Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Allah'tan korkun ve birbirinizin arasını düzeltin. Çünkü Allah, Kıyâmet günü mü'minlerin arasını adaletiyle düzeltecektir.

Câmiü's-Sağîr, No: 1827

18.06.2008


Birtek adamı sevmek yolunda...

[Reisicumhura gönderilen istidanın

zeylidir ki, mecbur oldum yazmaya]

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki:

Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

Ben de beş yüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları, beni yirmi senedir bahanelerle tazip ediyorlar.

Evet, mahkemede ispat ettiğim gibi, “Şerefler, müsbet hayırlar, maddi-manevi ganimetler orduya, cemaate verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide-i hakikatle, “Kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez; belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir” diye, beni onu sevmemekle itham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla itham edip, onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikati mahkemede ispat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da ispat etmeye hazırım. Ben, bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim; hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, birtek adamı sevmek yolunda milyonlar efrada mânen ihanet, belki adavet ediyorlar.

Evet, çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim:

O, beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkıyeye vaiz-i umumi yapmak için, Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni, onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azap çektim, dünyalarına karışmadım.

Birinci madde: Bir hadis-i şerifin, ahirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’âliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânâsı çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın üçüncü esasında izahı var.

İkinci madde: Birşeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, birtek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattir. Umumun dillerinde “Tahrip, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur. Bu kat’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar, o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise, ordunun kahramanlığından geldiğinden, o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lazım gelirken, bütün bütün aksine olarak, cemaatin hayrını baştaki bir ferde; ve o ferdin şerrini cemaate vermek, dehşetli bir haksızlık olmasıdır.

Üçüncü madde: Cemaatin hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaate isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünkü, nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır; ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, birtek gazi olur; o binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o birtek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mes ul eder ve cezaya çarpar. Aynen öyle de, meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beş yüz, belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’ân bayraktarlığını kılıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle o kusurlar binler derece ve erkanları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcup ve mes’ul eder. Ve mevcut şerefler, zaferler tek adama verilse, binler derece küçülür, erkan ve efrad adedince gazilik ve hayırlar birtek hükmüne geçer, söner; daha kusurlara karşı kefaretü’z-zünub olmaz.

İşte bu sebepler içindir ki, ben, onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risâle-i Nur ile çalıştım.

Emirdağ Lâhikası, s. 247

18.06.2008


Nur literatüründe üç kelime: Talebe, kardeş ve dost (1)

Nur hizmetlerinde kişiler, hizmet içindeki konumuna göre şekillenmektedir. Bu kategorik olarak Risâle-i Nur’da üç kelime ile ifade edilir: Dost, kardeş ve talebe. Risâlelerde, özellikle lâhikalarda daha çok “kardeş” ve “talebe” kelimeleri zikredilir. Bediüzzaman yazdığı mektupların başında ve sonunda “kardeş” kelimesini daha çok kullanır.

Lâhikalarda, Hulusi Bey, Refet Bey, Sabri ve Hüsrev Efendilerin çok sayıda mektupları yer almaktadır. Barla Lâhikası’nın ilk bölümü Hulusi Beyin, ikinci bölümü ise Sabri Efendinin fıkralarına (mektup) tahsis edilmiştir. Onlara öncelik verilmesi ciddî anlamda muhatap bulunduğunu göstermektedir. Bunların gerekçeleri, Bediüzzaman tarafından Barla Lâhikası’nın başında mukaddeme1 başlığı altında beş madde olarak açıklanmaktadır. Bunlar:

1- Hulûsi Beyin gayreti ve ciddiyeti ile Sözler’in sonu ve Mektûbât’ın çoğu yazılmıştır. Sabri Efendinin samimî ve ciddî iştiyakı da Mektubat’ın üçte birini teşkil eden Mucizat-ı Ahmediye olarak bildiğimiz On Dokuzuncu Mektub’un yazılmasına sebep olmuştur. Onlar adı geçen risâlelerin yazılmasında önemli vazifeler yapmışlardır. Buradan çıkarılacak özellikler; gayret, ciddiyet, samimî ve ciddî iştiyaktır. Bunların nasıl olduğunu Hulusi Beyin ve Sabri Efendinin daha sonraki sayfalarda yer alan mektuplarında göreceğiz. Sözler ve Mektubat mecmuaları, Nur risâlelerinin ana kitaplarını oluşturmaktadır. Konu itibariyle tevhid, nübüvvet, haşir ile ubudiyet ve adalet konularının ağırlıklı ispat edildiği risâlelerdir.

2- Bediüzzaman bu iki talebesi için samimiyet testi yapmıştır. Onlar bu testlerden başarı ile çıkmışlardır. Üstada yazdıkları mektuplarında bunun örneklerini çokça görmek mümkündür. Hulusi Bey ve Sabri Efendi fıkralarını, samimî, tasannusuz, hâlisâne ve derece-i zevklerini ve o hakaike karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir sûrette yazmışlar. Onun için, o takdiratları takriz (övmek) nev’înden değil, doğrudan doğruya, mübalâğasız bir sûrette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir. Nurun saff-ı evvellerinden kabul edilen bu iki Nur talebesi ihlâs ve sadakat konusunda Üstadlarından tam not almışlardır. Bediüzzaman, daha sonra bir talebesine yazdığı mektupta Barla döneminde hizmet eden talebelerini de kastederek “Isparta kahramanları”nı övmekte ve “Sen Isparta vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın” demektedir. Örnek olarak hapishanede geçen şu olay anlatılır: “Hapishanede—Allah rahmet eylesin—mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risâle-i Nur’un elli altmış şakirtleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağnî kaldılar.” Bediüzzaman dedikodudan, gıybetten uzaktır. Talebelerini kendine çekmek isteyen şeyhe yine de duâ etmekte, mürşit ve evliya olarak da övmektedir. Onun bu hareketi müsbet harekettir. Muhataplarını üzmediği gibi muarızlarını da üzmemiştir. Kendi aleyhinde olanlara bile gıybet etmemiştir. Bunun örneklerini lâhikalarda çokça görmek mümkündür.

Nur talebelerinin o cazibedar şeyhe ilgisiz kalmaları “Risâle-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyor” ifadesiyle anlatılır. Risâle-i Nur’un farkı da şu sözlerle açıklanır: “O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risâle-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.”

Burada imanı kurtarmanın önemine dikkat çekilerek “dakik sır” olarak ifade edilir. Bu hakikati “Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş” diye belirtir. Onların bir başka özelliği de Üstadlarının “arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih” etmiş olmalarıdır. O talebesine yazdığı mektubun sonunda iman hizmetinin ne kadar önemli olduğunun altını bir kere daha çizer: “Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese, sen Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”2 Nur hizmeti yapanlara arkadaşlık yapmanın bir ayrıcalığı vardır. İnce bir sır!

3- Bediüzzaman, Hulusi Bey ve Sabri Efendileri “hakikî talebeleri” ve “ciddî arkadaşları” olarak saymaktadır. Bu arada Kur’ân hizmetindeki arkadaşlarını da “talebe”, “kardeş” ve “arkadaş” olarak tasnif etmektedir. Bir başka risâlede talebe, kardeş ve dost sıralaması yapılmaktadır. Birlikte düşünürsek, dostluk arkadaşlık içinde ifade edilmektedir. Risâlelerde az olmakla birlikte “talebe” yerine bazen “şakird” ve “tilmiz” kelimelerinin de kullanıldığını görürüz. Bu sınıflandırmada kesin çizgileri bulmak biraz zordur. Bazen merdiven basamakları gibi, bazen de tarak dişleri gibidir. Hepsi Nur dairesi içinde yer almakla birlikte, merkeze yakınlık ve uzaklık farkı ile açıklanabilir. Belki de Nur hizmetindeki yarışla ifade edilebilir. Bu özelliklerde, bu iki zat “birinciliği kazanmışlardır” diyerek dikkatleri onların üzerlerine çekmektedir. İçten dışa, yakından uzağa bir bakış vardır. Kalb dairesinden başlayan dünya dairesine uzanan vazifeleri de hatırlayalım.

Bediüzzaman talebe, kardeş ve arkadaşların özelliklerini Hulusi Bey ve Sabri Efendilerin şahıslarında şöyle açıklamaktadır:

a) İnsanlar kendilerine ait mallarına gözleri gibi bakarlar. Her türlü tehlikeden korumak için her şeylerini çekinmeden feda ederler. Onun gibi Hulusi Bey ve Sabri Efendi de Bediüzzaman’a ait her şeye malları gibi sahip çıkıyorlardı. Bir Söz (risâle) yazılsa, kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar ve Allah’a şükrediyorlardı. Adeta cesetleri farklı, ruhları bir hükmünde, hakikî manevî vereselerdir. Bir bakıma birlikte seviniyorlar, birlikte üzülüyorlardı. Bilindiği gibi üzüntüler paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır.

b) İman ve Kur’ân hizmeti öncelikli ve asıl vazifedir. Bunun bu zamandaki yolu Risâle-i Nur’a hizmetten geçmektedir.

Dipnotlar:

1- Barla Lâhikası, s. 20-21

2- Kastamonu Lâhikası, s. 56

-Devam edecek-

18.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır