"Gerçekten" haber verir 10 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Dağlıca ve Aktütün: Tılsımın bozulduğu an

Önce Dağlıca ve şimdi Aktütün... Bu iki karakola yapılan baskın ve verilen şehitler, ilk defa “komuta zafiyeti”ni keskin biçimde gündeme getiriyor.

Evlatlarını kaybedenler, “şehitlik” “vatan” gibi ulvi kavramlarla, yaşanan acıları içlerine gömmeye çalışsalar bile, “komuta zafiyeti” ihtimali karşısında yüreklerin bir yerinde isyan duygusu depreşiyor.

-Var mıydı gerçekten komuta zafiyeti? -Baskın 16 gün önce jandarmaya bildirilmiş miydi?

-Çatışma başladıktan sonra bile ikmal yapılabilecekken yapılmamış mıydı?

-Bu karakolların güvenliksiz olduğu 15 yıl önceden bilindiği halde neden tahkim edilmemiş ya da yerleri değiştirilmemişti?

-Bunun için para yokluğu, özrü kabahatinden büyük bir bahane miydi?

-Sadece dört ay komando eğitimi görmüş, araziye yabancı genç çocuklar neden hâlâ oralarda teröre kalkan yapılıyordu? Bu sorulara, “Golf oynayan” ya da “düğünde kadeh tokuşturan komutan” görüntüleri de eklenince, ortaya “komuta zafiyeti” gibi kocaman bir psikolojik travma çıkıyordu. BBG evi gibi gözetlenen, sortilerle beli kırıldığı ilan edilen PKK, işte, 350 kişilik akıl almaz bir sayı ile gelmiş, üstelik ağır silahlarla, evimizde bizim çocuklarımızı vurmuştu.

İstihbarat neredeydi, savunma neredeydi ve komutanlarımız neredeydi? Evet, insanların ağzı torba değil, büzemezsiniz. İletişim çağında bu, sizin medyanıza yansımasa, PKK’nın medyasına yansır ya da uluslar arası medyada yankı bulur. Oradan da sizin insanınızın kulağına ulaşır, bu kaçınılmaz. Bu hadise, tabii ki, PKK’nın TSK ile bütün alanlarda boğuştuğu ve başarı kazandığı anlamına gelmiyor. Bu, nihai anlamda imkansıza yakın bir şey. Ama ortaya psikolojik bir travma çıkardığı da bir gerçek. Türkiye’nin üzülmesi ve öfkelenmesi ölçüsünde PKK’nın etkilediği dünyada sevinç uyandırdığına kuşku yok. Kesin olan şu ki, terörle mücadelede negatif bir nokta. Ve Dağlıca’dan sonra ikinci defa... Ve sınır ötesi harekatların izlerini etkisiz kılacak nitelikte...

Ne yapmalı? Türkiye’de, böyle bir durumda sorumlular, sivil kadrolar olsaydı kolay suçlanırdı. Kolay bedel öderdi. Hatta insanların zihni, böyle hataları sivil kadrolara yakıştırmaya daha müsaitti. İnsanlar askere toz kondurmama konusunda da oldukça duyarlıydı.

Sonra “mukaddes vatan hizmeti” canların hesabını sormaya izin vermeyen bir ahlak, bir karakter oluşturmuştu. Ama can yanıyor. Delikanlı evlatlar toprağa veriliyor. Anaların yüreği acılarla kavruluyor. Ve can sıkan iddialar ortalıkta savruluyor. Buradan, işin asıl sahibi olması gereken siyasi iradeye gelmek lazım.

Bizde, terörle mücadelenin siyaseti bile asker endeksli. Siyasetçi de genelde askerin ağzına veya gözünün içine bakma eğiliminde. Ama doğrusu, siyasi irade planlamasının başat belirleyici olması.

Çünkü terörle mücadele askeri boyuttan çok öte bir planlamayı gerektiriyor: Dış ilişkileri, ekonomik yatırımları, sosyo - kültürel ilişkileri, siyasi - hukuki çözümleri, askeri de aşan güvenlik planlamalarını...

Bütün bunları siyasi kadrolar yapacak. Gerektiğinde askeri zaafları giderecek, hesabını soracak veya askeri zaafların hesabını millete verecek...

Asker seçime girmiyor. Asker bürokrat. Asker, hani şu klasik ifadesiyle “emir kulu.” Eğer bunlar doğru ise, -ki demokratik bir hukuk devletinde bu böyledir diyelim- Dağlıca ve Aktütün’deki zaafın hesabını soran ve millete hesabını veren bir siyasi irade olması lazım. Ama biliyoruz ki, siyasi irade buralarda rol oynamıyor. Bu vesileyle söylenmesi lazım ki, daha belirleyici bir siyasi irade zarureti apaçık ortadadır. Genelkurmay Başkanı, “sivil bakış”ı öğrenmek amacıyla, stratejik araştırma kuruluşu temsilcileriyle toplantılar yapıyor.

Bu iyi bir şey. Ama bunu asıl yapması ve buralardan edinilen bilgilerin senteziyle, Meclis’teki siyasi kadroların katılımını da sağlayarak, terörle mücadele için çok geniş kapsamlı çözümler oluşturması gereken siyasi iradedir.

Bugün, 9.10.2008

Ahmet Taşgetiren

10.10.2008


AB, sınırlar için 3 milyar Euro verdi mi?

Türkiye, her büyük terör saldırısından sonra “sınır güvenliği”ni tartışıyor ama kimse dönüp neden sınırlarımızı koruyamadığımızı derinlemesine sorgulamıyor, sorgulayamıyor.

Çünkü bu konuda Türkiye’nin dokunulmaz kurumları var.

Bu gerçek neredeyse es geçilerek kimi siyasetçi tampon bölgeden söz ediyor kimi de Çin Seddi gibi set oluşturulmasını öneriyor.

Hatta karakolların daha güvenlikli olması için 1 milyon YTL paraya ihtiyaç duyulduğundan söz ediliyor.

Bu yaklaşımlar insanı rahatsız etse de buraya bir nokta koyup gölgede kalan bir gerçeği dile getirelim.

Düşünsenize, bu tür somut olmayan şeyleri tartışan Türkiye’nin elinin altında sınırlarını güvenli hale getirmek için “AB’nin ayırdığı yaklaşık 3 milyar Euroluk” bir paradan söz ediliyor.

Yanlış duymadınız yaklaşık 3 milyar Euro...

Ve yine yanlış duymadınız Türkiye tam 5 yıldır bu paraya elini bile sürmedi, görünen o ki böyle giderse süreceği de yok.

Bu da nereden çıktı demeyin.

Kısaca anlatalım.

1999’da hızlanan AB yolculuğuyla “sınırların güvenliği” meselesi de gündeme geldi.

Ve ilk kez 2001 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde şu görüşler yer aldı:

“Sınır yönetiminin güçlendirilmesi ve Schengen Antlaşması’nın tam olarak uygulanmasına hazırlık da dahil AB politikalarının etkin uygulanmasını temin etmek üzere, kamu yönetiminin modernizasyonu reformunun tamamlanması...”

Aslında bu reform isteği AB’ye üye tüm ülkelerde AB’nin desteğiyle yerine getirildi. En son Romanya ve Macaristan’da gerçekleşti.

Bu bir anlamda AB’nin kendi sınırlarını güvenlik altına alma çabası olarak da değerlendirilebilir.

Türkiye de bu doğrultuda çalışmalara başladı ve İçişleri Bakanlığı bünyesinde bir “Entegre Sınır Yönetimi” kuruldu.

Amaç bizim sınırlarımızdaki güvenliği AB standardına ulaştırmak.

6 Ekim 2004’te yayımlanan Türkiye hakkındaki İlerleme Raporu’nun “Adalet ve İçişleri Bölümü”nde şöyle deniyor:

“Sınırların kontrolü, vizeler, göç, iltica, uyuşturucu madde kaçakçılığı ve kara para aklama, örgütlü suç, terörizm, sahtecilik ve yolsuzluğa karşı mücadele, polis ve adli işbirliği, gümrük işbirliği gibi konularda, üye devletler, yeterli ve kabul edilebilir uygulama standartlarına ulaşmayı sağlamak için gerekli donanıma sahip olmalıdır.”

Düşünsenize, sadece teröre karşı değil, bütün yasadışı işlere karşı AB sınırlarımızın güvenli hale getirilmesini istiyor.

Bu talep doğrultusunda İçişleri Bakanlığı’na bağlı Entegre Sınır Yönetim Proje Uygulama Müdürlüğü 2003’te bir eylem planı hazırladı.

Buna göre, Türkiye’nin sınır güvenliğinden sorumlu Kara Kuvvetleri, Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı da dahil tek bir merkezde toplanacak ve Sınır Muhafız Teşkilatı kurulacaktı.

Bu çalışmaya başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere tüm birimler de destek verdi.

İlgililerin söylediğine göre projenin toplam maliyeti 3 milyar 700 bin Euro. Yüzde 60’ını AB karşılıyor, ayrıca başlangıçta 685 bin Euro da veriyor.

Şimdi gelelim asıl can alıcı soruya...

Başbakan Erdoğan’ın imza attığı ve dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün desteklediği bu proje tam 5 yıldır neden raflarda bekletiliyor?

Sorunun bilinen tek bir cevabı var; Özkök sonrası yönetim ve genel olarak askeri yapı “sınır güvenliğinin sivil yönetime devredilmesi” ni istemiyor.

Aslında sadece askerler değil bazı siviller de benzer bir görüşü savunuyor.

İşte Türkiye bu kısır tartışma yüzünden son 5 yıldır sınırlarıyla ilgili bir olanağı değerlendiremiyor.

Neden?

Neden AB’nin bu sınır projesi hayata geçirilemiyor?

Bunu bu toplumun bilmeye hakkı yok mu?

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bu konuda ne düşünüyor?

Ayrıca İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a soruyorum: Kurulan o “Entegre Sınır Yönetimi” kağıt üstünde mi kaldı?

Sabah, 9.10.2008

Mahmut Övür

10.10.2008


Küresel kriz ilâhî bir uyarı mı?

Roma Katolik Kilisesi lideri Papa 16. Benediktus, ABD başta olmak üzere Avrupa piyasalarını da etkilemeye başlayan küresel mali krizi “bir ilahi uyarı” olarak nitelendirmiş.

Vatikan’da “Piskoposlar Sinodu” adı altında yapılan toplantının açılışında konuşan Papa, bankalar ve kredi kuruluşlarının batmakta olmasından ibret alınması gerektiğini belirterek, “Bankaların çöküşünde, paraların yok oluşunda, tüm bunların bir hiç olduğunu görüyoruz” demiş. Papa’nın konuşmasında şunlar da var:

“Tüm bunlar gerçekmiş gibi görünse de, aslında bunların gerçekliği sadece ikincil düzeydedir. Bunlar üzerine bina yapmak, kum üzerine ev kurmaktan başka bir şey değildir”.

“Gerçeğin yegane temeli, bizim gerçeklik anlayışımızı değiştirebilecek yegane şey Tanrı’nın sözüdür: Gerçekçi olan, Tanrı sözünün gerçekliğini tanıyan kişidir”.

(...)

Bizim inancımıza göre Musevîliğin ve Îsevîliğin aslı da, İslam’ın geldiği kaynaktan gelmiştir. Eldeki Kutsal Kitap’larında, aslından kalma bazı cümleler de vardır. Bir gerçeği, bir güzel ve doğru sözü kim söylerse söylesin sonuç değişmez; doğru doğrudur, güzel güzeldir.

Bu münasebetle ben de, Kur’an-ı Kerim’den (Kasas Suresi’nden) birkaç âyetin mealini vereceğim:

76. Karun Mûsâ’nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara haksızlık etmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir ekip zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: “Sakın şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. 77. Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” 78. Karun, “Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz! 79. Karun gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkarıldı. Dünya hayatını arzulayanlar, “Keşke Karun’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!” derlerdi. 80. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle derlerdi: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlar için Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” 81. Sonunda biz onu ve evini barkını yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi. 82. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler bu defa, “Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah rızkı kullarından dilediğine bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkârcılar iflâh olmazmış!” diyorlardı.

Yeni Şafak, 9.10.2008

Hayrettin Karaman

10.10.2008


İstikbal golflerdedir

Orgeneral “Antalya Serik”teki “Ramazan” Bayramı Turnuvası’nda “yeşil”likler içinde golf oynarken; Aktütün’de şehit düşen “Antalya Serik”li piyade erin ismi neydi biliyor musunuz?

“Ramazan Yeşil!”

*

Ama, bu değildir asıl rezalet.

*

Turnuvaya 10 golfçü katıldı.

Orgeneral 9’uncu oldu!

*

Uçak uçuracağına golf oynuyor.

Onu da anca bu kadar oynuyor.

*

Hava Kuvvetleri Komutanı, bu sortiden sonra 365 gün 24 saat F16’nın pilot koltuğunda otursa, gene de hikáyedir...

İstifa etmesi lazım. Ama etmez. Görev süresinin biteceği ağustosa kadar bekleyecek. O gidince, yerine kim gelecek? Harp Akademileri Komutanı... Orgeneral Hasan Aksay.

*

Bak, ondan umutluyum... Çünkü müstakbel Hava Kuvvetleri Komutanımız, aynı turnuvada 5’inci oldu!

Hürriyet, 9.10.2008

Yılmaz Özdil

10.10.2008


Saldırıdan sonra golf

Bir bakan, bir milletvekili (hele de sorumlu iktidarın) böyle üzücü bir terör saldırısından sonra, değil aynı gün iki gün, 5 gün sonra bile göbek atamaz.

Düğüne gidemez.

Bir komutan böyle bir saldırıyı haber aldıktan sonra golf veya başka bir spora, eğlenceye devam edemez.

Bırakın etik olarak, sorumluluk olarak etmemeyi, (...) Osman Pamukoğlu’nun ifadesiyle “üzüntüden eli golf sopasına gitmez”. Hele de sonra dönüp eleştirilere karşı “Aktütün’e o gün ben mi gitseydim?.. Hava Kuvvetleri harekat refleksi ve operasyonlar bazında zafiyet yarattı mı, bir eksik olmuş mu?” demez. Evet, belki de gitmeliydi, mesela yerinde ben olsam hemen o anda bir yere giderdim ya Ankara’ya işimin başına veya Şemdinli tarafına... Kalamazdım oralarda gamsız gamsız...

Bunun “orduyu yıpratmak”la da hiçbir alâkası yok, sivil veya askerî, tüm yanlışların konuşulması gerekir.

Komutan Babaoğlu “Nöbetçi Kurmay organizeydi, olay sonrasında harekatların emrini ben verdim” diyor ama “şekil olarak” hatasının izahı yoktur. Ayrıca “bir eksik var mı” sorusunun cevabı halen etraflıca tartışılıyor, çok emin bir şekilde “her şey kusursuz düşünülmüş, havası da, karası da mükemmel çalışmış” denecek bir tablo da mevcut değil.

Vatan, 9.10.2008

Ruhat Mengi

10.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır