"Gerçekten" haber verir 28 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Onlar ki, ayakta iken de, otururken de, yatarken de daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratalışını tefekkür ederler.

Âl-i İmran Sûresi: 191

28.09.2008


İhsanlar zekât nâmına olmalı

Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duâsı senin hakkında makbul olur.

Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu: “Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiât-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?” Rüyada demiştim:

“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir HAŞİYE 1 veya bir kısım maldan kırkta bir,HAŞİYE 2 kendi verdiği malından birisini bizden istedi—tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

“Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nev'î orucu beş sene cebren bize tutturdu.

“Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nev'î talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nev'î namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ân’ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı ictimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı ictimâîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır.

Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-î beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam, iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duâsından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duâsı senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

Haşiye-1: Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.

Haşiye-2: Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir.

Mektubat, s. 264-65

zayiât-ı maliye: Malın zayi olması.

meşakkat-i bedeniye: Bedeni sıkıntı, zorluk.

muvakkat: Geçici.

tamahkârlık: Açgözlülük.

talimat-ı Rabbâniye: Her şeyi terbiye eden Rabbimizin talimâtı.

ihtilâlât: İhtilâller.

cereyan-ı ribâ: Faiz cereyanı.

hurmet-i ribâ: Faizin haram kılınması.

müterakim: Birikmiş, yığılmış.

Bediuzzaman Said Nursi

28.09.2008


Ah bu âhirzaman Ramazanları…

Ramazan bizlere veda ediyor. Bir Ramazan yazısı yazmam gerekiyor. On bir ayın sultanı aramızdan ayrılırken içimi kaplayan hüzün zaten zorlaştırıyor yazmamı.

Neyi, nasıl yazacağımı karıştırıyorum. Elim kalemime dolanıyor. Zihnim ise bir yandan Ramazan’ın mânevî atmosferiyle soluklanmaya çalışırken, diğer yandan âhirzamanın o insanı Ramazanda dahi bırakmayan halleriyle boğuşuyor. Ah bu âhirzaman Ramazanları…

Bir önceki Ramazan’da bu ahirzaman Ramazanların hallerinden bir hâli yazmışım. Ramazan’ı, iftar vaktini ya da iftarı kendine göre yorumlayan, kendi ölçülerine göre anlam veren bir âhirzaman tablosunu çizmişim. Şimdi de böyle bir yazı mı kaleme almalıyım?

Âhirzaman’ın namaz tesbihatında “nüfûsu’l-emmârâtü’l-firavniyye” olarak isimlendirilen, sevdiğim bir yazarın adına “kolektif nefs-i emmâre” dediği bizi dünyaya çağıran düşünce yapısını mı anlatmalıydım yine? Onun kurduğu tuzakların âhirzaman Ramazanlarını da etkileyebildiğini anlatmalı mıydım? Ah bu âhirzaman Ramazanları…

Çünkü âhirzaman Ramazanları, hem âhirzamandı,—dolayısıyla âhirzaman’ın imânî temellerden yoksun şartlarının hüküm sürdüğü bir zaman dilimiydi.—hem de Ramazan’dı—dolayısıyla Ramazan’ın manevî, iman temelli şartlarının da biraz olsun hükümfermâ olduğu zaman dilimiydi.

Bir tarafta teravih için dolan camiler, diğer tarafta oruca saygıdan yoksun sokaklar. Bir tarafta okunan hatimler, diğer tarafta tesettürsüzlüğün bu ay içinde dahi örtülemediği sokaklar. Bir tarafta dünyanın çağrısına kulak tıkayıp diğer insanlara yardım eden mü’minler, yardım dernekleri, diğer tarafta bu derneklerin birinin sû-i istimâl edilmesi ve bu durumun getirdiği güvensizlik duygusu… Ruhum bu birbirine uzak haller arasında boğulmamak için çabalıyor… Ah bu âhirzaman Ramazanları…

Anlıyorum ki Ramazan’a dair benim bakış açımda da problemler var. Çünkü bu hallerin hepsinde yaşadığım çağın, yaşadığım toplumun izleri var. Âhirzamanın istediği gibi bakıyorum hayata ve Ramazan’a… Bu açıdan anlamlar yüklüyorum. Böyle olunca bulanıyor görüntüler. Karışıyor zaman, karıştırıyor ruhumu… Ah bu âhirzaman Ramazanları…

Oysa Ramazan Kur’ân ayı idi. Kur’ân’ın üzerimize rahmet olarak indirildiği aydı. Oysa Ramazan Hatemü’l-Enbiya’ya (asm) Cibrîl’in emir getirdiği, O Server-i Zîşan’ın “beni örtün” dediği Hâtice-i Kübrâ Validemizin Rahmet Peygamberini merhamet ile örttüğü, müjdelediği aydı. Yine Kur’ân’ın ifadesiyle Ramazan bu yüzden üzerimize rahmet olmuştu…

Tam da bu noktada Kur’ân’dan, Kur’ân asrından, Kur’ân’ın indiği Zat’tan (asm) zamanımıza yansıyan, aynı zamanda âhirzamanın bakış açısından kendini kurtarabilmiş bir bakış açısı, bir nur arıyorum. Neyse ki böyle bir nur var…

Bu nur, 19. Söz’ünde Peygamberimizi doğru anlamak için “Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Arab’a gideriz” diyor. Çünkü bu zamanın hükümleriyle, bu zamanın düşünce sistemiyle o yüksek Dellâl’ı (asm) anlamak ne mümkün. Ancak zamanı atlayıp, tarih ve siyer gemisine binip onu (asm) vazife başında görmek gerekiyor.

Sonra bu nur, pek çok yerde aynı ölçüyü Kur’ân için de veriyor. Âyetü’l-Kübrâ’sında (ve 25. Söz’ün zeylinde) “Sebbehâ lillahi mâ fîs-semâvâtü ve’l-arz” âyetinin belâgatını göremediğini söyleyene “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle” deniliyor. Çünkü ancak cahiliyye karanlıklarını düşününce daha net anlaşılıyor âyetin getirdiği nur…

İşte, “galiba benim problemim de bu” diyorum kendi kendime. Risâle-i Nur’un bu bakış açısıyla yazıldığını anlıyorum. O benim etkilendiğim şeylerden etkilenmemiş. Böylece Resûl-i Kibriyâ’yı ne güzel anlamış, Kur’ân’ı ne güzel tefsir etmiş. Ben de Ramazan’a böyle bakmalıyım…

Böyle bakmalıyım ki, âhirzaman Ramazanları, hiç değilse bir nebze Asr-ı Saadet Ramazanlarına dönüşsün. Böyle bakmalıyım ki, Ramazanın âhirzamandan kaynaklanan kötü halleri hiç değilse ruhumda yer etmesin. Böyle bakmalıyım ki, Kur’ân âyetlerini hiç değilse bu Ramazan’da başka hiçbir ölçüyle değerlendirmeden, yargılamadan anlamaya çalışabileyim. Böyle bakmalıyım ki Ramazanda dahi bitmeyen dar görüşlülerin, dar düşüncelilerin birbirleriyle çekişmelerinden, dünyanın ve içindekilerin tahakkümünden biraz olsun kendimi çekebileyim…

Bu bakışı kazanmam bu açıyla yazılmış Nur’larla mümkün. (Zaten Ramazan Risâlesini bu nazarla okumak bile bize çok şey anlatıyor) Yine bu bakış açısını kazanmam, bir dahaki Ramazanları da “ah bu âhirzaman Ramazanları” sızlanmaları ile geçirmemem için gerekli.

Belki biraz zor ama imkânsız değil…

Tebrik: Geçmiş Kadîr Gecenizi, Ramazanınızı ve gelecek bayramınızı tebrik eder, samimî ve hususî duâlarınızı her zaman olduğu gibi yine beklerim.

AHMET TAHİR UÇKUN

28.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır