"Gerçekten" haber verir 25 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Sen ancak bir sakındırıcısın. Biz seni Allah'ın rahmetiyle müjdeleyici ve azâbından sakındırıcı olarak hak din ile gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinden bir sakındırıcı gelip geçmiş olmasın.

Fâtır Sûresi: 23-24

25.07.2008


Dünya saltanatı aldatıcıdır

Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka1 efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”2

Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvâzeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.

Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.”

Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn hükûmeti ve İran’da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir sûrette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler.

İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakâik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.

Mektûbât, s. 100

***

Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”

Elcevap: “ O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.

Mektûbât, s. 57

Dipnotlar: 1- Fiten: 17; Sünen: 1; 2- El-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6: 244; Müsned, 3: 31, 33, 82.

Teahhur: Sonraya kalma, gecikme, tehir edilme.

Tenzil: Nüzul, inme.

Tevil: Yorum.

Mülûk-u Emeviye: Emevî melikleri, Emevî devletinin hükümdarları.

Takarrur: Karar bulma, karar kılma, yerleşme.

Zühd-ü kalbi: Kalp sağlamlığı, kuvvetli itikad ve takva sahibi, kalbin dünya alâkalarından kesilmesi.

25.07.2008


ŞÜKÜR KAPISINDA SON ENGEL

İnsan kendisine yapılan iyilikleri önemser. Bunların karşılığında mutlaka bir şeyler yapmak ister. Hiçbir şey yapamazsa da teşekkür eder. Minnettarlığını göstermeye çalışır.

Küçük iyiliklerde bile teşekkür duyguları taşıyan insan için, onu yaratan, yaşatan, her şeyini veren, ihtiyaçlarını ihsan eden Allah’a karşı teşekkür duygularını hissetmemesi elbette mümkün değildir.

***

Rabbimizden bize lütuflar gelir, bizden ise O’na şükürler çıkar... İnsan ile Rabbi arasındaki, böyle karşılıklı güzelliklerle sürekli gelişen ve kuvvetlenen bir alâka vardır; fakat şeytan bunu çok kıskanır, hiç hazzedemez.

O şeytan, Allah’a iman etmeyenleri, tesadüflere, kendi kendine oluvermelere, sebeplerin yaratıcı olduğuna inandırıp kalplerini şükür duygularından mahrum bırakır. Böylelikle kalplerinin Allah’ı bulduracak bu yolunu kapatmış olur.

Fakat, Allah’a iman edenlerin kalplerinde coşan şükür duygularına engel olamaz. Burada yapabileceği tek şeyi yapar: bir suyun yönünü değiştirir gibi, şükür duygusunun yönünü değiştirip adresini şaşırtmak…

***

Elimizdeki bir nimet iken, yani Allah’ın bize lütfu iken, onu sadece basit bir meyve olarak gösterir. Yetmezse geldiği memleket, büyüklüğü, kalitesi.. vs o nimetin, Rabbimizin bize ikramı olduğunu unutturacak şeylerle zihnimizi meşgul eder.

O nimetin bizim için, bizim ihtiyacımız gözetilerek, sırf biz memnun olalım diye o şekilde, tatta, kokuda yaratılışını gözümüzden kaçırmaya çalışır.

Nimetlerin tam bize göre, bizim de tam o nimetleri tadıp san'atını takdir edebilecek şekilde yaratılmış olduğumuzu görmememiz için elinden geleni yapar.

Halbuki gerçek o ki, nimetlerin değerini, san'atını, mükemmelliğini, başka canlılar değil, ancak insan görebilir. Ayrıca yaratılan güzelliklerden ve nimetlerden bu kadar haz alabilen, başka canlılar değil, sadece insandır. Ve şeytan bize verilen bu ayrıcalığı görmemizi hiç istemez.

Ancak o hasetçinin bütün gücü, vesveseler atıp kafa bulandırmaya yeter. Yolumuza döşediği muz kabuğuyla ayağımızı kaydırmak ister. İnsanın karşısına rakip olarak çıkamaz; tek yaptığı sinsi ve fırsatçı düşmanlıktır. Fakat biz düşüncemize, nazarımıza sahip olursak bize yapabileceği hiçbir şey de yoktur.

Bu noktada, Bediüzzaman Hazretleri bir vecizesi ile, şeytanın tuzaklarından kurtulup, şükür duygusuna varabilmemiz için aklımıza bir kapı açar:

“Nimetten in’ama geçsen, Mün’im’i bulursun.”

Yok iken yaratılıp, eline kadar getirilmiş bir meyveye nimet olarak bakabilmek imanın sonucudur. O meyveye sadece bir meyve olarak bakan bir nazar, zaten meyveden ötesini ne görür, ne de o meyveden hareketle bir tefekkür süreci yaşar.

Elimizdeki meyveyi bize sorsalar, elbette bir nimet olarak niteleriz. Fakat bu nazarımızı her zaman muhafaza edemeyip, gaflete de düşebiliyoruz.

İşte bu noktada yukarıdaki vecize bize ipucu veriyor: Nimetten inamı gör..

Yani nimete baktığında, sadece yiyeceğin, içeceğin bir şey değil; o ikramla nimetlendirildiğini gör. O nimetin, senin için hazırlanmış olduğunu fark et. Ve anla ki, yediğimizde, içtiğimizde, yemiyoruz, yediriliyoruz; içmiyoruz, içiriliyoruz...

Nimetlendirilmekte bir kasıt vardır. İhtiyacımızın, hesaplanarak, bilerek karşılanması vardır. Tesadüf ve rastlantı yoktur.

Böyle bir nazar bizi, o meyveden hareketle başka şeyleri görmeye sevk eder. Meselâ o meyve bizim içindir. Rengiyle, tadıyla, kokusuyla, içine konulan vitamin ve mineralleriyle, yaratılış mevsimiyle ve ihtiyacımızı karşılayacak şekilde terkip edilmesiyle, her şeyiyle bizim için yaratılmış bir meyvedir.

Bunları gördükten sonra, şükür kapısına varmamıza son bir adım kalır: Mün’im’i bulmak.. Yani, bizi nimetlendireni bulmak.

Örnek olarak, bir meyveye ve onun sebebine birkaç soru ışığında baktığımızda, Allah’a varma yolunda son perdeyi de aşmış oluruz:

Meselâ meyveler, sadece ihtiyacımızı karşılayacak şekilde, en basitinden değil de, niçin böyle dikkat çekici yaratılıyorlar?

Nimetlerdeki süsler, cazip şekiller, tatlar ve renkler, gösterişli san'atlar ne içindir?

Bir meyvenin elimize meyve olarak gelene kadar, bütün o tercihleri bizim için kim yapmıştır?

Akılsız, şuursuz, iradesiz varlıklar bu tercihleri yapamayacaklarına göre, onların—dünya imtihanının bir cilvesi olarak—sadece aracı oldukları, düşünerek bakan bir insan için çok açıktır. Gerçek şu ki, Allah, böyle yaratmakla kudretini, san'atını, düşünen insanlara bildirmeyi ve kendini sevdirmeyi arzu ediyor.

Yani elimizdeki meyveyi, bizi bilen, ihtiyacımızı gören, bize şefkat edip bizi seven, Rahman ve Rahim Rabbimiz, kendisinin merhametini ve şefkatini bilelim diye bize böyle güzel ikram ediyor.

Bunu gördükten sonra başka ne deriz ki, gönül dolusu, kâinat dolusu şükürler olsun Allahım!..

Suat ÜNSAL

25.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır