"Gerçekten" haber verir 21 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Washington ile Montrö sıkıntısı

Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesinin Türkiye’nin başını farklı şekillerde ağrıtacağını son yazılarımızda vurgulamaya çalıştık. Bu çerçevede Türkiye’nin, gerek NATO içinde, gerekse NATO dışında olan ittifak ilişkilerinde yeni sıkıntıların doğabileceğini de göstermeye gayret ettik.

Buradaki temel sorun, Türkiye’nin ittifak ilişkisi içinde olduğu ABD ile büyük ekonomik ve siyasi çıkarları olan Rusya arasında sıkışıp kalmasıdır. Şimdi bunun canlı bir örneğini yaşayabileceğimizi gösteren bir gelişme ile karşı karşıyayız.

O kadar ki, ABD’de daha şimdiden “Türkiye Amerika’ya tezkere kazığının bir benzerini atmaya hazırlanıyor” türünden yaygara koparanlar var. Burada tabii ki Washington’un Gürcistan’a insani yardım taşıması için göndermek istediği söylenen savaş gemilerden söz ediyoruz.

ABD Genelkurmay Başkan Yardımcısı James Cartwright geçen hafta yaptığı bir açıklamada, Washington’un, Gürcistan’a iki adet insani yardım amaçlı hastane gemisi gönderme üzerinde çalıştığını söylemişti.

Pentagon sözcüsü Bryan Whitman’ın, önceki gün, Türkiye ile ABD donanmasına ait gemilerin Boğazlardan geçişini temin edecek bir anlaşma üzerinde çalıştıklarını söylemesine rağmen, Dışişleri Bakanlığından öğrendiğimiz kadarıyla düne kadar bu konuda Ankara’ya resmi bir talep gelmedi.

İnsanî yardım gönderilecek

Buna karşın dışişleri çevreleri, çok iyi ilişkiler içinde olduğumuz Gürcistan’ın söz konusu olması nedeniyle, Türkiye’nin bu ülkeye yapılacak her türlü insani yardım için, yasal sınırlar içinde kalmak suretiyle, gerekli her türlü kolaylığı gösterdiğini ve göstereceğini vurguladılar.

Ankara’daki ABD Büyükelçiliği kaynakları ise Türkiye ile, deniz yolu dâhil olmak üzere, Gürcistan’a insani yardım göndermenin çeşitli yolları üzerinde durduklarını, ancak Boğazlardan gemi geçişleri konusunda henüz resmi bir talepte bulunmadıklarını doğruladılar.

Ancak, Pentagon sözcüsü Whitman’ın sözleri, henüz gelmediyse de Ankara’ya önümüzdeki günlerde bir talebin gelebileceğini ortaya koyuyor. Bu sözler ayrıca, akla diğer bazı soruları getiriyor. Bunların başında da, bu gemiler için niçin, Whitman’ın ifadesiyle, “bir anlaşma üzerinde çalışıldığı” sorusu geliyor.

Zira bu konuda bir “antlaşma” zaten var. Bu da 1936 tarihi Montrö Antlaşması. B u anlaşma ise Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini sıkı kurallara bağlamış bulunuyor.

Bu nedenle, ABD savaş gemilerinin Boğazlardan geçişleri de sınırlamalara tabi. Her şeyden önce ABD, 15 bin ton üstündeki savaş gemilerini Boğazlardan geçiremez. Buna denizaltıları da dâhil. Bu tonajın altında ki gemiler in geçişleri ise 15 gün önceden istenmesi gereken izne tabi.

Ancak iş bununla da bitmiyor. İzini alan ülke Boğazlardan aynı anda en fazla 9 gemi geçirebiliyor. Bunların toplam tonajı ise 45 bin tonu aşamıyor. Bu gemiler de Karadeniz’de en fazla 21 gün kalabiliyor.

“Hastane gemileri”ne gelince, geminin kaptanı subay olarak silahlı kuvvetlere kayıtlı ise, mürettebatı da askeri disipline tabii ise bu bir “savaş gemisi ” sayılıyor. Bu nedenle de yukarıda zikredilen koşullar bu gemiler için de geçerli oluyor.

Deneme girişimleri

“Montrö Antlaşması” denince, Türkiye’de ilk anda danışılacak isimlerin başında Uluslararası Hukuk Profesörü Hüseyin Pazarcı gelir. Kendisiyle dün bu konuyu konuştuk. Halen DSP Balıkesir milletvekili olan Pazarcı, Washington’un eskiden beri Boğazlar konusunda “deneme girişimlerinde” bulunduğunu belirterek şöyle konuştu:

“ABD, sağlık malzemesi v.s. der ve bunun yarattığı muğlâklıktan yararlanmak ister. Bunlar deneme girişimleridir . Bir formülle boğazları açamaya ve bu yolu da sonra genişletmeye çalışır. ”

Pazarcı’ya Türkiye’nin bu durumda ne yapması gerektiğini sorduğumuzda, Ankara’nın elinde “kitabi davranıp kurallar uygulamaktan başka bir seçeneğinin olmadığını” söyledi. “Aksi takdirde Karadeniz’de dengeler bozulur ve bundan en çok zarar gören ülke de Türkiye olur” diye ekledi.

Yokladığımız dışişleri çevreleri de aynı görüşteler. Bu nedenle Washington’un Montrö’nün gerçekleri karşısında anlayışlı olmasını beklediklerini söylediler. Buna karşın Türkiye’nin, insani yardımını hava yolundan Gürcistan’a ulaştırabilmesi için ABD’ye her türlü kolaylığı gösterdiğini vurguladılar. Bu yolun herhangi bir sınırlamaya tabi olmadığını da belirttiler.

Milliyet, 20.8.2008

Semih İdiz

21.08.2008


 

AKP adı ile yola devam!

AKP’liler kapatılmaktan kurtuldular!

Ama kapatılmaktan beter bir durum ile baş başa kaldılar!

Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kapatmama kararı AKP’yi aklamadığı gibi bir de suçunu sabitleştiren bir karar olarak karşımızda duruyor!

Yani AKP tamamen köşeye sıkıştırılmış bir vaziyette!

Bu durumda yola AKP adı ile devamın güçlükleri ortada!

Sağa baksalar suç, sola baksalar suç!

Herhangi bir konuda görüş açıklamaya kalkışsalar kendilerini hemen suçlu sandalyesinde bulacaklar!

Yani “Velev ki” diye başlayan cümleler bile kuramayacaklar!

Hal böyle olunca AKP kurmaylarına önemli görevler düşüyor!

Böyle eli kolu bağlanmış bir parti ile yola devam etmek yerine, AKP’yi tarihe emanet ederek kuracakları yeni bir parti yola devam etmeyi hiç düşündüler mi acaba?

Bilemiyoruz böyle bir planları ve hazırlıkları var mı?

Hani karar açıklanmadan önce pek çok planları olduğunu söylüyorlardı.

A planı, B planı, C planı gibi bir sürü plandan söz ediyorlardı!

Bu duruma göre bir ön hazırlıkları varsa AKP kurmaylarını alınlarından öpmek gerek!

Yani daha önceden böyle bir durumu öngörmüşler ve “Partimiz kapatılmaz ama eli kolu bağlı bir hale sokulursa, o zaman, nasıl davranırız, ne yaparız?” diye bir hesap yapmışlarsa ne ala!

Hal böyle ise hemen o planlarını devreye sokmalarında yarar görürüz!

Zira AKP bu davadan çok hırpalanmış, çok örselenmiş bir halde çıkmış bulunmaktadır!

Tabir caizse suçu sabit görülmüş ancak verilecek ceza hafifletilerek AKP’ye bir şans daha tanınmıştır.

Bir bakıma AKP’nin durumunu Ergenekon davası kapsamında önce tutuklanan daha sonra belli aralıklarla Emniyete giderek “Ben buradayım” deme şartı ile salıverilen eski rektör Alemdaroğlu’na benzetmek bile mümkün!

Alemdaroğlu görünüşte serbest ama sürekli Emniyete giderek “Bir yerlere gitmedim ben buradayım” demek zorunda!

AKP de kapatılmadı ama Mahkemece sabit görülen suçu nedeniyle bazı kelimeleri ağzına almamak zorunda! Bazı konularda görüş açıklamamak mecburiyetinde! Böylesine eli kolu bağlanmış ve köşeye sıkıştırılmış bir parti ile yola devam etmekse gerçekten çok zor! Aslında Edibe Sözen hanıma gösterdikleri tepki ne demek istediğimizi çok iyi anlatıyor!

Belki Anayasa Mahkemesi’nin yapmadığını AKP kurmayları yapmak durumunda kalacaklar ve partilerini kendi elleriyle kapatarak yük haline gelen AKP adından kurtulmayı deneyeceklerdir.

Belki de bizim bilmediğimiz başka formülleri vardır.

Büyük bir ihtimalle de daha da sinerek etliye sütlüye karışmayan bir politika izleyerek yollarına devam etmeyi sürdüreceklerdir.

Ne yapacaklarını zaman içinde göreceğiz!

Şimdilik bildiğimiz ve gördüğümüz AKP adının taşınması güç bir yük haline geldiğidir.

Millî Gazete, 20.8.2008

Zeki Ceyhan

21.08.2008


 

Yeni baştan

Tuhaf memleket burası, tuhaf. Hastalanmış bir yer.

Bünyesinde bir tümör var sanki.

Bence o tümör, ordunun ve yargının siyasetteki rolü.

Orduyla yargıyı siyasetten çıkarmadıkça bu ülkeyi düzeltmeye imkân yok.

Ne yaparsanız yapın sürekli ateşlenir burası.

Bu iki kurumun siyasetle ilişkisi, bütün hayatın ritmini bozuyor.

Üstelik siyasetle iç içe olduklarından kendi mesleklerinin gereklerine göre değil, siyasetin gereklerine göre davranıyorlar.

Ve biz hem ordusuz hem yargısız kalıyoruz.

Ordusu olmayan, yargısı olmayan, siyasi bir özgürlüğe alan açamayan sıkışık bir hal alıyoruz.

Şu meşhur Dağlıca baskınını hatırlıyorsunuz değil mi?

Çok kuşku verici bir olaydı o.

İlk önce bütün suç, esir düşen sekiz askerin üstüne yüklendi.

Bizim gazete, durumda bir gariplik olduğunu sezdi.

Olayın üstüne gittik.

Ve gittikçe de, birtakım karışık işlerle karşılaştık.

Baskın yapılacağı önceden biliniyordu.

PKK’lıların geldiği, yığınak yaptığı görülmüştü.

Baskını haber veren istihbarat raporları vardı.

Ama hiçbir önlem alınmamıştı.

Alınmadığı gibi de PKK’nın saldıracağı yolun üstündeki kuvvetler azaltılmış, baskına uğrayacak taburun projektörleri yakılıp açık bir hedef haline getirilmiş, subayların önemli bir kısmı izne gönderilmişti.

Taburun komutanı da düğüne gitmişti.

Ne oldu Dağlıca’da, diye sorduk.

Bugüne dek Genelkurmay Başkanlığından açık net bir cevap gelmedi.

Onca “hata” nasıl yapıldı, bilen yok.

Genelkurmay, “gerekli önlemler alınmıştı” dedi ama ortada pek bir önlem de gözükmüyordu.

Şimdi bu kuşkulu durumu daha da kuşkulu hale getiren başka bir gerçek çıktı ortaya.

Dağlıca’nın tabur komutanı, daha sonra Ergenekon sanıkları arasına katılacak bir hanımla haberleşiyormuş.

Komutanla, Ergenekon sanığı arasında ciddi bir haberleşme trafiği yaşanmış.

İnanmayacaksınız ama tabur komutanı, tabur mevzilerini ve PKK gözetleme noktalarını gösteren bir fotoğraf göndermiş Ergenekon sanığına.

Üstelik yazışma biçimlerinden, aralarında çok ciddi bir “ideolojik” birliktelik olduğu da seziliyor.

İnsan, dostlarıyla haberleşir, onlar da iyi dostlarmış birbirlerine mektuplar gönderiyorlarmış desek, dünyanın neresinde, hangi tabur komutanı karargâhının fotoğrafını “internet” üzerinden bir tanıdığına gönderir?

Önemli noktaları o fotoğrafın üzerinde işaretler?

Askerlik kurallarına uyar mı bu?

Bir de, tabur komutanının fotoğraflar gönderdiği “yakın dostu” bir Ergenekon sanığı çıkıyor.

Şaşırtıcı bir tesadüf, değil mi?

İnsan, “neler oluyor” diye sormadan edemiyor.

Fevkalade kuşkulu bir baskının hedefi olan bir karakolun komutanı, bir Ergenekon sanığının yakını.

Yazışmaları, Ergenekon dosyasına giriyor.

Ve, Dağlıca ile Ergenekon bir yerde buluşuyor.

Bazen bana öyle geliyor ki bütün “kuşkulu” olayların hepsi, sonunda öyle ya da böyle Ergenekon’la buluşacak.

Baksanıza Dağlıca bile Ergenekon dosyasının içinden çıkıverdi.

Bir ordu siyasetin içinde bulunmamalı.

Hiçbir zararı olmasa bile orduda çok ciddi disiplin zaaflarına yol açıyor siyaset merakı.

Üstelik, karşılaştığımız olaylar “disiplin zaafı” kavramını da çok aşıyor.

Çok başka sorular yaratıyor.

Mesela, orduda daha kaç tane “Ergenekon sanıklarıyla haberleşen” subay var diye merak ediyorsunuz.

Bunlardan kaçı o “dostlarına” gizli kalması gereken belgeler gönderiyor?

Neden ordu bu subaylar hakkında hiçbir önlem almıyor?

Ordu niye Dağlıca konusunda dişe dokunur bir açıklama yapmıyor?

Niye suç o sekiz askerin üstüne yıkılmaya çalışıldı en başta?

Dağlıca ile ilgili bir soruşturma varsa, bu soruşturmanın sonuçları ne oldu?

Soruşturma yoksa, niye yok?

Dağlıca baskının sorumluluğu hangi seviyeye kadar yükseliyor?

Üstleri, Dağlıca komutanının Ergenekon sanıklarıyla haberleştiğini biliyor muydu?

O zaman bitmiyorlarsa şimdi biliyorlar.

Ne yapacaklar?

Bizim ordu, aynı zamanda kendini bir siyasi otorite, hadi daha açık konuşalım bir “iktidar odağı” olarak gördüğünden kimseye hesap vermek zorunda olmadığına inanıyor.

Bu, yanlış bir inanç.

Ordular, toplumlarına hesap verirler.

Onları sağlıklı ve disiplinli tutan da budur zaten.

Türkiye, orduyu ve yargıyı siyasetin dışına çıkartmadığı sürece hastalığına bir çare bulamaz bence.

Her gün yeni bir gariplikle karşılaşırız.

Üstelik de insanların hayatlarını mahveden garipliklerle.

Taraf, 20.8.2008

Ahmet Altan

21.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır