"Gerçekten" haber verir 24 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Siyasî kriterler zorda

Geçen hafta AB süreci açısından parlak geçmedi. Siyasi kriterlere uyum konusunda ne kadar sorunlu olduğumuzu gösteren iki olumsuzluk yaşadık ardı ardına.

Bunlardan ilki aslında sürpriz değildi. Yeni Genelkurmay Başkanı’nın iki günlük medyayla ‘iletişim’ toplantıları, kronik ‘askerin sivil otorite tarafından kontrolü’ sorunumuzun yerinde sayacağını bir kere daha gösterdi.

Aslında Orgeneral Başbuğ’un toplantılardaki açıklamaları pek çok medya mensubunun ‘askerin üslup değişikliğine gittiği’, ‘yeni bir bakış açısının geldiği’ yorumlarına yol açmadı değil. Başbuğ’un TSK’yı asıl işlevine döndürüp siyasetin dışında tutacağını ileri süren de oldu, ‘laiklik kadar demokrasi ve hukuk devletine önem veren bir Başkan’ olacağını da.

Yalnız Başbuğ’un –görevini devralma konuşmasında da yer almış olan- bazı ifadelerine yakından bakıldığında, ‘şekilde’ bazı açılımlar söz konusu olsa da ‘esasta’ herhangi bir değişikliğin olmadığı görülüyor. Evet, askerin medya ile hızlı ve saydam bir iletişim içine girmesi, askerin kamuoyunda yıpranmakta olan imajını yenilemeye yarayabilir. Ama bunun çarpık ordu-siyaset ilişkisi sorununun çözümüyle ilgisi yok. Asıl endişe verici olanı, yeni Genelkurmay Başkanı’nın, ‘kimse TSK üzerinden siyaset yapmasın’ diyerek TSK’nın siyasete zorla çekildiğini ima etmesi.

Başbuğ sorunun esasını ya bilmezlikten geliyor veya bilerek saptırıyor.

Sorunun esası Türkiye’deki rejimin çerçevesini siyasi aktörlerin değil TSK’nın tanımlaması. Başbuğ tam da bu çizgiyi sürdürüyor. Son AB İlerleme Raporu’ndaki ifadeyle ‘sorumluluk alanı dışındaki konularda pozisyon alıyor’. Siyasetin özü olan üniter devlet, ulus devlet kavramlarının nasıl yorumlanacağında son söz sahibinin ordu olduğunu vurguluyor. Bu kavramlarla ilgili örneğin Kürt sorunu, yerel yönetimlerin yetkileri gibi alanlarda TSK’nın çizdiği çizgilerin dışına çıkılamayacağını ihtar ediyor.

Başbuğ yine siyasetin odağındaki laiklik konusunda daha da açık ifadeler kullanıyor. “TSK 28 Şubat düşüncesinin, nedenlerinin arkasındadır. Bunda bir tereddüt yok” diyor. Dahası “çünkü o düşünce ve nedenler bugün değişmedi, yarın da değişmeyecek” diye ekliyor. Dogmatik bir düşünce yapısını yansıtması bir yana, bu beyan, ‘o zamanki şartlar doğarsa müdahalede bulunuruz’dan başka anlam taşımıyor. Üstelik sözkonusu ‘şartların’ tanımlanması ve teşhisinin yine TSK’ya ait olduğunu da ima ediyor. Nihayet, Başbuğ’un Kıbrıs sorunundan esas itibariyle bir güvenlik konusu olarak bahsetmesi, bu konuda da nihai karar merciinin TSK olduğu hakkındaki şüpheleri destekleyici mahiyette.

Orgeneral Başbuğ’un, bir yandan AB’ye tam üyeliğin önemli olduğunu söylerken, aynı zamanda AB’den Türkiye’den üniter ve ulus-devlet yapısını zayıflatacak taleplerde bulunmamasını istemesindeki çelişki de önemli. Bu ifade AB’nin ulus devletin yetkilerini sınırlayan egemenlik paylaşımı esasına dayandığını gözardı ediyor. Ya da AB üyeliğine bilinçli bir rezerv koyma anlamına geliyor.

Sonuçta, Başbuğ’un ortaya koyduğu görüşler rejim üzerindeki askerî vesayetin hafifleyeceği hususunda hiç de umut vermiyor. Hatta yeni Genelkurmay Başkanı’nın, Habermas atıfları, ‘bana Paşa demeyin’ ifadeleriyle desteklediği ‘yeni’ TSK görüntüsünün vesayet sistemine ‘insani’ yüz vererek daha da fazla meşruiyet kazandırması, sistemi ‘normalleştirmesi’ bahis konusu. Nitekim birçok medya mensubunun alkışları sanki buna işaret ediyor. Öte yandan, medya ile ‘iletişim yoğunlaşmasının’ TSK’nın siyaset üzerindeki ağırlığını daha sık hissettirmesinin yolunu açması riski de yok değil. (...)

