"Gerçekten" haber verir 03 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Zaferimiz holiday olsun!

Büyük Türk-Kürt-Arap Düşünürü İbrahim Tatlıses (her 3 millet için de düşünüyor sürekli) patlatmış Zafer Bayramı şerefine “Mustafa Kemal olmasaydı benim adım Abraham Sweetvoice olacaktı” diye.

Hakkaten. Öyle olacaktı.

Hem Arap+Kürt+Türk Yahudisi mi acaba İbrahim Tatlıses? (1 Yalçın Küçük esintilenmesi!)

Ben de Zafer Bayramı coşkusuyla donanıp (zira: “Zafer bayramımızı kutlamayanlar varsa, ZORAKİ bu ülkede kalmasınlar, başka ülkeye gitsinler. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyemiyorsa güle güle” DE buyurmuş İbrahim Sweetshit) düşüne yazdım-

Benim adım mesela Fairyqueen Madişvili olacaktı, Atatürk olmasaydı. Kemalist Tapu, pardon Nüfus Memurları, soyadlarının Madişvili olduğunu söyleyen babamın ailesine “Ne lan Madişvili? Size Mağden’i çakalım” tarzı bir ‘jest’ yapmayacaktı.

Sınıf arkadaşım Gökhan Özgün, Skyking Original olacaktı ve daha nice nice böyle mandacı muziplikler. İsimler, cisimler olacaktı yani.

Her yerin, bulvarın, meydanın, havalaanının adı da Atatürk olamayacaktı. ‘Mainturk’ ya da ‘Archaicturk’ filan olacaktı.

Pek taze idrak etmiş bulunduğumuz Zafer Bayramı Şerefine bu düşünceler üşüşürken Sn. Tatlıses sayesinde; Taraf’ta Neşe Düzel’e röp. veren Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız da şöyle buyurmuşlar: “Aleviler, Hazreti Ali’nin Mustafa Kemal Atatürk olarak geldiğine inanır.”

Yok artık!! Başka ‘ilginç’ açıklamalarda da bulunmuş Sn. Ali Balkız; ama ben Atatürk’ün Hz. Ali’nin reenkarnasyonu olduğu ilginçliği dozunda kalayım, diyorum. Daha fazla Alevi assimilasyon gayreti, dozaşımı almayayım.

Bünye, Hz. Ali’ci değil: kaldırmaz filan sonra. (Ki, Hazreti Ali’yi de çılgınca (harbiden) severim.)

Sn. Tatlıses’in ZORAKİ bu ülkede kalanlar üstüne lafı da öyle böyle değil. Geçtiğimiz yıllarda üniversite öğrencileri arasında yapılan bir anket, YÜZDE SEKSEN gibi fevkalâde feci oranlarda gencimizin ESASINDA yurtdışına tüyebilmek için yanıp kavrulduğunu ortaya koymuştu.

Ve fakat Türkler’e kapılar KAPALI. KAPALI. KAPALI. Zorla burda bulunuyor olabilirler yani. Birinci tercihten değil.

Burda patlatmışlarımız Sn. Saddam Tatlıses gibi, Yüksek Askeriyemiz gibi; kalanları, bir yere gidemeyecek olanları, sürekli kovmakla meşguller. Bu arada.

Askeriyemiz en son postmodern düşünce akımına esir düşenlerimiz’i kovmaktan beter etti, mesela.

Olacak iş değildi! Sitemkâr tonlarla ve fakat, anlayışlı Basınımızca geçiştirildi.

Bi de tabii Türk Münazaracıları hemen ‘Modern kime denir?’ ‘Post-modern nedir? ne değildir?’e koyuldular.

Ki, Askeriyemizin artık Felsefe’nin sınırlarını dahi aşan bu Yüksek Müdahalecilik Arzusu normalleşsin. Normalleştirilsin, kabul görsün bir nevi tarafları tarafından.

Hani “Ah ne münazaracı, ne latif 1 Askeriyemiz var” yaklaşımı. En güzeli.

Ben postmodern kelimesi yerine ‘postmortem’ (ölüm sonrası) lafını kullanıyorum, epeydir.

Bilmem, Askeriyemiz BU yaklaşımıma teveccüh ederler mi?

Yaratıcılık ve Entelektüalizm’in pek natürel bir bileşkesi olduğunu daha 2006 yılındaki Ağustos Konuşmalarında milletimize muştulamış olan Orgeneral İlker Başbuğ bir de şunu yineliyor: (Hem 2006’da, hem 2008’de- ne güzel!) “Türkiye, bulunduğu ZOR coğrafyada, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir risk ve tehdit yelpazesiyle karşı karşıyadır.”

Bu hem ‘4 yanımız düşmanla çevrili’nin Arabı, pardon sofistike bir terennümü, hem de “DÜŞMAN kımıl kımıldır: simetrik olur, icabında, gün olur asimetrik olur. Her yerden (postmodernler dahil) fışkırabilir. Aman biz atik, çevik, zinde ve devasa olalım. Bütçemiz filan acayip olsun. Ki, DÜŞMANa karşı 24 saat çarpı 60’ar dakika HAZIR OLALIM” uyarısı, duyurusu, ilanı-

Askeriyemizin yüce büyüklüğünün gerekliliğini de sorgulamaya kalkmayalım bir an olsun. İki an olsun; bu ZOR coğrafyanın kısmi zorluğunun Askeriyemizin ‘kadiri mutlak’ statüsünden vazgeçmeme kararlılığından da kaynaklanıp/lanmadığını sorgulamayalım. Genel olarak: sorgulamayalım.

Susalım oturalım.

Bu açıdan en güzel mesaj da Hürriyet’te Ölü Yazarlar Sayfasındaki favori yazarlarımdan Rahmi Turan’dan gelmiş pazartesi günü:

“Ordumuza eleştiri adı altında yapılan saldırılara baktıkça üzülüyor, ‘Kendi bindiğimiz dalı kesmek neden’ diye acı acı düşünüyorum.

Askeri el üstünde tutmamız gerekiyor. Ordumuz olmazsa biz neyiz ki? Bir hiçiz! Düşmanlarımız böcek gibi ezerler bizi! Bu gerçeği unutmayalım!”

“Common boy, that’s the spirit!” derdim mesela ben. Atatürk olmasaydı, ismim Fairyqueen Madişvili olsaydı ve de (o zaman tabii Türkiye’nin başında olacak olan) Amerikan Ordusu’nda ‘drill sergeant’ olsaydım.

Ertuğrul Özkök’ün ve Hürriyet Gazetesi’nin medarı dönmesi Ahmet Hakan ise 30 Ağustos Resepsiyonu’na resept edilmesi şerefine “Bim bam bom-çatlasın düşmanlar/Benim de artık Askeriye’den davetiyem var” lezzetinde bir izlenimgs kaleme almış ki-

Onu Seven Amiral baş sayfadan anonslatıp fotoğraflatmış/başlatmış filan bu Muştular Benim/Yabancılıklar Senin Olsun yazısını.

Pazartesi günki Hürriyet beni çok tatmin etti, anlayacağınız. “Askeriyenin bittiği, pardon başladığı yerde Hürriyet gelir.”

Memleket-çe sloganımız BU olmalı.

Nasıl ama? “Önce Askeriye, Sonra Türkiye, İkisi zaten hep birlikte!” Bu nasıl peki?

Postmodern telakki edilmez, değil mi? (Titreyerek sorar: kovulmamak için topraklardan.)

Radikal, 2.9.2008

Perihan Mağden

03.09.2008


 

AB için lâf değil, icraat

AKP, krizlerle geçen 2007–2008 döneminde, herhalde en çok AB projesini ikinci plana atmış olmaktan pişmanlık duymuştur.

Hatırlayacaksınız, 2007 Temmuz seçimleri öncesinde, AB’ye uyum yasaları, özellikle 301’inci madde rafa kaldırılmış ve adeta “AB” lafı yasaklanmıştı. AKP’nin korkusu, özellikle MHP ve CHP’nin milliyetçilik bayrağı açarak seçimlerde oy çalmalarıydı. Bundan dolayı AB’yi unutturma yolunu seçti.

En büyük hatası da bu oldu.

(...)

Neresinden bakılırsa bakılsın, AKP iktidarının, gerilim yaşamadan bu ülkeyi yönetebilmesi ve Anayasa değişikliği yapıp, normal sürecinde genel seçimlere gidebilmesinin en önemli teminatı, AB projesidir.

(...)

AB kriterleri, bundan böyle AKP’nin niyetlerini göstermesi açısından da çok önem kazanıyor. AKP, Avrupa projesine öncelik verdiği oranda, hem içeride, hem de dışarıda oluşan kuşku ve kaygılar azalacak. Türkiye’nin Laik-Demokratik rejimi daha sağlam temeller üzerinde yükselecek ve bu parti, liberal çevrelerde kaybettiği prestijine yeniden kavuşabilecektir.

Bütün bunların gerçekleşebilmesi için, AKP iktidarının 2003-2004 döneminde olduğu gibi AB projesini canlandırması gerekiyor. Ancak, “canlandırmak” Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın sık sık tekrarladığı “herşey yolunda, görüşmeler devam ediyor” şeklindeki demeçleriyle sınırlı kalmamalı.

Babacan ve Başbakan aynı görüşteler. Onlara sorarsanız, çalışmalar büyük bir hızla sürüyor. Her şey beklendiği gibi gelişiyor. Ortada hiçbir sorun yok.

Oysa gerçekler hiç de öyle değil.

AB Komisyonu, bir çok müzakere başlığında görüşmelerin başlatılabilmesi için açılış kriterleri saptadı. Bu kriterleri yerine getirebilmek için çok sayıda yasa ve yönetmelik değişikliği gerekiyor.

Oysa Ankara oralı değil. Somut adım atılmıyor. Bürokrasi, yukarıdan gelecek sinyalleri bekliyor. Ulusal Program taslağının hazır olduğu açıklanıyor. Ancak Hükümet’in taslaktaki birçok maddeyi benimsemediği ve sulandıracağı şimdiden biliniyor.

İşte, değişmesi gereken de bu yaklaşımdır.

Demeç vermek yerine, harekete geçmek gerekmektedir.

Türkiye, AB konusunda artık laf değil, adım atılmasını beklemektedir.

Posta, 2.9.2008

Mehmet Ali Birand

03.09.2008


 

İki komutan, iki yanlış cümle

Eski ve yeni Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ’un devir teslim törenindeki konuşmalarını okurken iki noktada ‘ZINK’ diye durakladım.

Birincisi Org. İlker Başbuğ’un “endişe” ile ilgili cümlesiydi

“Toplumun bir kesimi yeni bir kültürel kimliğin, yaşam tarzının oluşumunda dinî düşüncelere büyük bir ağırlık verildiğini düşünmekte ve gelişmelerden endişe duymaktadır.”

Öncelikle Sayın Başbuğ’un yeni görevini kutlarım ve onun döneminde de TSK’nın “en güvenilir kurum” olarak kalmasını dilerim ama yukardaki cümlenin anlatmak istediği durumu yanlış ifade ettiğini düşünüyorum. Ki bu, zaten doğruların bile tepetaklak edilerek yanlış hale getirildiği günlerde son derece önemli bence... Türkiye’de yaşanan şey, doğal bir “yeni kültürel kimlik” aşaması değil... (...)

Yoksa bu ülkede “dini düşünceler”in yeri her zaman ayrıdır, din her zaman önemli ve ağırlıklı olarak yaşamda yerini almıştır. Ama tabii her vatandaşın dinini, inancını (hangi din ve inanç olursa olsun) devletten bağımsız olarak yaşaması, belli bir kitlenin belli bir dini (çoğunluğun dini olsa bile) devlete ve devlet tarafından dayatmasına izin verilmemesidir temel olan... Bunun aksini uygulayan rejimlerde gelinen noktayı sık sık duyuyor, görüyoruz.

(...)

Yaşar Büyükanıt’ın veda konuşmasında “Her fırsatta TSK’ya ve onun mensuplarına karşı seviyesiz saldırılar yapılmaktadır. Bunlar bizi belki incitebilir ama hiçbir şekilde Türk ulusunun TSK’ya beslediği güveni sarsamaz” girişiyle başladığı cümle ise şöyleydi: “Yarınlarımız için kaygılanmanız da yersizdir. TSK, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan TC’nin sonsuza kadar teminatı olmaya devam edecektir.”

İşte bu da yanlış bir cümle (daha doğrusu 2 cümle)... Türkiye’nin yarınlarının teminatı artık daha büyük ölçüde sivil irade, vatandaşların kararı, gayreti, iradesi olmalıdır. Kaygılanacak bir durum varsa, bırakın kaygılansınlar ve doğru kararı vermelerinin, siyasi yalanlara, propagandalara, din üzerinden yapılan polemiklere inanmak yerine gerçeği görmelerinin gelecekleri açısından ne kadar önemli olduğunu fark etsinler.

Asıl teminat budur. 22 Temmuz öncesi yapılan tek bir yazılı açıklamanın “muhtıra” gibi alındığını ve seçim sonuçlarını etkilediğini kendileri de gördüler.

Umarız İlker Başbuğ gereksiz konuşma ve açıklamalarla TSK’nın tartışılır hale getirilmeyeceği bir dönemin Genelkurmay Başkanı olur, bunu bekliyoruz.

Vatan, 2.9.2008

Ruhat Mengi

03.09.2008


 

“Atatürk zamanında tek bir çatlak ses yoktu!”

Özürlü bir demokrasi bizimki.

Ayıplı bir demokrasi.

Bazı açılardan da gülünç!

Rejimin taşlarını yerli yerine oturtmak istiyorsak, sivil-asker ilişkileri demokrasilerde neyse, bizde de öyle olmak zorunda.

Bu böyle gitmez çünkü.

Bunun değişmesi için sivilin kararlı olması, askerin de siville işbirliği içinde gereğini yapması lazım.

Komutanların konuşmalarını dinlerken kısa notlar alıyorum. Geçen yıllara göre belki biraz daha dengeli, daha yumuşak, dozu düşük, Orgeneral Başbuğ’un konuşmasındaki bazı doğrular dikkat çekici ama... İçerik olarak fazla bir değişiklik yok.

Malum kırmızı çizgiler yine...

Bir kere komutanlar her şeyden önce ‘siyasetin daniskası‘nı yapıyorlar. Bu konuda hiçbir şey umurlarında değil.

Komutanlar sanki devlet içinde devlet gibi, belki daha doğrusu bir siyasal parti gibi hareket eden bir kurumun liderleriymiş gibi kürsüye çıkmışlar, yakın gelecek vizyonunu özetliyorlar.

Bizim askerde bu var.

Ama demokrasilerde bu yok!

Komutanların konuşmalarında olan, ancak demokrasilerde olmayan başka şeyler de dikkatimi çekiyor.

Üniter devlet üzerinde konuşuyorlar. Onların gözünde tabu olan bir konu bu.

Oysa böyle bir tabu olamaz.

İsteyen üniter devleti de tartışır demokrasilerde, örneğin federasyon fikrini de savunabilir. Bu yüzden kimse de onu vatan haini veya iç düşman ilan edemez.

Bunun gibi Fransa da üniter devlet. Fakat, bu ‘üniter devlet’in okullarında Fransızca’nın dışındaki bazı diller de seçimlik ders olarak okutulur; bazı azınlık dillerinde eğitim de mümkündür.

Türkiye’de de olabilir bunlar.

İsteyen de savunabilir.

Geçelim bir başka konuya.

Laiklik anlayışı örneğin.

Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması, öyle anlaşılıyor ki, komutanların demokrasi lügatında yazmıyor.

Oysa laiklik anlayışı tek değil. Kiminin anlayışı otoriter, kimininki liberal... Bunların hepsine de demokrasi çerçevesinde yer var.

Komutanlar eğer gerçekten demokrasi diyorlarsa, bazı başka alanlarda da ‘kırmızı çizgileri’ni gözden geçirmeleri gerekir.

‘Ulusal birlik’, ‘ulusal değerler’ demokrasilerde ne demektir? ‘Farklılık’ların ulus-devlet içindeki, AB’nin ulus-üstü yapılarındaki yerleri nelerdir?

Komutanlar eğer içtenlikle demokrasi diyorlarsa, bütün bu açılardan kendi kafalarında mevcut bazı ‘ezberleri’ de mutlaka değiştirmeleri gerekiyor.

Kıbrıs sorunuydu, AB yasaları ve terördü, bu alanlarda da eleştirilecek çok şey dikkatimi çekiyor konuşmalarda.

Demokrasi diyor komutanlar da...

AB yolu diyor komutanlar da...

Ama öyle diyorlar ki, derken öylesine ‘kırmızı çizgiler’ çekiyor, öylesine önkoşullar öne sürüyorlar ki, ortada ne demokrasi kalıyor, ne de AB yolu...

Komutanları dinlerken, tatilde okuduğum düşündürücü bir kitaptan bir cümle aklıma takılıyor:

“Atatürk zamanında tek bir çatlak ses yoktu; herkes onun izindeydi.”(*)

* Esra Özyürek, Modernlik Nostaljisi, Kemalizm, Laiklik ve Gündelik Hayatta Siyaset, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2008, s.72.

Milliyet, 2.9.2008

Hasan Cemal

03.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır