Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Huzur istersek

Siyâset hassas insanlar üzerinde dâimâ kötü te’sîr yapmıştır.

Hele, bendeniz gibi, bu işlerden anlamayan kişilerin âsabının bozulması –şimdilerde vücûd kimyâsının değişmesi mi diyorlar– kaçınılmaz bir durum oluyor. Allâh’a sonsuz şükürler ediyorum ki, Risâle-i Nûr’un ölçüleri ile hâdiselere bakınca, her işde Rahmet-i İlâhînin izini görüp; soğukkanlılıkla olan biteni değerlendirebiliyoruz. Aksi halde ya şaşkınlıktan olmayacak işlere kalkmak veya aklın iz’âcından kurtulmak için sarhoşluktan başka yol kalmayacaktı…

Temeli sağlam atılmayan bir düşünce sisteminde, her hâdiseyi kendi açısından yorumlayarak, zeytinyağı gibi dâimâ suyun yüzüne çıkanlara bir şey demiyorum. Ancak, Kur’ânî tefekküre mensûb olmaktan bahsedip, nefsânî vâdîlerde kanat açmak en azından samîmiyetsizliktir diye düşünüyorum. Dayandığımız noktanın meşrû ve sağlamlığı kadar, kullandığımız vâsıtaların da hak ve hakîkate uygun olması gereklidir. Aksi halde, galip gelinse bile mağlûp olmuşuz demektir…

Bizlerin gayesi, evvelâ ve bizzât dünyânın elde edilmesi değildir. Dünyâyı âhirete bir tarla ve bir basamak saymakta olanlar için bundan tabiî ne olabilir? Gerçi, çoğu kere, bu düşüncemizi ve inanışımızı karşımızdakine anlatmak ve kabûl ettirmekte zorlanmışızdır. Herkesin âlemi kendi aynasının rengine büründüğünden, muhâtaplarımızın bizi anlamakta güçlük çekmelerini de yadırgamamalıyız!

İnsanlar için –belki de bütün varlıklar için– yapılabilecek en büyük iyilik ne ise, bizler onu yerine getirmekle vazîfedârız. Büyük bir iddiâ! Ama, hakîkatte öyle değil midir? Her varlığın değerini hiçlik ve yokluktan çıkarıp; en büyük şerefe, en büyük mensûbiyete, en büyük makama yükseltmek az iş midir? Ebedî bir hayâtın, ebedî saâdet içinde geçmesini sağlamak için çalışmanın kıymetini takdîr etmemek mümkün müdür?

Hasbelkader, üzerimize yüklenen bu büyük vazîfeyi, lâyık olduğu sûretle yerine getirmek kadar önemli bir mes’ûliyet olamaz. Çok şerefli ve fazîletli olan bu görevin ücreti de o nisbette büyüktür. Onun için, geçici ve basit menfaatlere meyledip, elimizdeki ni’meti zâyî etmemek gerektir. Gözlerimiz dâimâ büyük hedefte olmalı; aklımıza duygularımız yardım etmelidir. Cihângîr bir pâdişâhın huzûru ile müşerref olmuş ve neferin, en üst askerî rütbe için bile olsa, bir derebeyinin kumandası altına girmesi akıl kârı değildir!

Evet, nefse ve hayvânî duygulara hâzırda olan, üç kuruşluk bir fayda; ileride alınacak pek büyük bir ücretten daha iyi gibi görünebilir. Fakat, âhirette ele geçeceği umulan mükâfâtın dünyâ menfaatleriyle kıyâs edilemeyeceği açıktır. Bunun sâdece ümîdi bile cihâna değer… Târîhin şâhitliği bir tarafa, bizler de mutlaka etrâfımızda bu hâle dâir pek çok örnek görmüşüzdür. Hattâ, vicdânımızda bu hazzı yaşamışızdır.

Sevdiklerimizin uğradıkları ufak bir musîbete bile tahammülümüz yoktur. Nasıl olur da, kendimiz dâhil, bütün mahbûblarımızın ebedî bir hayâta kavuşmamız ve orada ebediyyen mes’ûd yaşamamız dünyevî bütün lezzetlerden üstün olmaz? Dünyâda zindanda bulunan bir bedene, rûhun ve kalbin râhatını sağlayabilecek yalnız iç huzûru değil midir? Bu da ancak hakka ve hakîkate olan inançla ve geleceğe olan ümitle gerçekleşebilir. Hayatlarına muttalî olduğumuz pek çok zengin, şöhretli, kudretli kişilerin iç dünyâlarının ve vicdanlarının karmakarışıklığı ve bir türlü arzû ettikleri mutluluğa erişememeleri bu hâli isbât etmez mi?

Huzûr istiyorsak onu uzaklarda değil, kendimizde aramalıyız. Kafamızda, gönlümüzde, rûhumuzda huzûr iklîmini te’sîs etmeliyiz. Günlük hayâtın gürültüsü arasında aklımızı iptâl edecek, hissiyâtımızı köreltecek çok esbâp bulunmaktadır. Kirlenen ellerimizi sık sık yıkamak nasıl maddî temizliğin gereği ise; mânevî ve yüce âzâlarımızın temizliğinin de îmân ve ibâdet vâsıtası ile olduğunu bilmeliyiz. Varlığımızın devâmı için basit işleri yerine getirirken, mevcûdiyetimizin esâsı ve özü olan rûhî vazîfelerimizi, vicdânî mükellefiyetlerimizi ihmâl etmemeliyiz.

Merkezi kuvvetlendirdikten sonra, bu güçten aldığımız feyizle etrâfımıza faydalı olmak aslî işimizdir.

Hakîkatle pekişmiş ve ihlâsı kazanmış bir kalbin, bir aklın başaramayacağı iş yoktur. Nefis ve kalp dâiresini islâh etmiş bir mü’min; bütün dünyâyı kurtaracak bir kabiliyete erişmiş demektir. İnsanlık târîhinde buna misâl çoktur. Tek başıyla, hakkın karşısında duran bütün dünyâyı dize getirmiş bir örnek isteyen, Hz. Muhammed’in (asm) hayâtına baksın! O’nun binlerce muakkibleri, aynı yolda yürünebileceğini ve Allâh’ın izniyle muvaffak olunabileceğini kendi asırlarında yaptıkları insanüstü hizmetlerle tekrâr be tekrâr ispâtlamışlardır. Yollar bizim için de açıktır. Hedef bizin için de seçiktir. Cenâb-ı Hâlik yapımızda aynı isti’dadı dercetmiştir. Ma’zeret bulmak, mes’ûliyeti kaldırmayacaktır…

Ekrem KILIÇ

18.06.2008


“Artık bu iş bitti” mi?

28 ŞUBAT döneminde, başörtüsü yasağından dolayı akademisyenliğe veda etmiş birisi olarak gelinen noktayı, geçen yılları, oynanan oyunları gözlemleme imkânı buldum.

Her defasında başörtüsü üzerinden siyaset yapanların ve muhaliflerin sözlerini, beyanatlarını, karalamalarını, çirkin siyasetlerini duydukça, beni ilgilendiren ama benim hiç olmadığım yorumlar olarak değerlendiriyordum.

Bu meseleyi rejim tartışması haline getirenler, ‘cumhuriyetin temel niteliklerine ters düşüyor’ diyenler çıktıkça, evimin köşesinde cılız bir ‘hayır’ sesiyle ancak mukabele edebiliyordum.

“Gerçekten bir rejim problemi mi taşıyorum” diye kendimi yokluyor, tam tersi cumhuriyete, belki bu siyaset yapanlardan daha fazla bağlı olduğumu, üstelik inancım gereği bunun böyle olması gerektiğini biliyorum, ama yine sesimi duyuramıyorum.

BENİMLE İLGİLİ, AMA BEN YOKUM.

Diyorlar ki “mahalle baskısı, açık kapalı ayrımı olur”, etrafıma bakıyorum, marjinal düşünce sahiplerinden ve devletin zirvesinden başka (siyasîlerden başka) bu meseleyi böyle düşünen olmadığını, toplumun böyle bir derdinin bulunmadığını, benim de böyle bir derdimin olmadığını düşünüp, “hayır, öyle bir şey yok” diyorum, ama yine sesimi duyuramıyorum.

BENİMLE İLGİLİ, AMA BEN YOKUM.

“Sen bu ülkede tehlikelisin” diyenlerin, eğitim, sağlık, çalışma… hatta ellerinden gelse hayat hakkımı da elimden alacaklar diye zaman zaman düşünüyorum. İçimde bazı duygular depreşiyor.

Nasıl bir ülke? Devletime güvenimi yitiriyorum, ama ümitsiz değilim. Bir köşeye çekilmiş de değilim.

Karmaşık duygular içerisindeyim. Asker olan kardeşim, Hakkâri Yüksekova’da operasyonlara katılıyor. Ve her defasında şehit haberlerini duydukça, dudaklarımdan, “Benim kardeşim olmazsa, başka bir evlât oraya gidecek, olsun, ölüm Allah’ın emridir. Bu borç ama bu gün ama yarın ödenecektir. Hiç olmazsa vatan savunmasında şehit unvanı kazanarak öder” diyorum. Vatan sağolsun cümleleri gözyaşlarıma karışık dökülüveriyor.

Sonra yine soruyorum kendime. Ben ve kardeşim aynı vatanın, aynı memleketin, aynı anne babanın evlâdıyız. Neden bana tehlikelisin diyorlar, kardeşime de sen bize lâzımsın diyorlar, çözemiyorum.

Acaba başörtüsü yasağını koyanlar ve dindar görünümlü bir partinin eliyle Müslümanlara bunu yapanlar daha mı vatanperver, daha mı rejimi düşünürler diye düşünüyorum. Söylemlerine bakıyorum, gerçekten onlar da vatan, millet diyorlar. İcraata bakıyor, hiç de öyle olmadıklarını görüyorum.

Bu milletin maddî ve manevî kazanımlarını, fedakârlıklarını, hizmetlerini, sorumsuzca kullanan, devletin önemli kurumlarına yıllar önce çöreklenen kuklalar, kendilerini çok akıllı zannedip, milleti aptal yerine koyanlar...

Muhafazakâr demokrat unvanına talip olup, hiç de yakışmayan bu unvanla millete din ve özgürlük açısından en büyük zararı veren bazı siyasetçiler, benden daha mı vatanperver, daha mı cumhuriyetçi olduklarını düşünüyorum, ama yine kocaman bir hayır çıkıyor.

Yoksa, Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Zaman olur zıt zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Haşiye: Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder. Hamiyet libasını hiyanet ucuz giymiş. Cihad ve gazaya baği ismini takmış. Esaret-i hayvanî, istibdat-ı şeytanî hürriyet nam verilmiş. Zıtlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekanî.” (Sözler, Lemaat, s. 647)

Seçimlerden önce, yazmış olduğum bir yazımda, ‘aç olan canavara karşı sevgi gösterisinin, onun merhametini değil iştihasını açacağını, sonra da tırnağının ve dişinin kirasını isteyeceğini’ belirtmiştim. İşte gelinen nokta tam burasıdır.

Asrın müceddidinin sözlerine kulak vermeyenler, din ve özgürlüklerle ilgili meselelerinin çözümünü sadece kendi oylarında ve seçtikleri siyasî partide görenler tam bir tokat yemiş görünüyorlar. Fakat öyle musibetlerden sakının ki, geldiği zaman zalimi de mazlûmu da götürür âyeti gereği, bütün ülke olarak bu tokadı yemekteyiz.

İşte bu noktada bizler ümitsiz değiliz. Sebeplerin sükût ettiği anlar, eğer hatamızı anlarsak, umumî günahlara umumî tövbe edersek, İlâhî yardım pek yakındır. Gecelerimiz çok karardı aydınlık yakın olacaktır. Belki bu Anayasa Mahkemesi kararı sebeplerin son noktasıydı. Artık ‘La ilahe illa ente süphaneke inni küntü minezzalimin’ deme zamanıdır.

Demek esbabın tesiri yok. Demek yüzde otuz, kırk, elli çoğunluğun hükmü yok. Müsebbibü’l-esbaptan başka sığınılacak melce yok. Bunu millet olarak aynel yakin gördüğümüz andır, bu an.

O halde Rabbimize iltica edip demeliyiz ki, aleyhimize ittifak eden kanunlar, ehl-i dalâlet, ehl-i siyaset… ve en başta bir türlü hilesini anlamak istemediğimiz nefsimizin desiselerine karşı, bütün zararları def edecek yalnız O zat olabilir. Çünkü halde, istikbal de biz de nefsimiz de O’nun taht-ı idaresindedir.

“Artık bu iş bitti” diyen felâket çığırtkanlarına ve medya kargalarına bir şeyi hatırlatmak gerekiyor; Gelecek sizin öyle zannettiğiniz gibi karanlık olmayacak. Çünkü nur-u iman ve Kur’ân mehtabı istikbalimizi aydınlatacak. Gecemiz, ünsiyet ve tenezzühe çevrilecek.

Bu müjdeler elbetteki haktır. Fakat bizlerin ümitsiz olmaması, yaşadıklarımızdan ders çıkaran nazarlarımız, ehl-i iman olarak kendi içimizdeki kısır çekişmelerden vazgeçişlerimiz, ferasetli bakış açılarımız ve bu doğrultuda vereceğimiz kararlara bağlı olarak tahakkuk edecektir.

Koca kâinat taht-ı tasarrufunda olan Cenâb-ı Hakkın kudretine, kâinat içinde küçücük dünyanın, dünyanın içinde küçücük Türkiye’nin, bir meselesini halletmek mi zor gelecek?

Bütün bunları okumamız gerekiyor. Beşerin zulmettiği bu noktalarda, kaderin adaletini düşünüp, hangi günahımızla, hangi zulmümüzle, hangi ihmalimizle kadere fetva verdirdik diye düşünme zamanıdır.

Yoksa, aslı bırakıp, yine benimle ilgili ama benim olmadığım siyasî çekişmelere, kulak kabartarak, gelişmeleri an be an takip ederek, hatta basiretsiz bir yaklaşımla, “görürsünüz siz, bundan sonra oylarımızı nasıl arttıracağız” tavırları, kaderin bizi tekrar tekrar tokatlayacağı anlamına geliyor.

Bırakalım, lâtifelerimizi, basiretimizi, irademizi, himmetimizi bağlayan kavgaların, çekişmelerin takibini. Öze dönelim, biraz daha okuyalım, biraz daha fazla duâ edelim, biraz daha hizmet himmetimizi arttıralım.

Mevcut siyasî partiye son olarak şunu söylemek istiyorum; “İptal-i hak için çalışan adam, haktan yardım ve merhamet talep edemez.” Yani bir zulmete düşen evvela kendini kurtaracak bir sese kulak verir, hükmü gereği, şu an kapatılmakla tehdit edilen bu siyasî düşünce, kalkıp özgürlük konusunda mı çaba sarfedebilecektir?

Görünen o ki, bazıları sonlarını kendileri hazırladılar.

Yasemin YAŞAR

18.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır