"Gerçekten" haber verir 03 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Hiç farkında olmadığınız bir sırada azap ansızın başınıza gelmeden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.

Zümer Sûresi: 55

03.03.2009


Barışın teminatı Risâle-i Nur

Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün filozoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risâle-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

İşte, nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur—emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap bulunmasına rağmen—âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak, üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risâle-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş.

Emirdağ Lâhikası, s. 404, (yeni tanzim, s. 780)

***

Kat’iyen tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka karşı bu milleti ve âlem-i İslâmiyeti muhafaza edecek Kur’ân-ı Hakîmin mucize-i mâneviyesinden bir derstir ki, dinsiz filozoflardan hiçbirisi ona karşı mukabele çaresi bulamadılar. Kat’iyen haber aldık ki: Hariçte bazı yerde bir milyon gençler “Müsalemet-i umumiyeyi temin edecek Risâle-i Nurdur” demişler. Sulh-u umumî taraftarı Almanya ve Amerika gibi bazı ecnebîlerin de Risâle-i Nur’u tercümeye başladığını haber aldık.

Emirdağ Lâhikası, s. 451, (yeni tanzim, s. 864)

***

Azîz kardeşlerim,

Bu mübârek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumi sulh ve selâmeti temin edecek bir inâyet ve kudrete mâlik olan Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizaç etmiştir:

1. Yüksek bir kuvvet ve bütün kemâlâtın üstâdı olan hakikat-i İslâmiye.

2. Şehâmet-i imâniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek.

3. Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakkî ve teâlînin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye.

Sözler, Konferans, s. 710, (yeni tanzim, s. 1227)

müsalemet-i umumiye: Umumun selâmeti; insanlığın barışı.

sulh-u umumî: Genel barış.

musalâhat-ı umumiye: Genel barış.

Bediuzzaman Said Nursi

03.03.2009


Ekonomi ve inanç

Risâle-i Nur’dan mühim bir sosyolojik tesbit:

“Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, ictimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ mergub olup revaç buluyor, sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.” (27. Söz)

İfadeye göre bu asrın insanlarını meşgul eden üç mühim olay var:

Birincisi: Siyaset meseleleri.

İkincisi: Dünya hayatının temini, yani geçim problemleri.

Üçüncüsü: Fen ve felsefenin cazibedar keşif ve fikirleri.

Günümüz insanı ictimaî hayat içine dahil olduktan sonra ister istemez bu konular ile yüzleşmek durumunda kalıyor. Siyaset, meclis, partiler, seçim, ekonomi, döviz, borsa, fen ve teknolojik gelişmeler, felsefenin ortaya attığı iddialar günlük hayatımızda mühim bir yere sahip oluyorlar. Bilhassa “hayat-ı dünyeviyenin temini” diye tâbir edilen ekonomik problemler en ön sıralarda yer alıyor.

Gerçekten de günümüzde insanların en büyük dertlerinden birisi dünyevî geçim meselesidir. Zihinler ve nazarlar ekonomi, maliye, hazine, döviz, borsa vs. gibi kavramlar üzerine aşırı yoğunlaşıyor.

Her bir fert ister istemez hayatın bu ciheti ile yüzleşmek durumunda kalıyor. Üstelik bu zamanlarda krizlerle, ekonomik çöküşlerle problem daha da derinleşiyor.

Bu yazımızda ekonomi ve inanç konusu üzerinde durmak istiyoruz. Zira krizlerin çıkış sebeplerinden birisi ve belki de en önemlisi meselenin inanç yönünün ihmal edilmesinden kaynaklanıyor.

Öncelikle “Ekonomi nedir?” sualinin cevabına bir bakalım:

Evet, ekonominin ne olduğuna dair iktisat ve maliye kitaplarında bir çok tanım bulabilirsiniz. Günümüz ekonomistleri konu üzerinde bir çok çalışmalar yapmışlar, bir çok tanımlar önermişlerdir.

Peki nedir ekonomi?

Ekonomi, “Cenâb-ı Hakk’ın biz insanlara ikram ettiği yer altı ve yer üstü nimetlerini ya doğrudan veya bazı işlemlerden geçirerek insanların ve çevrenin hizmetine sunma ameliyesi ve işlemidir.”

Demek istediğimiz nedir? Bir misâlle konuyu açalım isterseniz:

Cenâb-ı Hak buğday tohumunu yaratıp çiftçinin eline veriyor. Çiftçi tarlasını sürüyor, temizliyor, ekime hazır hâle getiriyor. “Bismillah” deyip buğday tohumunu tarlaya ekiyor. Sonra elini açıp, “Ya Rabbi! Ben tohumu tarlaya ektim, gerisi sana ait” diyerek Allah’a tevekkül ediyor. Ardından Cenâb-ı Hak semadan suyunu, yağmurunu indirip kudreti ile o tohumu çimlendiriyor. Her bir tohum yer altından filiz olarak başını çıkarıp dünya yüzünde boy gösteriyor. Çiftçi o filizlere gözü gibi bakıyor. Zararlı otlardan ve böceklerden koruyor. Yaz mevsimi gelip çattığında sarı sarı başaklara bakıp bunu veren Rabbine teşekkür ediyor. Hasat mevsimi geldiğinde ise kamyonlara yüklenen buğdaylar un fabrikaları önünde sıraya giriyor. Ürününü değer bir fiyata satan çiftçi o yılın ücretini almaktan memnun olarak evine dönerken, buğdaylar un olmak üzere öğütme makineleri önünde sıra sıra diziliyor. Un fabrikalarındaki işçiler ise “Bismillah” diyerek tonlarca buğdayı öğütme yoluna dökerler. Ardından torbalardaki binlerce ton unlar fırınlara gider. Hamur olur, kızgın ateşin önünde ter döken binlerce fırıncının eli ile sıcacık pideler ve somunlar halinde sofralarımıza kadar gelir. Bizler de “Bismillah” diyerek âfiyetle yeriz.

İşte bütün bu sürece “ekonomi” diyoruz. Zira bir buğday tohumunun buğday, un, ekmek ve sofra seyrinde yüzlerce el çalıştı, yüzlerce alın teri döküldü, böylece yüzlerce insan da çalışarak geçimini temin etti.

Şayet Cenâb-ı Hak tohumları çimlendirmese, semadan yağmurunu göndermese o zaman tarladan buğday elde edilmeyecek, bütün bu üretim sürecinde vazife gören çiftçisi, işçisi, esnafı, tüccarı zarar görecek. Veya günlük bir tabirle ekonomik kriz baş gösterecek. İşte bu buğday misâlinde olduğu gibi diğer bütün ürünler de aynı şekildedir. Sebze ve meyveleriyle, pamuk, mısır ve zeytini ile, heryıl Allah’ın ikram ettiği koyun, keçi, sığır gibi evcil hayvanlarla birlikte tarım sektörü ekonominin önemli bir ayağını teşkil etmektedir.

Aynı şekilde Allah’ın biz insanlar için yer altında depoladığı kömür, bakır, demir, petrol v.s. gibi yüzlerce madenlerin işlenip insanlığın hizmetine sunma ameliyesi de sanayi sektörü gibi bir çok iş kolunun gelişmesine vesile olmaktadır. Zengin deniz kaynaklarından istifade etmek de bir çok ekonomik değerin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır.

İşte bütün bu nimetler ve nimetlerin işlem görme süreçleri dikkate alındığında yukarıdaki ekonomi tanımının ne kadar makul olduğu net olarak anlaşılır.

Demek ki ekonominin hakikî mânâsı, “Allah’ın verdiği nimetleri insanlığın hizmetine sunma işlemidir.” Madem böyledir, Allah’ın verdiği bu nimetleri insanların istifadesine sunarken yine Allah hesabına, Allah adına, Allah’ın razı olacağı şekilde sunmak gerekir. Aksi bir durum elbette ki dengeyi bozacak ve günümüz tabiri ile “ekonomik krizleri” netice verecektir.

Bakın bu noktada Üstad Bediüzzaman Birinci Söz’de ne diyor:

“Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikiyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir. Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle, vesselâm.”

Şayet insanlar kendilerine verilen nimeti Allah adına kullanmazlar, Allah adına işleyip üretmezlerse, Bismillah deyip almazlar, Elhamdülillah diye şükretmezlerse ardından ekonomik musibetlerle karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdır.

Veya Allah’ın verdiği nimetleri insanların faydası için, çoluk çocuğun geçimi ve temini için, ihtiyar hasta ve musibetzede insanların rahat ve huzuru için kullanmazlarsa; aksine çoluk çocuğu öldürmek, masum ve suçsuz insanları yok etmek, suçlu-suçsuz ayırmadan insanlara zulüm etmek için kullanırlarsa sonunda varacakları yer ekonomik kriz diye tabir edilen maddî musibettir. Bugün ABD ve Batı ülkelerinin yaşadığı bu son ekonomik krizde Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ölen binlerce masum insanın âhı olduğu açıktır. Biz ise millet olarak, bu ülkelere verdiğimiz açık ve gizli destek neticesinde bu ekonomik musibetten payımıza düşeni alıyoruz.

Öyleyse toplum olarak toplu bir istiğfar etmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Öncelikle bütün işlerimizde, “Allah nâmına verelim, Allah nâmına alalım, Allah nâmına başlayalım, Allah nâmına işleyelim,” ardından kusur ve hatalarımızdan samimî olarak istiğfar edelim ve her işimizde Allah’a tevekkül edelim ve O’nun rızası dahilinde hareket edelim. Umulur ki, Cenâb-ı Hak şu maddî musibeti üzerimizden kaldırır ve bizleri iki cihanın saadetine eriştirir.

HALİL AKGÜNLER

03.03.2009


40 yıllık dost

Öyle zamanlar vardır ki insan hayatında, düz yolda yürüdüğünü zannederken, beklenmedik çukurlar çıkıverir önüne. Bazen zorlu virajlar alırken, tıkanır gibi olur da devam edemezmiş gibi sekteye uğradığı zannedilir. Yol bitti, buraya kadarmış derken, bir de bakmışsın ki ne yıkılan, ne yok olan var. Yol zaten olduğu yerde; sapasağlam ve oldukça uzun. Kıyamete kadar uzanan bir Cadde-i Kübrâ. Ve onun sebatkâr yolcusu da bir o kadar sağlam inancıyla ahd etmiş bu yolda yürümeye… Sahip olduğu bu iman ile hangi engel, hangi çukur onu geri koyar ki yolundan. Yol memnun, yolcu memnun!

Hani kadim dostluklar vardır hiçbir şeyin yıkmadığı, yıkamayacağı. Ve bunu perçinleyen senet gibi bir söz dökülür tarafların ağzından. “O benim 40 yıllık dostum, ona asla arkamı dönmem!”

Cefakâr gazetem… Yeni Asya’m. Biz seninle 40 yıllık dost olmuşuz, senin okurun olmuşuz, yazarın olmuşuz. Biz seninle 40 yıldır aynı yola baş koymuşuz.

Senin gittiğin yolda daima “Hakkın hatırı âlî” olmuş ve hiçbir hatıra fedâ edilmemişse, bu yol Kur’ân’ın yolu olduğu içindir. Bunun içindir ki, kurulduğu günden bu yana devlet-siyaset ilişkisinde hiçbir baskıya boyun eğmeyen tavizsiz ve korkusuz mücadelesiyle, en kaygan zeminlerde ilk günkü çizgisinden sapmadan 40 yıl önce durduğu noktada bugün de dimdik ayakta durmayı başaran bir misyon olmuştur yayın hayatında. Yeni Asya, üstlendiği bu misyonla toplumun temelini oluşturan din-inanç ve mezhepler mozaiğini ortak paydada buluşturan, “bu ülkenin evlatları olma” esasını, evrensel demokrasi ve adalet kavramını, ilke edindiği hoşgörü üslûbuyla fikirlerde ve vicdanlarda kabul gördürmüştür!

İslâmın, Kur’ân’ın ve Sünnet-i Seniyyenin metotlarını, çağın anlayışına sunan Risâle-i Nur’u, müellifi Bedîüzzaman Hazretlerinin yarım asır öncesinden işaret ettiği “matbuât lisanıyla” toplumlara ulaşarak anlatma idealini bize yaşattıran Yeni Asya, daha nice 40 yıllar bir ekol olmaya devam edecektir. Kuruluşundan bu yana dişiyle, tırnağıyla, sarsılmayan imanıyla bir an bile ümitsizliğe kapılmadan, yorgunluk, bezginlik nedir bilmeden gazetemizi bu günlere taşıyan, her satırında emeği olan herkese gönüller dolusu teşekkür etmek yetersiz kalıyor. İnanç dolu mefkûrelerini maddi karşılıkların çok üzerinde tutan bu gönül dostlarına ve bundan sonra da bayrağı taşıyacak olanlara bu köşeden selâm olsun…

Yakın tarihinde darbeler ve ihtilâller yaşayan, bu ülkede kitlelere ulaşmaya çalışan hiçbir yayın organı yoktur ki ihtilâlci zihniyetin Demoklasin kılıcı gibi tepesine inen yasaklarından nasibini almış olmasın. İhtilâlin soğuk rüzgârlar estirdiği, baskıcı rejimin demokrasiyi işlemez hale getirdiği o dönemlerde tiraj kaygısı, kapatılma korkusuyla sinen dev medya organlarının ve onların anlı-şanlı kalemşorlarının, o dönemi yaşayanların hafızalarından silindiğini hiç sanmıyorum. İşte o devlerin arasında tirajıyla cismi küçük fakat mânâ cihetiyle büyük olan ve ulaşabildiği her köşede sesini duyurma mücadelesini veren bu gazeteyi ne bu tür baskılar, ne de kapatma eylemleri yıldırmıştır.

O günlerle ilgili asla unutamayacağım bir hatıramı sizlerle paylaşmak isterim. 1980 ihtilâlinin ilk aylarıydı. Bulunduğum yer, Ankara’da meşhur Güniz Sokaktaki Başbakanlık konutu. Konutun orta katında, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in eşi Nazmiye Demirel hanımefendinin bayan misafirleri olarak ziyaretteyiz. Bilenler bilir… O dönem arı kovanı gibi işleyen Güniz sokaktaki meşhur konut, alabildiğine sessiz ve mahzun. Başbakan Zincirbozan’da tutuklu. Her zaman siyasilerle ve sıradan vatandaşla adeta bir ziyaretgâh gibi dolup taşan konutta, Başbakanın hanımefendisini ziyarete gelen konuklar ne acıdır ki bir elin parmakları kadar sayılıydı. İktidardan devrilen birkaç siyasetçi ve Bakan eşleri olan hanımlarla birlikte ben de hemen hemen her gün öğleden sonra aynı saatlerde Güniz Sokaktaki evin orta katında toplanır olmuştuk. Amaç, tabiî ki hanımefendiye moral ve manevi destek vermekti. Belli bir süre geçmesine rağmen Bayan Demirel, Zincirbozan’a gözaltında tutulan eşini görmeye gidememişti. Hatırladığım kadarıyla günün belli bir saatinde belirli bir dakika içinde telefonla görüşmelerine izin veriliyordu. Ve bu görüşmelerin pek çoğuna o salonda bulunan biz birkaç hanım şahit olmuştuk.

Bu ziyaret anında bir gün yaşça bizlerden büyük ve dönemin bakanlarından birinin yaşlı hanımefendisi önümüzde duran gazeteleri toplayıp elinde sallayarak, gösterilen vefasızlığa ve kaypaklığa isyanını sinirli bir şekilde dile getirdi. Nazmiye Hanım önce cevap vermedi. O kötü günler hâlet-i ruhiyesini fazlasıyla sarsmıştı ama dışa vuran hiçbir taşkınlığını ve aciz herhangi bir tavır sergilediğini hatırlamıyorum. Sonra kelimeleri tane tane ve ağırdan telaffuz eden o üslubuyla söylediği sözler bütün tazeliğiyle hafızamda saklı:

“Bu gazeteler, aydın kesim zannettiğimiz yazar-çizer takımı, hepsi korku içinde. Normaldir. Ama bu ihtilâlcilere karşı korkusuzca bizi savunan bir gazete var!” Salonda bulunan üç-beş hanım birbirlerine baktı. Kimse sormadan Nazmiye Hanım cevap verdi: “Yeni Asya gazetesi… Alın okuyun buna hak vereceksiniz.”

O anda göğsümün nasıl kabardığını ve gözlerimin dolduğunu şu anda bile hissederek hatırlıyorum. Benim mensubu olduğum gazetem, benim için unutulmaz olan o tarihi anda, yasaklı Başbakanın muhterem hanımefendisinin ağzından belki de onu tanımayan o birkaç önemli hanıma işte böyle tanıtılmıştı.

İşte o günlerden bu günlere geldik. Tirajımız halâ az olabilir ama devamlılığımız hiç bitmeyecek inşallah. Sevgili Yeni Asya, her şartta ve her satıhta “Hakikatin Gür Sesi” olmak ancak sana yakışır.

40. yılda bu duygularımı dile getirirken şahsım adına ve bütün Ankaralı bayan okuyucu kardeşlerimle birlikte gazetemizi bir kere daha tebrik ediyoruz.

NİLGÜN KARADENİZLİ

03.03.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır