"Gerçekten" haber verir 01 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Konuşkan askerle, asker sorunu!

Asker demokrasilerde bizdeki kadar çok konuşur mu? Hayır, konuşmaz.

Askerin demokrasilerde konuşacağı platformlar elbette vardır.

Bizde de vardır.

Örneğin MGK...

Ama Milli Güvenlik Kurulu da, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la haftalık olağan görüşmeler de bizim askeri kesmez.

Daha çok konuşurlar.

Bunun için fırsat yaratırlar. Özellikle 30 Ağustos’lar bu bakımdan ideal sayılır.

Ben de bizim çok konuşan askerimizi genellikle demokrasiden örneklerle eleştiririm.

Yıllardır öyle.

Kim bilir kaç yazı yazdım.

Onlar konuşur, ben yazarım.

Ama değişen bir şey olmaz.

Asker, memleketin hemen her meselesinde konuşmayı kendisinde hak görür; akıl verir; siyasetçiye yol yordam gösterir.

Siyasetçi de ses seda çıkarmaz.

Asker kendinde gördüğü ya da kendine vehmettiği ‘kurtarıcılık misyonu’ndan bin yıldır kendini kurtaramadığı için konuşur, yetmezse muhtıra verir, yetmezse müdahale eder, darbe yapar.

Sivil de sineye çeker.

Asker konuşur ama kendisi hakkında konuşulmasından da hoşlanmaz.

Bu noktaya, Ahmet İnsel’le Ali Bayramoğlu’nun bir kitabında şöyle değinilir:

“Son kırk yılda olduğu gibi, ordu toplum hakkında giderek yüksek sesle konuşsa, ordu mensupları toplumun hemen her sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirme yetkisini kendilerinde bulsalar da, bu durumun tersi söz konusu olduğunda akan sular durur.

Toplumun üyeleri veya siyasal temsilcileri, benzer bir yukarıdan sesle, hatta çok daha pes sesli bir ifadeyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tasarruflarını sorguladıklarında, ordunun kurumsal olarak ilk refleksi bu girişimde ‘tahkir ve tezyif’ unsurları aramaktır.

Bu tehdidin yeterli veya mümkün olmadığı yerde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin psikolojik harekât stratejisinin uygulayıcıları doğrudan veya dolaylı olarak devreye girerler.

Türk Silahlı Kuvvetleri, diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından da bir o kadar rahatsız olan bir kurumdur.

Demokrasilerde genel olarak ordudan siyasal ve toplumsal konularda dilsiz olması istenir. Türkiye’deki gibi otoriter demokrasilerde ise asıl istenen, toplumun ordu konusunda ya dilsiz olması ya da konuştuğunda övücü sesler dışında bir şey söylememesidir.”(*)

Ayrıntıya girmek istemiyorum.

Ama yukarıdaki satırlarda gerçek payı büyüktür.

Evet, asker bizde çok konuşur.

Fakat kendisi hakkında konuşulmasından pek hoşlanmaz.

Bir 30 Ağustos’u daha idrak etmiş bulunuyor Türkiye. Orgeneral Yaşar Büyükanıt gitti, Orgeneral İlker Başbuğ geldi Genelkurmay Başkanlığı’na...

Hayırlı olsun.

Acaba ne değişecek?

Sivil-asker ilişkileri demokrasilerdeki olağan yerine Türkiye’de de oturabilecek mi?

Bunun için sivil siyasal güçler gerekeni yapabilecek mi? Yoksa siyaset kurumuyla toplumun bazı odaklarındaki ‘kışlaya dönüp bakma alışkanlığı’ devam edip gidecek mi?

Bilemiyorum.

Fazla umutlu değilim.

Zaman alacak bu iş.

Tatilde, Amerikalı siyaset bilimci Steven Cook’un Türkiye, Mısır ve Cezayir ordularını modernleşme ve demokrasi açısından karşılaştıran son kitabını okudum.

Bir yerinde şöyle diyordu:

“Türkiye’yi alacak olursak, orduyu siyasetten ayırmak, 2002’de başlayan ve 2004’e gelindiğinde Milli Güvenlik Kurulu’nda önemli değişikliklere yol açan Kemalist reformasyonu derinleştirmek anlamına gelir.

Ancak Türkiye’deki ‘asker sorunu’nu tamamen çözüme ulaştırmak için aşağıda sıralanan kurumsal yeniliklerin yapılması gereklidir:

(1) Genelkurmay’ı, kişinin hangi partiden olduğuna bakmadan sivil bir savunma bakanına tabi kılmak.

(2) Devlet Konseyi ve yargının öteki bölümlerini, Yüksek Askeri Şûra’yı geçersiz kılabilecek otoriteyle donatmak.

(3) Ordunun siyasete müdahalesinin gerekçesi olarak kullanılan Silahlı Kuvvetler’in İç Hizmet Kanunu’nu gözden geçirmek.

(4) Askeri akademiler ve kurmay okullarındaki müfredatı, siyasette sivil iktidarın üstünlüğünü vurgulayacak biçimde değiştirmek.” (**)

Uzun lafın kısası:

Asker sorunu...

Çözülebilecek mi?..

——————-

* Derleyenler: Ahmet İnsel-Ali Bayramoğlu; Bir Zümre, Bir Parti, Türkiye’de Ordu; Birikim Yayınları, 2004, s. 9

** Steven A. Cook, Yönetmeden Hükmeden Ordular, Türkiye-Mısır-Cezayir, hayykitap, Nisan 2008, s. 325-326.

Milliyet, 31.8.2008

Hasan Cemal

01.09.2008


 

Askerî harcamalar, hukuk, etkinlik

30 Ağustos törenlerini, bu törenlere fon teşkil eden söylemi ve daha da önemlisi bu döneme damgasını vuran komutan konuşmalarını izliyoruz ve dinliyoruz.

Daha önce de yazdım, bu konuşmaların içeriklerinde, Genelkurmay ya da Kuvvet Komutanlıkları düzeyinde yapıldıkları düşünüldüğünde, çok ciddiye alınması gereken hukuk, hatta mantık yanlışlıkları gözlemleniyor.

Üslubun bu kadar sert olmasını da bayram kavramının içeriğiyle bağdaştırmakta doğrusu zorlanıyorum.

Evrensel tanımıyla temel işlevi dış savunma olan bir kurumun tüm önemli mesajlarında hedef olarak iç siyaseti ve ‘iç düşman’ gibi hukuken saçma bir kavramı tercih ediyor oluşu da son günlerin moda tabiriyle işin daniskası.

Karadeniz’de çok önemli olaylar olurken ordumuzun komuta kademesinin dikkatlerinin hala iç konulara odaklı olduğunu görmek yine doğrusu biraz tedirgin edici.

Küremizin yeni ve içeriği çok belirsiz bir soğuk savaş dönemine girme ihtimalinin yüksekçe olduğu bir dönemde orgenerallerimizin TSK’nın bu muhtemel yeni döneme nasıl uyum sağlayacağının simülasyonlarıyla ilgilenmesini doğrusu tercih ederiz ve bu doğru yönelimin Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası açısından ‘ulus devlet, üniter devlet, laik devlet’ vurgusundan daha önemli olduğunu da söyleyebiliriz.

***

Kara Kuvvetleri Komutanı Sayın Işık Koşaner ve hemen arkasından Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ’un vurgu yaptıkları ‘ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet’ mottosundan hemen sonra 30 Ağustos günkü Hürriyet gazetesinin manşeti bu mottoyu biraz değiştiriyor, kanımca bir nebze daha olumlu anlamda ileriye götürüyor ve ‘hukuk devleti, üniter devlet, laik devlet’ biçiminde formüle ediyor.

Hürriyet gazetesinin de komutanların sürekli ve ısrarlı biçimde Anayasa’nın ‘hukuk devleti ve demokrasi’ ilkelerini gözardı etmelerinden bir parça rahatsız olduğunu ve bu nedenden hukuku hatırlatmak ya da mahallenin namusunu kurtarmak için hukuk devleti kavramını mottonun başına çektiğini düşünüyorum.

***

30 Ağustos TSK’nın ev sahipliğini üstlendiği bir bayram ve bu bayramın iç siyasete yönelik gergin mesajlar üretmek yerine askeriyemizin asli işlevinin etkinliğinin tartışıldığı, iyileştirmeler için önerilerin gündeme geldiği, bu konuya yönelik sempozyumların düzenlendiği bir platforma dönüştürülmesinin çok daha yararlı olabileceği ortada.

Tam da bu yüzden, komutanlarımızın ısrarla vurguladığı ‘ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet’ mottosu yerine ‘hukuk devleti’ vurgusunun askeriye için çok daha önemli olduğunu söylüyoruz.

Hukuk devleti saydamlık, denetlenebilirlik, ulus temsilcilerine mutlak hesap verme anlamlarına da gelmektedir ve bizde ya da başka ülkelerde askeriyenin en fazla ihtiyaç duyabileceği temel kavram olan ‘etkinliğin’ de ön koşulları bunlardır yani hukuk devletidir.

Herhangi bir alanda denetlenebilirlik yoksa orada MUTLAKA etkinlik kaybı yaşanır.

Bu temel sosyal bilim gerçeğine rağmen Savunma Sanayi Müsteşarlığı’na bağlı Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun Sayıştay denetimine yeni açılıyor olması komutanların mottosunda neden ‘hukuk devleti’ vurgusu olmadığının da bir göstergesi olabilir.

Sayın Işık Koşaner Paşa konuşmasında AB sürecine eleştiriler getiriyor ama işin çok ilginç tarafı da bu fonun Sayıştay denetimine açılması yani militer etkinliğin yükselmesi de AB’nin bir talebi.

Komutanlarımızın bir kısmının AB çekincesinin bu denetim işlerinden hoşlanmamaları olduğunu düşünmek dahi istemiyoruz.

Star, 31.8.2008

Eser Karakaş

01.09.2008


 

İncil ve Tevrat’ta müjdelenen Peygamber

“Hristiyan veya Yahudi oldukları halde Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamber olduğuna inanan kimse olur mu?” diye soranlar da var. Bir ilim adamı arkadaşın bunlara cevap teşkil eden yazısını aşağıya alıyorum:

“Muhterem hocam selamlar. Hristiyanların Hz. Peygamber’in peygamberliğini kabul edip etmedikleriyle ilgili bir hatıramı nakletmek istiyorum. Hollanda’nın Kampen Protestan Universitesi’nde bir uluslararası sempozyuma katılmıştım, tebliği sunduktan sonra yakından tanıdığım bir Protestan papaz itiraz etti bana; neden Hristiyanlık’la da ilgileniyorsun, sadece İslam’ı anlatsan daha iyi olmaz mı diye. Ben de bu mümkün değil çünkü Hz. İsa aynı zamanda bizim de peygamberimiz; Tevrat ve İncil kitabımız; biz sizin gibi değiliz; maalesef siz Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmıyorsunuz demiştim. Hollanda’nın önde gelen Protestan Papazı Dr. Slomp: “Hayır, dedi, yanılıyorsun, biz Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıyoruz.” Ve şunu anlattı: 1984 yılında Avrupa’nın 114 kilisesi toplandı, bu konuyu tartıştı ve sonunda Hz. Muhammed’in hayatının, Tevrat’taki peygamberlik kıstaslarına uyup uymadığı tartışıldı ve altı kriter birer birer uygulandı. Sonunda peygamber olduğu ortaya çıktı ve 114 kilise mensubu ortak imza ile açıkladık. Ben bu kitabı Hollandaca, İngilizce ve Fransızca olarak yayınladım. Müslümanlardan alkış bekliyorduk ama kimseden bir tepki almadık.”

Bu kitabın İngilizce versiyonunu Akgündüz hoca elde etti ve şimdi elinin altında.

Bu arada ünlü teolog Hans Küng’ün meşhur İslam kitabında sorduğu enteresan bir soru var: “Biz Müslümanların, Yunan felsefesinin etkisi altında şekillenen teslis akidesine gelmesini mi bekleyeceğiz? Neden Muhammed, bu fasit felsefeyi tashih eden ve İncil ile Tevrat’ta anlatılan beklenen peygamber olmasın!” (B. Duran).

Yeni Şafak, 31.8.2008

Hayreddin Karaman

01.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır