Kanun namına kanunsuzluk, umumî musibet sebebidir
Risâle-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusurâtına tokat gelir; hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”
Elcevap: Memur olmayan, veya hususî, şahsı itibarıyla hiyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevî vukuât pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hiyanet eden, ilişen, o memlekete, o biçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.
Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa “Zulüm devam etmez, küfür devam eder” kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—ahirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil edilmez.
Emirdağ Lâhikası, s. 68
***
İkinci suâl: Niçin gâvurların memleketlerinde, bu semâvî tokat, başlarına gelmiyor; bu bîçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap: Büyük hatâlar ve cinâyetler, tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler, tâcil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen, ehl-i küfrün cinâyetlerinin kısm-ı âzamı, mahkeme-i kübrâ-i haşre tehir edilerek, ehl-i imânın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir.
Üçüncü suâl: Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevap: Umumi musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir. (...)
Beşinci Suâl: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatâlara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvâfık düşer?
Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Sözler, s. 158-159
maîşet: Geçim.
tâcil: Çabuklaştırma, acele ettirme.
kısm-ı âzam: Büyük kısım.
mahkeme-i kübrâ-i haşr: Büyük Haşir mahkemesi.
eşhâs: Şahıslar.
ekseriyet: Çoğunluk.
nâs: İnsanlar.
iltizâmen: Taraftar olarak, gerekli görerek.
iltihâken: Karışarak, katılarak.
musîbet-i âmme: Umumi musibet.
cemâl-i rahmet: Rahmetin güzelliği.
şümûl-ü kudret: Kudretin kuşatıcılığı, genişliği.
muvâfık: Uygun.
Kadîr-i Zülcelâl: Celal sahibi ve herşeye kâdir olan Allah.
hilâf-ı hikmet: Hikmete zıt.
|