Bizi AB ile fasılların müzakeresi değil asıl siyasi kriterler fena halde zorlayacak. Bir yandan vesayetçi güçlerin baskısının diğer yandan başta iktidar partisi olmak üzere siyasi aktörlerin demokrasiyi özümsemekte güçlük çekmesinin AB yolundaki asıl engel olduğu giderek ortaya çıkıyor.

Bu arada demokratların yeni sivil anayasa umudu kırılmaya devam ediyor.

Taraf, 23.9.2008

Temel İskit

24.09.2008


 

Semra Hanım ile Erdoğan ne konuştu?

Hafta sonunda gergin siyaset gündemi, devletin zirvesini nostalji albümüne gömen bir simanın yeniden sahnede belirmesiyle birden “pembe“ bir tona büründü. Başbakan Tayyip Erdoğan, AKP’nin 3. Olağan Kongresi için gittiği Büyükada’da, 8. Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal’ın siyasetçi eşi Semra Özal ile karşılaşmış, “el ele“ görüntü veriyordu.

Bu görüntüyü tamamlayan kareler de birbiri peşine akıyordu.

Semra Hanım’ın yanında 14 yıl Türk Kadınlar Birliği Başkanlığı yaptıktan sonra, DYP’den TBMM’ye giren ve Tansu Çiller’in Necmettin Erbakan ile koalisyon yapmasıyla, liderliğini Hüsamettin Cindoruk’un yaptığı Demokrat Türkiye Partisi’ne geçen Ayseli Göksoy da vardı.

28 Şubat döneminde ceketinin koluna “onbaşı“ rütbesi diktirerek Meclis’e girmesiyle hatırladığımız Göksoy da bu samimi havanın büyüsüne kapılmış, Erdoğan’ın koluna giriyordu.

İki hanımın ataklarını, mahcup bir gülümsemeyle AKP İstanbul Milletvekili Nursuna Memecan izliyordu.

Acaba Semra Hanım, Erdoğan’ın kulağına neler fısıldamıştı?

Erdoğan’ı Göksoy getirdi

Olay şöyle gelişiyor:

Göksoy’un yaş günü partisi için Semra Hanım ve dostları adaya gidiyorlar. Masada Kemal Derviş’in eski eşi Neslihan Taki de bulunuyor. Göksoy’un evine çıkmadan önce ekip “kısa bir mola“ için Kahve Dünyası’nda soluklanıyor.

Tam bu sırada Başbakan Erdoğan kongreden çıkmış ve korumalarıyla önlerinden geçiyor.

Göksoy “Semra Hanım, Sayın Başbakan’ı sizin yanınıza davet edeceğim“ diyerek yerinden fırlıyor.

Erdoğan ile yanına sokulan Göksoy arasında şu konuşma geçiyor:

Göksoy- Sayın Başbakanım, içeride Semra Hanım oturuyor, kendisine bir merhaba der misiniz?

Erdoğan- Randevum vardı, yetişmem gerekiyor.

Göksoy- Ayyy şekerim, yetişirsiniz.

(Başbakan kahveye doğru yöneliyor ve bu sırada etrafta buluşmayı izleyenler, “Bravo, bravo” diye sesleniyorlar. Başbakan, Semra Hanım’ın yanına geldiğinde, korumalar da etrafı sarıyor.)

Göksoy- Korumalar geri çekilsin, kadınlar ön planda olmalı.

Erdoğan- Ben her zaman kadınlara önem verdim. Bakın Nursuna Memecan partide benim yardımcım.

Göksoy- Nursuna Hanım siz de kareye girin, birlikte resim çektirelim.

Gazetelere yansıyan “el ele“ görüntüler bu sırada oluşuyor ve sohbet Semra Hanım ile Erdoğan arasına kayıyor.

Başbakan, kulağına bir şeyler fısıldamak isteyen Semra Hanım’a doğru eğiliyor. Kimseler duymadan aralarında bir iki cümlelik bir konuşma geçiyor. Başbakan bu konuşmayı güler yüzle dinliyor.

Göksoy, aralarından ayrılmak üzere olan Başbakan’a son kez dönüp “Şekerim, çok zayıflamışsınız“ diyerek sağlık ve sıhhat diliyor.

“Biz de âdettir“ diyen Göksoy, Erdoğan ile vedalaşırken aklından “Acaba öpsem mi?” diye geçirdiğini de söylüyor.

Emine Hanım’a mesaj

Göksoy, “Ben söylediklerimi anlatırım. Semra Hanım’ın da konuştuklarını anlatıp anlatmayacağı kendi bilir. “Şekerim“ lafını kullanırım, onu bile söylüyorum. Semra Hanım’a bir şey sormadım. Ama şunu biliyorum Semra Hanım ile Emine Erdoğan geçenlerde bir yerlerde karşılaşmışlar. Emine Hanım kendisine çok iltifat etmiş. Semra Hanım da Başbakan’a bu iltifatlardan duyduğu memnuniyeti ifade etmiş olabilir” diyor.

Milliyet, 23.9.2008

Serpil Yılmaz

24.09.2008


 

‘Dubai modeli’

Cumartesi günkü Zaman gazetesinde; ‘İstanbul, kültür başkentliği için Dubai modelini örnek alıyor’ başlıklı bir haber okudum, kalbim sıkıştı. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ‘2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacak İstanbul’a Türkiye’nin en kapsamlı kültür, eğlence ve doğa parkını inşa’ edecekmiş. Haber bunu muştuluyor. Bu tür merkezleri bilirisiniz, dev akvaryum, fok gösterilerinden, kış sporları merkezi denilen kapalı alanda kayak pistine kadar her türlü garabet, bir bir sayıp dökülmüş. Hadi, bu tür gariplikler, postmodern fani dünyanın vazgeçilmez veya kaçınılmaz ürünleri diyelim. Bunları İstanbul’un kültür başkentliğine vitrin diye sunmak iyice vahim bir durum.

Ayrıca bu haber bana Başbakan Erdoğan’ın müjdelediği bir çalışma vardı, onu hatırlattı. Hatırlar mısınız bilmem, yıllar geçti üstünden, geçen yerel seçim sürecinde yani dört buçuk sene önce, Erdoğan, İstanbul Büyükeşhir Belediye Başkanı adayı adına, seçim çalışmaları yaptığı sırada, “Dubai nasıl yelken oteli ile anılıyorsa İstanbul için de öyle bir sembol yapacağız” demiş, yine ortalık karışmıştı. Tüm okumuş yazmış kesim, bu gaf üzerine demeçler vermişti.

Bu yeni merkez çalışması, o sözü edilen sembol girişiminin devamı mı bilemiyorum, ama kültür başkenti çalışması olarak takdim edildiğine göre anlayış aynı anlayış. Dubai modelini makul ve makbul gören, muasır medeniyeti bu modelde arayan bir anlayış. Dubai’yi gördünüz mü veya ilgilendiniz mi bilmiyorum, ama kültür ve Dubai kelimelerini yan yana getirmek pek mümkün değil. Yüksek kültürden de, bahsetmiyorum, Dubai ve benzeri tasarımlar, aslında sıradan yaşam alanı olarak da ‘kültür’ün inkârı üzerine kurulmuş yerler. Geçmişi, yerlisi, kahvehanesi, eski sokağı ve de hiçbir hikâyesi olmayan, bunları reddeden yerler.

Bu arada, o dönemde, yani Erdoğan, Dubai yelken otel çıkışını yaptığı sırada, CHP’nin İstanbul Belediye Başkanı adayı olan Sefa Sirmen’in, İstanbul için ufkunu yansıtan açıklamasını hatırlatmamak, haksızlık olur. O da, ‘Hayalim İstanbul’u Paris yapmak’ (Milliyet, 7 Mart 2004) diye bir bomba patlatmış, ama onun gafı üzerine pek gidilmemişti.

İstanbul’a ilişkin bu iki tahayyül, aslında Türkiye’de iki karşı cepheyi oluşturan bellibaşlı iki tarz-ı siyasetin ufkunu anlamak açısından son derece önemli. CHP’nin temsil ettiği siyaset, Tanzimat’dan bu yana, her şeyi Batılılaşma çevresinde kodlayan siyasi geleneğin devamı. Ancak, bu siyasetin temsilcisi olan belediye başkanının Batı hayalinde Paris’in yerini New York’un almamış olması da, bu siyasetin kendini pek yenileyememiş olmasının iyi bir göstergesi gibi duruyor. Diğer taraftan, muhafazakârlar, gerçekten iddia ettikleri kadar ‘değişimci’. Muasır medeniyet seviyesinin, Müslüman dünya için örnek olarak sunduğu Dubai’yi model olarak benimsemekte gecikmiyorlar.

Dubai modeli, mikro ölçekte de olsa, kapitalizmle, teknoloji ile ve siyasal olarak, dünyada mevcut iktidar kurgusuyla barışık bir Müslüman ülke modeli. Söz konusu olan, modern finans dünyasına uyum konusunda hiçbir tereddüdü olmayan, bir yanda yaşanan muazzam lükse karşın köle koşullarında çalışan işçi gettolarının vicdanı sızlatmadığı, İslami hassasiyeti, özel hayatın ve özellikle kadına ilişkin muhafazakârlıkla tanımlayan postmodern bir Müslüman ülke modeli. Tabii, Türkiye’yi Dubai gibi küçük ölçekli ve Körfez geleneğinden gelen bir yerle kıyaslamak çok sağlıklı değil.

Ama bu örnek ve zaman zaman ona yapılan göndermeler, büsbütün göz ardı edilecek gibi de değil. Yok, bir ara ortalığı kasıp kavuran ‘Türkiye Malezya olur mu?’ tartışmasının yerine, bu kez ‘Türkiye Dubai olur mu?’ veya ‘Pusulayı Dubai’ye mi, Paris’e mi çevirelim?’ tartışması açmak istemem. Sadece genel tabloya bir not düşmek istedim.

Radikal, 23.9.2008

Nuray Mert

24.09.2008


 

AB endeksi

AKP hükümetinin ilk kurulduğu dönemde Türkiye’yi Avrupa Birliği yönünde ilerletme imkânları fazlasıyla vardı. “Fazlasıyla” vardı çünkü AKP tek başına iktidar olmuştu, başındakiler demokrasi eksikliğinin sorunlarını yaşamıştı ve aldığı oyun ötesinde bir “kredi”ye sahipti.

İktidarının ilk döneminde Avrupa Birliği reformlarından bazılarını gerçekleştirmesi, toplumda gerilim yaratacak “zorlamalar”a kalkışmaması AKP’ye zaten var olan desteği artırdı. Sağ kökenli olmayan ama kendilerini “liberal demokrat” diye niteleyen kesimler de laik düzene bağlılığı tartışılmaz iş çevreleri de aynı iyimser hava içinde “kredileri” oldukça geniş tuttu.

Avrupa Birliği endeksi, farklı kesimleri bir araya getirebilen, gelecekle ilgili iyimser beklentileri artıran bir platform oldu.

Toplumun muhafazakâr kesimi bazı kendi kaygılarının, hatta türban gibi meselelerin bu platformda çözüm bulacağına inandı. Demokratik bir toplum isteyenler bu havayı elverişli bularak atılan olumlu adımları, karşı taraftan aldıkları bütün tepkilere rağmen destekledi.

***

Kürt kökenli Türk vatandaşları için de Avrupa Birliği, temel insan haklarının, demokratik hakların bir güvencesi oldu.

Avrupa Birliği standartlarında bir siyasi ve hukuki yapının, Türkiye’nin “bütünlüğü”nün gerçek güvencesi olduğunu düşünenler de dertlerini anlatmaya çalıştılar.

O dönemde AKP’ye ilişkin “takıyye” kuşkularını tekrar tekrar dile getirenlerin formülü, “özgürlükleri belli amaçlarla kullanmanın dışında demokrat olmadıkları”na ilişkindi.

Bugün AKP’nin aslında kendi kendini sıkıştırmasının temelinde de, toplumun geniş kesimlerinde yarattığı beklentileri unutması bulunuyor.

Avrupa Birliği standartları, toplumun farklı ve birbirinden “kuşkulanan” kesimlerine benzer güvenceleri verdiği için hâlâ son derece önemlidir.

CHP bunu görmedi ve radikal milliyetçi bir üslupla batı ve demokrasi korkularının destekçisi olmaya devam ediyor. Yine bu korkuların ve üslubun asıl sahibi MHP, aynı çizgiyi sürdürüyor.

AKP’nin de AB endeksini unutmasıyla, Türkiye için ileri standartlardaki demokrasi ve hukuk devletinin savunucusu olacak bir siyasi güç kalmamıştır. Şu anda bu görev çeşitli meslek ve sivil toplum örgütleri tarafından yerine getirilmeye çalışılıyor. Başbakan’ın sevmediği medya da AB meselesinde bu tavrı sürdürüyor.

Toplumun talebi siyasi yapıda yansımasını bulamıyor. Bu talebi tekrar yakalayabilecek ve Türk halkına farklı beklentilerinin doğru adresini anlatacak bir siyasi partiye şimdi çok fazla ihtiyaç var.

Vatan, 23.9.2008

Okay Gönensin

24.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır