"Gerçekten" haber verir 26 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ergenekon’da neler oluyor?

Ergenekon Terör Örgütü’yle ilgili operasyonlar sürüyor.

Son iki gözaltı operasyonuyla genişlemesi ve sağlık nedeniyle emekli bir komutanın tahliye edilmesi kafalarda eskilerin deyimiyle istifham yarattı.

Acaba Ergenekon nereye gidiyor?

Aslında bu tür büyük operasyonların inişli çıkışlı bir seyir izlediği, hatta zaman zaman kesintilere uğrayabileceği bilinen bir gerçek...

Bu açıdan bakılınca, ne tahliyeler ne de yeni tutuklamalar işin seyrini değiştirmek açısından bir anlam ifade ediyor.

Peki, ne oluyor?

Doğrusu şu sıralarda herkesin asıl cevabını aradığı soru bu...

DTP Milletvekili Aysel Tuğluk bu soruya bir tespitle cevap veriyor:

“Çatışmanın tarafları Kemalizm’in iki kutbundan oluşuyor ve esas olarak ordu içinde konumlanmış durumdadır.”

Tuğluk bir tarafı, demokratik kurum ve prosedürlere tahammül etmeyen, ‘laiklik tehlikededir’ feveranıyla hemen darbe yapmak isteyenler olarak, diğer tarafı ise göstermelik de olsa demokratik kurumların devamından yana olan ama mevcut iktidarı muhtıra ve sıkıştırma gibi daha uzun vadeli yöntemlerle etkilemeye çalışan ve verili statükonun var olan haliyle sürmesini isteyenler olarak niteliyor.

Nereye gittiği sorusuna ise biraz temkinli şu cevabı veriyor:

“Devlet kendi yarattığı dehşet verici bir yapıyla mücadele ediyor. Umuyorum ki, Ergenekon operasyonu ve davası demokratik devlet ve toplum için tarihi bir dönemeç olur.”

Susurluk Skandalı’nın patlamasıyla “Sürekli aydınlık için her gün bir dakika karanlık” eylemini başlatan avukat Ergin Cinmen de benzer bir yaklaşımla olaya bakıyor. Cinmen şöyle diyor:

“Ergenekon operasyonu sınırı çizilmiş bir operasyon. Türkiye’de ordunun darbe yapma alışkanlığı belli. Bu emir komuta hiyerarşisi içinde yapılır. Bu hiyerarşiyi ortadan kaldıran asker de olsa muhaliftir. Ona izin verilmez. Burada önemli ölçü, Sarıkız ve Ayışığı gibi darbe girişimleridir. Ama henüz oralara girilmiş değil. Bundan sonra girilir mi onu bilmiyoruz.”

Bu arada, İstanbul Barosu seçimlerine Katılımcı Avukatlar (KAV) adına hazırlanan avukat Mebuse Tekay ilginç bir çağrıya imza atıyor:

“Şu anda 2500 sayfalık bir iddianame ve 100 bin sayfayı aşkın 400 klasör delil var. Tek bir savcının bunun altından kalkabilmesi mümkün değil.

Yargıya barolar yardımcı olmalı. Biz ekip olarak buna hazırlanıyoruz. Ve doğru olan, adil olan bir ses olmaya çalışacağız.”

Son gözaltılarla toplumda farklı bir kaygı oluştuğuna dikkat çeken Tekay şöyle diyor:

“Türkiye’de maalesef işler biraz rasgele yürüyor. Toplumdaki bu izlenimi de önemli buluyorum. Gerçekten artık her şey birbirine karıştı, her şeyin içine atıldığı bir sepet gibi oldu Ergenekon. Bunun için de gerçekten işini bilen uzman hukukçuların oluşturduğu bir ekip Ergenekon’a yardımcı olmalı.”

Sabah, 25.9.2008

Mahmut Övür

26.09.2008


 

İslâma saldırı içeren 28 milyon DVD’yi kim dağıttı?

Dün aksam eve geldiğimde, posta kutusunda bir DVD film buldum. Benim adresime, isim verilerek gönderilmiş.

Yalnız, isimden anladığım kadarı ile herkese gönderilmiş. Adres olarak da seçmen kütük listeleri kullanılmış. DVD, ‘The Clarion Fund 255 W. 36th Street, Suite 800, New York, NY 10018’ adresinden gönderilmiş. New York eyaletinde yasayan akrabalara telefon ettim, onlara gönderilmemiş (henüz). Acaba, ABD’nin kaç eyaletinde posta dağıtımı yapıldı diye merak ediyorum. Yani, bu bir saatlik DVD filmi gönderme kampanyasını kim finanse etti? Orlando’dan yazan Muzaffer Sütçü, büyük bir kampanyanın kendisine ulaşan bölümünü bu cümlelerle ifade etmiş.

17 Eylül’den beri bu konuyu dikkatinize sunmak istiyordum. Aslında olay yukarıda anlatıldığı kadar değil. Ortada çok büyük bir kampanya var: Hem ABD iç politikasındaki on yıllık eğilimlerle örtüşüyor hem seçimleri Cumhuriyetçiler lehine etkilemeye dönük hem de ABD’nin ve bazı “ırkçı Beyaz Batılı”ların öncülük ettiği “İslam’la savaş” kampanyasının önemli bir halkasını oluşturan bir kampanya.

Okuyucumuz sadece kendi bölgesiyle ilgili bilgiler veriyor. Oysa Eylül ayının ikinci haftasında Amerika’nın bütün eyaletlerinde dağıtılan söz konusu DVD’lerin sayısı tam 28 milyon adet! Dağıtılan DVD’de ne var? Hemen söyleyelim: “The Obsession: Radical Islam’s War Against The West” (Obsesyon: Radikal İslam’ın Batı’yla Savaşı) film ya da yarı belgesel çalışma!

İslam’ı faşizm’le, Müslümanları Nazilerle bir tutan Anglo-Amerikan ırkçılar ve İsrail aşırı sağı tarafından projelendirilen çirkin bir propaganda malzemesi.

Projeyi ortaya koyanlar, çalışmayı yapanlar, altına imza atanlar, dağıtanlar, kampanya üzerinden bir şeylere ulaşmaya çalışanlar hep aynı çevreler.

Daniel Pipes gibi, İsrail aşırı sağına mensup olup, Türkiye’deki 28 Şubat’ın en büyük savunucularından olan, şimdilerde ABD çapında Müslümanları fişlemek için örgütler kuran, bütün bunları yaparken aynı anda da “aydın” olarak kabul edilebilen, yeryüzünün her bölgesinde İslam ve Müslümanlarla savaş isteyen insanların teşvik ettiği çalışmalardan bu da.

Karikatür krizi dahil, son üç beş yıl içinde Batı’da tezgahlanıp İslam dünyasını tahrik etmeye, aşağılamaya dönük hemen her çalışmanın altından aynı çevreler çıkıyor.

Bugünlerde ağır ekonomik bedel ödemek zorunda kalan Amerikan kamuoyunu “bir büyük düşman”a karşı hizaya sokma, emre itaatkar hale getirme, krizle yıkılan itibarı kamufle etme, Beyaz Anglo Sakson-İsrail aşırı sağı arasındaki ittifakı ayakta tutma adına 28 milyon eve bu denli düşmanlık içeren propaganda malzemeleri gönderiliyor. Şimdilik 28 milyon adet. Bir ay sonra ya da seçime kadar bu rakam kaç milyona çıkar bilemiyoruz. Verilere göre her seçim bölgesinde, seçmen listesinin yüzde yetmişine yakın kişiye bu “çirkin” malzemeler ulaştırılıyor.

İşin daha da vahim olan tarafı, bu kampanya propaganda filmi tam 70 gazete tarafından reklam edildi. New York Times gazetesi dahil. Gazeteler reklamın dışında DVD’nin kopyalarını dağıttı. Sadece New York Times gazetesi 145 bin tanesinin dağıtımını yaptı. Konuyla ilgili biraz daha bilgi aktaralım: Filmin yapımı ve gazetelerdeki dağıtımı Clarion Fonu adında bir vakıf tarafından yapılıyor. Bağışçılarının kim olduğunu gösteren IRS adındaki yasal formu doldurmayan karanlık vakfın sahibi İsrail’le bağlantılı Kanadalı bir Yahudi olan Raphael Shore. Web sitesine göre vakfın amacı, “Amerikalıları ulusal güvenlik konusunda eğitmek”. Shore Cumhuriyetçi aday John McCain destekçisi.

Gazete yöneticileri bunun reklam olduğunu söylüyorlar ancak sorumluluk üstlenmek istemiyorlar. Eleştirilerden ancak böyle kaçabiliyorlar. Artık Amerika’da iktidar yarışı “Kim daha fazla İslam karşıtı”, “Kim daha fazla Müslümanlar’la savaşacak” iddiası üzerinden yürütülüyor. Bush yönetimi bu düşmanlıkla ayakta kaldı. Bakalım düşmanlık Cumhuriyetçileri tekrar iktidara taşıyabilecek mi?

Taşırsa ve bu düşmanlık ıslarla beslenirse dünyanın başına daha çok şey gelecek demektir! Biz bu tarihsel sürecin nasıl başladığını ve nerelere uzanacağını biliyoruz!

Yeni Şafak, 25.9.2008

İbrahim Karagül

26.09.2008


 

Medya adam olmadan, demokrasi adam olmaz!

Evet, Başbakan Erdoğan yanlış yaptı.

Deniz Feneri olayıyla başlattığı ‘medya kavgası’nda basın özgürlüğü ve demokrasi kültürü derslerinden aldığı kırık notlarla sınıfta kaldı.

Üstelik Türkiye’yi gerdi.

Türkiye’nin gerçek gündemini şaşırtıcı, istikrarsızlığı körükleyici bir yörüngeye girdi.

Bunlar yanlıştı.

Üç haftadır neredeyse her Allah’ın günü bu açılardan eleştirel yazılar yazdım bu köşede.

Başbakan Erdoğan’ın eğer demokrasi, hukuk devleti, kalkınma ve AB gibi bu ülkenin temel hedeflerinde gerçekten samimiyse, o zaman basın özgürlüğünü, gazeteci milletine tahammülü ve yolsuzluklarla mücadeleyi çok daha ciddiye alması gerektiğini belirttim.

Bunları yazarken elbette bir noktayı unutmadım. Bizim mesleğin halleri de aklımdaydı. Başbakan’ı eleştirirken, siyaseti eleştirirken, medyanın durumu göz ardı edilemezdi.

Medyada kalite çıtasını ne kadar yükseğe çekebilirsek, siyasetin kalite çıtası da o kadar yükselirdi.

Yıllardır böyle düşünüyorum.

Siyasete dönük olarak yaptığımız eleştirilerin ne kadarını kendi içimizde kendi mesleğimize ve bir kurum olarak medyaya dönük olarak yapabildik, yapabiliyoruz sorusunun yanıtı kesinlikle olumlu değildir.

Bizim de özeleştiri geleneğimiz yok. Gazeteci milleti de kendini eleştirmekten hoşlanmıyor.

Bu ülkede demokrasinin kolu kanadı kırılmışsa, hukuk guguka çevrilmişse, insan hakları ve özgürlükler düzeni geri kalmışsa, medyanın rolü bunda büyüktür.

Demokrasiye ne kadar sahip çıktık?

Darbelere ne kadar karşı durduk?

Askeri müdahalelerde rolümüz neydi? Askeri otoritenin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması konusundaki demokrasi ilkesini bugüne dek ne kadar savunduk?

Siyasete karşı, devlete karşı olduğu gibi, iş dünyasına dönük mesafemizi de ayarlayabildik mi? İş dünyasının çıkarlarıyla bizim meslek ilkeleri karşı karşıya geldiğinde hangi taraf genellikle ağır bastı?

Bu ülkede genel olarak medyanın, basının ve gazeteci milletinin bu sorulara ilişkin sicilinin kırıklarla dolu olduğunu biliyorum.

Seneye bu meslekte kırkıncı yılım.

Ama hâlâ kendime de, gazeteci milletine de arada bir seslenmek ihtiyacını hissediyorum. Bizim de bir mesleğimiz var, gazetecilik. Ve bu mesleğin evrensel ilkeleri var; bunun ne kadar farkındayız? Temel ilke ve kurallarıyla birlikte bu mesleğe sahip çıkabilmeliyiz; tüm ‘güç odakları’na karşı bunu yapabilmeliyiz. Devletteki, siyasetteki, iş dünyasındaki ‘iktidar merkezleri’ne karşı da gazeteciliğin bağımsızlığını başımız dik olarak koruyabilmeliyiz.

Bir önemli nokta daha var:

Patronlarla ilişkilerimiz...

Kendi patronlarımıza karşı da gazeteciliğin ne olup ne olmadığını bugüne kadar doğru dürüst savunabildiğimizi sanmıyorum. Bu konuda yalnız patronların değil, bizim de kırık notlarımız var.

Bunu hiç unutmayalım.

Amerikan kapitaliziminin basındaki amiral gemisi sayılan The Wall Street Journal gazetesi geçen yıl satılırken, gazete yöneticileri yeni patronla bir editoryal anlaşma yaptılar(*). Anlaşma, 106 yıllık bağımsız gazetecilik geleneği konusundaki titizliği yansıtıyordu.

Bazı noktalar şöyle özetlenebilirdi:

(1) Gazete sahibinin gazete dışındaki iş çıkarlarıyla, gazete yönetimi ve gazetecilik faaliyeti arasında duvar çekilecekti.

(2) “Gazete sahibinin iş çıkarları da, başka alanlardaki faaliyetleri de, gazete tarafından düzgün ve dürüst olarak haber ve yorum çerçevesinde izlenecek”ti.

(3) Gazetecilik faaliyetlerinin herhangi bir gizli gündemi olamayacaktı.

(4) “Bu gazetede yapılan analizler, gazete sahibinin, reklam verenlerin, haber kaynaklarının tercihlerini değil, bu gazetenin bağımsız yargılarını yansıtacak”tı.

(5) Bütün bunların işleyişi, çalışma ilke ve kuralları titizlikle belirlenen beş kişilik bir komite tarafından sağlanacaktı.

Lütfen dudak bükmeyin!

Düşünmeye çalışın bu konuları.

Çünkü bunlar yok bizde .

Var mı böyle editoryal anlaşmalar? Gazeteler patron değiştirirken hiç aklımıza geldi mi böyle ilkeli anlaşmalar yapmak?

Yeni atanmış genel yayın yönetmeni olarak patronun karşısına otururken, bizim gazetecilik mesleğinin bağımsızlığıyla, evrensel ilkeleriyle ilgili konuları gündeme getirdik mi?

Bunları patronla konuştuk mu?

Ya da gazete içinde haber ve yorum bölümleriyle finans, reklam, pazarlama, promosyon gibi öteki bölümler arasına bir duvar çekilmesinin gazetecilik mesleği açısından, bağımsız gazeteciliğin işleyişi açısından önemine ne kadar dikkat çektik?

Hatta böyle bir duvarı, gazetenin haber ve yorum bölümleri arasında çekmek aklımıza ne kadar geldi? ‘Okur temsilcileri’miz var, iyi de oldu. Ama bu konuda ne kadar titizlendik? Örneğin, okur temsilcilerinin kalite kontrolu yaptıkları gazetelerin maaşlı çalışanları olamayacağını düşündük mü?

Uzun lafın kısası:

Gazeteci milleti, siyaseti eleştirirken kendi hallerine de bakmalı, kalite kontrolu konusunda çok daha fazla düşünmeli.

Daha önce de söylemiştim:

Medya adam olmadan, demokrasi adam olmaz!

Ayrıntılar için bu köşede çıkan 6,7,8 Aralık 2007 tarihli yazılarıma bakılabilir.

Milliyet, 25.9.2008

Hasan Cemal

26.09.2008


 

Gül’ün atadığı rektör

Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin en prestijli üniversitesidir.

Üniversiteye gitmek isteyen her öğrencinin rüyasıdır Boğaziçi’nde okumak.

Türkiye’nin en zeki öğrencilerinin mekanıdır orası.

Ve Boğaziçi diğer üniversitelerden oldukça farklıdır.

Boğaziçi Özgür Üniversite’nin Türkiye’deki tek kalesidir.

Daha doğrusu kalesiydi!

Ta ki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün atadığı rektör üniversitenin prestijini bir anda yerle bir edecek bir karara imza atana kadar. Yeni rektör Boğaziçi Üniversitesi’nde başörtüsü yasağını uygulamaya soktu.

Oysa 28 Şubat’ın en baskıcı dönemlerinde bile Boğaziçi’nde öğrenciler yasaksız üniversitede okuyabilmişlerdi. Öğrenciler okullarının bir sabah yeni atanan rektör tarafından ODTÜ’ye dönüştürülmesine şaşırıp kaldılar.

(...)

Demek ki bazı güçler Boğaziçi Üniversitesi’nde her kesimden öğrencinin, her tür siyasi görüşe mensup öğrencinin birbirlerine yan bile bakmadan, bir arada, huzur içinde okumalarından rahatsız oldu! Böylece bu üniversiteyi tercih eden öğrencilerin hayallerini gelecek umutlarını bir andı yıkıverdi, rektör baba...

Öğrencilerini aldığı yasakçı karar ile şoka soktu!

Fakat, Boğaziçi öğrencilerini kutlamak gerek. Başı açığı örtülüsü hep birlikte bu çağdışı yasağa karşı çıkıyorlar. Bu karşı çıkış karşısında yasakçılık devam edemez zaten.

Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan da bu farklılıkların, farklı renklerin, fikirlerin, Dünya görüşlerinin bir arada hoşgörü içinde kavgasız gürültüsüz yaşamasıdır.

Bugün, 25.9.2008

Nuh Gönültaş

26.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır