimde herkesi tatmin edebilen yüzleridir. İnsanın hevasatına bakan üçüncü yüzü ise fani olduğundan rekabete ve kıskançlığa sebep olur.

65- Bediüzzaman, Risâlelerinde, dünyayı maddî cihad anlayışına göre ikiye bölen bir kavramlaştırma olan dar-ul harp ve dar-ul İslâm tasnifine özel bir anlam yüklememektedir. Buna karşılık birçok yerde, bu ikisinin dışında bir alan olarak, dar-us sulh de denilebilecek bir ortamın temel niteliğini ifade etmek üzere “sulh-u umumi”den söz etmektedir. Buradaki sulhkârâne muamele de bir yönüyle bu amaca hizmet etmektedir.

Ayrıca, özellikle mü’min düşmana karşı sulhkârâne muamele özellikle önemlidir.

66- Bu cümle her insanın fıtratında (tabiatında) bir duygu olarak adavete ve muhabbete kaynaklık eden manevî cihazlar bulunduğunu kabul etmemizi gerektirmektedir. Önemli olan, bu cihazı ve diğer cihazları Allah namına kullanmak ve nefis adına kullanmaktan sakınmaktır.

67- Bu ikinci cümle ise adavetin kuvveden fiile çıkmasında (potansiyelden çıkıp iradî bir düşünüşe dönüşmesinde) damara dokundurmanın önemine işaret ediyor olabilir.

68- Bu risâlenin sonundaki hatimede gıybet [Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.] şeklinde izah edilmiştir.

69- “Gıybet gibi şeyler” denildikten sonra ayrıca bir de “muktezasıyla” denilmesinin sebebi şu olabilir: Gıybete maruz kalan da mukabil gıybete yönelebilir. Ya da intikam almaya kalkabilir. Bu durum, gıybet edenin, kendisini savunma adına yanlışta ısrar etmesine sebep olabilir. Nitekim paragrafın sonundaki “haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmek” bu tür bir tepkisel davranış olabilir. Bu ise, aslında “iyi” olan hasmı şeytan gibi görmek ve göstermekle sonuçlanabilir.

70- Bu konunun aşağıda Beşinci Vecih’te yer alan “ikinci sual”e cevap kısmındaki açıklama ile de ilgisi vardır. Ancak Bediüzzaman konuyu esasen orada değil bu vecihte ve siyasetin de hedefi olan dünyanın Allah’ın rızası karşısında hiçbir şeye değmeyeceğini anlattıktan sonra açıklamaktadır. Zira haksızlığı hak bilmenin ve haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmenin en önemli ortamı siyaset “arena”sıdır.

71- Bu fena neticeleri sadece dindarlıklarını öne çıkarmış olan siyasî parti ileri gelenleri ya da liderleri üzerinden düşünmek ciddî bir yanılgı olur. Aynı risk risâlelerden beslenen ve siyasetle şu ya da bu şekilde ilgilenen kişilerin de karşı karşıya olabileceği bir risktir. Üstelik bu kişilerin din adına siyaset yapmaya karşı çıkmaları ve Bediüzzaman’ın izin verdiği ve kerhen de olsa desteklenmesi konusunda işaret ettiği türden bir siyaseti yürüten parti içinde siyaset yapıyor olmalarının da bir önemi yoktur.

72- Bu konu Bediüzzaman’ın Birinci Said dönemi eserlerinden Hutbe-i Şamiye’de (s. 52) şu şekilde aktarılmaktadır:

[Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” Bunun için, Eski Said ‘şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.]

Buradan da anlaşıldığı üzere siyaseti terk etmek, Bediüzzaman’ın İkinci Said dönemine (1920-1925 ve sonrasına) ait bir tavrı değildir. Yine buradan anlaşıldığı üzere Bediüzzaman’ın terk ettiği siyasetten kasıt, dini siyasete yani kamu düzenine ve devletin devam ve bekasına alet eden siyasi yaklaşımlardır. Yoksa devlet idaresi anlamındaki siyasete yön vermeyle ilgili olumsuz bir tutum anlamında değildir. Nitekim Hutbe-i Şamiye’de yukarıdaki bahsin hemen üstünde [Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki…] demek suretiyle siyaset-i İslâmiye yani “İslâmî siyaset” ya da “İslâmî devlet” için dahi dinin alet edilemeyeceğini kabul etmektedir. Gerçekten devleti kurtarmak için dini alet etmek de toplumda dinin birleştirici yönünün bir sonucu olan uhuvvetin bozulmasına sebep olabilecek türden tehlikeli bir siyasî yaklaşımdır. Bediüzzaman’a göre siyaset ve devlet ancak ve sadece bir araçtır ve dinin hürriyet içinde yaşanmasına alet edilebilir. Din ise zaman zaman ifade edildiğinin aksine, Allah’ın rızasını kazanmak hariç hiçbir şey ve özellikle de “insanın mutluluğu” için araç değildir.

—DEVAMI HAFTAYA—

30.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır