11 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Türkiye’nin ‘Şemdinli’ sınavı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül askerin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan yasayı nihayet onayladı. Günlerdir bu yasanın onaylanıp onaylanmayacağı konusunda inanılmaz bir tartışma vardı.

Tıpkı türban yasasında olduğu gibi bu kez de Meclis iradesinin karşısına Anayasa Mahkemesi çıkacak.

Peki, olan ne?

Olup bitenleri daha iyi anlamak için iki çarpıcı örnek var elimizde.

Biri Şemdinli Olayı...

Aradan bir hayli zaman geçti ama hâlâ unutmadık, unutulacak gibi de değil.

Şu olanlara bir bakın...

Hatırlarsanız, 9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Umut Kitapevi’ne el bombası atarak bir kişinin ölümüne neden olan üç kişi olay yerinde yakalanmıştı.

Bunlardan ikisi, Ali Kaya ve Özcan İldeniz astsubay, diğeri de itirafçı Veysel Ateş’ti.

Bu suçüstü olayı gündeme bomba gibi düşünce dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Astsubay Ali Kaya’yı kastederek çarpıcı bir açıklama yapmıştı:

“Ali’yi tanırım iyi çocuktur.”

İşte kamuoyunun gözü önünde yakalanan bu kişiler önce sivil mahkeme olan Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıp 39 yıla mahkûm oldu.

Sonra ne oldu dersiniz? Sonra Yargıtay, sanıkların ilçe merkezinde işledikleri suçu “terörle mücadele alanı” kabul edip, “askeri mahal” kavramına soktu ve dosyayı askeri mahkemeye gönderdi. Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi ise sanıkları tahliye etti.

İnanılmaz değil mi? Sanki Kurtlar Vadisi filmindeyiz... Bir mahkeme 39 yıl veriyor, diğeri beraat. İşte yeni yasa, kafalarda soru işareti yaratan Şemdinli vakasının yeniden sivil mahkemede görülmesine olanak veriyor. Belki o zaman adalet yerini bulabilir.

‘Darbe Günlükleri’ne

sivil yargı yolu

Ayışığı, Sarıkız veya Eldiven kod adıyla planlanan darbe girişimlerine gelince...

Dikkat edilirse iki yıldır süren Ergenekon Terör Örgütü davasında “darbe girişimleri” üzerinde pek durulmadı. Hatta Oramiral Özden Örnek’in “Darbe Günlükleri” bile dava konusu olmadı. Büyük olasılıkla bunun temel nedeni de askeri mahkemeyle sivil mahkeme arasındaki “yetki” kargaşasıydı.

İşte bugünlerde bazı kesimlerin “onaylanmasın” diye feryat ettiği ama Cumhurbaşkanı Gül’ün onayladığı yasa bu yetki meselesini de ortadan kaldırıyor. Böylece tüm darbe girişimcileri de, asker içindeki cuntacılar da sivil mahkemelerde yargılanabilecek. Şimdi bütün bu olup bitenlere bakınca başta sol olmak üzere askeri darbelerden mağdur olanların, işkence görenlerin bu yasaya destek olması gerekmiyor mu?

Ama bizde ne yazık ki böyle olmuyor.

Daha dün “12 Eylül darbecileri yargılansın” diyenler bile, bugün darbecilerin sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunu açan yasaya karşı çıkıyor. Tabii yasanın, Anayasa’ya aykırılığı konusunda farklı görüşler olabilir. Bunun tartışılması da gerekiyor. Ancak ortada ilkesel bir durum var: Türkiye sivilleşecek mi yoksa vesayet rejimi devam mı edecek?

Bu konuda kimin hangi tavrı aldığı şu sözlerden çok açık ortaya çıkıyor. CHP Genel Muhasibi Mustafa Özyürek şöyle diyor:

“Bu hukuki olmaktan çok siyasi bir karar. AKP çoğunluğu, TSK’nin etkisini azaltma yönünde önemli bir adım atmıştır.”

CHP gibi kendini sosyal demokrat gören bir partinin en yetkili ismi böyle derse, elbette AK Partili Anayasa Komisyonu Başkanı “muhafazakâr” Burhan Kuzu da “sivilleşmeye” daha çok sahip çıkar:

“Bu bir sivilleşme hareketidir. Bu noktada kim demokrasinin yanında, kim karşısında, net olarak görünüyor.”

Gerçekten de öyle... Bu yasayla Meclis’e karşı darbe girişiminde bulunan, asker içindeki cuntacı hareketlere karışan “asker kişiler” artık sivil mahkemelerde yargılanacak. Bu da hem AB üyeliğinin, hem de sivilleşmenin bir gereğidir.

Keşke olanak olsa da bu yasa referanduma götürülse... Böylece Türkiye toplumunun sivilleşme arzusu da daha net ortaya çıkar.

Sabah, 10 Temmuz 2009

Mahmut Övür

11.07.2009


Daha birçok adım atılmalı

Daha iki yıl önce, 2007’nin 27 Nisan günü, zamanın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Paşa bir akşam vakti oturdu, bir bildiri kaleme aldı, gece yarısı Genelkurmay’ın internet sitesinde yayınlattı.

Bu bir e-muhtıra idi.

Hedefi, Abdullah Gül’ün Çankaya yolunu kesmek, cumhurbaşkanı olmasını engellemekti. Genelkurmay Başkanı böylece siyasetin daniskasını yapmış oldu. Yasalara göre suç işledi.

Peki, mahkemeye çıkarıldı mı?

Hayır, bu yol kapalıydı çünkü...

Peki ya 1998’de, 28 Şubat döneminde, Akın Birdal’ı uğradığı bir suikastla ölümün eşiğine getiren, Mehmet Ali Birand’a, Cengiz Çandar’a bir süre hayatı cehennem eden o korkunç ‘andıç olayı’nın hesabı soruldu mu?

Hayır.

Bu Genelkurmay andıcının sorumlusu olan asker kişiler mahkeme önüne çıkarıldılar mı?

Hayır.

Peki ya 2003-2004 yılı ‘darbe tertipleri?..’ Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Örnek Paşa’nın günlüklerinde yer alan ve zamanın Genelkurmay Başkanı Özkök Paşa tarafından bugüne kadar yalanlanmayan bu tertiplerin hesabı kaç yıldır mahkemelerde sorulabildi mi?

Hayır.

Peki, ya Şemdinli?..

Bu olayda, iki astsubay bir itirafçıyla birlikte Şemdinli’deki bir kitabevini bombalarken yakayı ele verdiler. Sivil mahkeme bu asker kişileri 39 yıl hapse mahkûm etti. Yargıtay’ın kararıyla dava askeri yargıya havale edildi. Askeri mahkeme ise 39 yıla mahkûm edilmiş olan bu asker kişileri serbest bıraktı.

Örnekler çoğaltılabilir.

Ama gerekmiyor.

Türkiye, Avrupa Konseyi’nin üyesidir. Türkiye, Avrupa Birliği’yle 2005’den beri amacı tam üyelik olan müzakere süreci içindedir. Bu yüzden de demokrasi ve hukuk çıtasını yükseltmek zorunda olan bir ülkedir.

Türkiye’de yargı düzeni iki başlıdır. Darbe dönemlerinde çerçevesi oluşturulan bizdeki askeri yargı düzeni, demokratik hukuk devleti ilkelerine aykırıdır.

Askeri danıştayıyla, askeri yargıtayıyla, askeri mahal, askeri suç, askeri görev tanımlarıyla, yargı denetimi dışında bırakılan tayin, terfi, emeklilik işlemleriyle, emir-komuta anlayışıyla, hangi pencereden bakılırsa bakılsın, bizdeki askeri yargı düzeninin ‘AB standartları’yla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Bizdekine benzer böyle bir düzene Avrupa demokrasilerinde rastlanmaz. Eğer demokrasi diyorsanız, eğer hukukun üstünlüğü diyorsanız, Türkiye’deki askeri yargı düzeninin baştan aşağı değiştirilmesi şarttır.

Demokrasinin gereğidir.

Hukukun gereğidir.

Adaletin gereğidir.

Darbecilerin hesap vermediği, muhtıracıların mahkeme yüzü görmediği, konuşmalarıyla, açıklamalarıyla siyaset yapan, siyasete karışan komutanların cezasız kalabildiği, kısacası asker kişilerin kendilerini ‘hukuk üstü’ görebildikleri bir düzenle ne demokrasi bağdaşır, ne de hukuk...

İşte bunun içindir ki:

Erdoğan hükümetinin asker kişilere sivil yargı yolunu açan yasal düzenlemesi, demokrasi ve hukukun, AB yolunun kesin bir gereğidir. Cumhurbaşkanı Gül’ün onayı da isabetli bir tutumdur.

Ama bunlar yetmez.

Askeri Türkiye’de demokrasi ve hukukla barışık hale getirecek daha birçok adım atılması gerekiyor.

Milliyet, 10 Temmuz 2009

Hasan Cemal

11.07.2009


Darbe tehlikesi yok, ama askerî vesayet sürüyor

Türkiye’de siyasi sistem üzerinde ciddi bir askerî vesayet olduğu, gözleri militarizmle perdelenmemiş herkesin görebileceği açık bir gerçektir. Bu gerçek, silahlandırılmış bürokrasinin askerî kanadı tarafından da, kendisini mütemadiyen “rejimin bekçisi” olarak takdim etmesiyle, dolaylı olarak, itiraf edilmektedir.

Gözden kaçan, askerî vesayetin mevcudiyeti değil, gerçek boyutlarıdır. Konuyla ilgili tartışmalar genellikle açık, kaba, doğrudan askerî darbeler üzerinde yoğunlaştığından, askerî vesayetin köklerinin derinliği, “kapsama alanı”nın genişliği ve tezahürlerinin çeşitliliği yeterince kavranamamaktadır. Manzara bütünüyle ortaya serilse, eminim (veya umarım) bu vesayeti onaylayan birçok kişi ve kesim dahi rahatsızlık duyacaktır.

Cari rejimin ana karakteri bürokratik vesayete dayanmasıdır. Bu, elbette, Osmanlı’dan tevarüs edilmiş bir olgudur. Ancak, “yeni” rejimin doğası gereği iyice derinleşmiş ve kök salmıştır. Bir imparatorluğun bir ulus devlet kadar güçlü bir bürokratik vesayet tesis etmesi gereksiz ve imkânsızdır. İmparatorluklarda çok sayıda etnisite, dil, din ve kültür gruplarının varlığı ve yaşayışı sorun haline getirilemez. Bu hatayı yapmak, imparatorluğun dağılma fermanını imzalamaktır. Bu yüzden imparatorluklarda toplumsal hayata müdahale etmek ve insanları ve grupları dönüştürmek bir politik amaç haline getirilemez. Bu daha ziyade ulus devletlerde olur. İmparatorluklarda siyasal iktidara itaat ve sadakat, anlaşma, vergi ve çalışma avantajları, coğrafi ve idari özerklik, grupların içişlerine karışmama gibi yollarla sağlanırken ulus devletler kişileri ve grupları bir “ideal tip-ulus” potasında eritmeye çalışarak, tek bir değer dizisini bireylere eğitim yoluyla vs. empoze ederek itaat ve sadakati sağlamaya gayret etmektedir. İlkinde sadakat sınırlı, şarta bağlı ve karşılıklı iken ikincisinde tek taraflı ve mutlaktır. Bu temel nitelik farklılığından dolayı Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında doğan ulus devletlerin birçoğu baskıcı ve tek tipleştirici olmuştur. Bu ülkelerin hepsinde milliyetçi ideoloji başı çekmiş ve E. Gellner’in ifade ettiği gibi bir çeşit “kültürel mühendislik” yapılarak bir standart “üst” kültür ve bu kültüre dayanan bir millet yaratmak istenmiştir.

Türkiye de, aşağı yukarı, diğer imparatorluk bakiyesi ulus devletlerin yolunu izlemiş ve cari rejim böylece ortaya çıkmıştır. Bu rejimde esas olan, belirleyici olan halk değildir; halkın ne olması ve nasıl olması gerektiğini bir şekilde bilme iddiasına sahip bir azınlıktır. Bu azınlığın orta direği bürokrasi ve bürokrasiye eklemlenmiş “saray aydınları”dır. Kısaca, rejimimiz bir askerî vesayet rejimidir ve orta direği bürokrasidir. Orta direğin tam ortasında ise silahlandırılmış bürokrasi yer almaktadır.

DARBEYE NE GEREK VAR?

“Silahlandırılmış bürokrasi” adlandırması bazılarına tuhaf ve aşağılayıcı görünebilir ama ne tuhaftır ne de aşağılayıcı. Aksine, gayet normal ve isabetlidir. Askeriye bir memurlar ve “zoraki gönüllüler” topluluğudur. Her insan hayatını kazanmak üzere bir iş yapmaktadır; asker memurların işi askerliktir. Askeriyedeki kurum kültürü, askerlerin katı hiyerarşik bir iş düzenine sahip olması ve toplumsal kültürdeki askerliği yüceltici öğeler bu gerçeği değiştiremez. Her memur gibi asker memurların da “patronu” vergi mükellefleridir ve onlara bu patronlukta seçilmişler vekalet etmektedir. Memurların hepsine değil bir kısmına patron—yani toplum—silah vermektedir. Bu yüzden bazı memurlar silahsız, bazı memurlar silahlıdır. Asker ve polis silahlı memurlar sınıfına girer. Silahı verenler kullanma şartlarını ve sınırlarını da belirler. Silahların başka alanlarda kullanılması emanete hiyanet anlamına gelir. Bunun sonucu zulüm ve zorbalık olur. Bunu yapan bir ordu veya polis meşruiyetini kaybeder ve yabancı işgal güçlerinden daha kötü bir işgal kuvvetine dönüşmeye başlar.

Türkiye’de askerî vesayeti sadece darbe çerçevesinde tartışmak meseleyi ele eksik almaktır. Darbe olunca zaten açık bir askerî rejim ortaya çıkar. Peki, darbe olmadığı veya darbe düşüncesi filizlenmediği—ki bu ülkemizde çok ender bir durumdur—zaman vaziyet nedir? Asker kışlasında oturmakta ve “askerî” işlerle mi uğraşmaktadır? Darbeler askerî bürokrasiyi egemen kılmak için yapılıyorsa artık bunun için bu ülkede darbeye gerek yoktur, zira darbeci zihniyet ve militarist uygulamalar daimileşmiş ve kurumsallaşmıştır. Bu çok iddialı bir söz müdür? Sanmıyorum. Rejimimiz üzerinde yapılacak gözlemler bize bu tespiti doğrulayan doneler sunmaktadır. Askerî vesayetin izlerini ve işaretlerini pek çok yerde ve her zaman bulmak mümkündür. Mesela, milli günlerdeki abartılı kutlama törenleri bir askerî vesayet yansımasına dönüşmekte hiç utangaç davranmamaktadır. Asker memurlar sivil vatandaşların eğitimine iyice müdahil olmuş durumdadır. Bu çoğu zaman sandığımız gibi sadece muvazzaf subaylar tarafından verilen milli güvenlik dersleriyle yapılmamaktadır. Birçok kanal kullanılmaktadır. Kanallardan biri Talim Terbiye Kurulu’dur. Bu kurulun bazı icraatlarında son söz asker memurlara aittir. Bilhassa belli ders kitaplarında askerden izin almadan değişiklik için adım atmak imkânsızdır.

(...)Alınan silahların gerekli olup olmadığı, askerî uçak ve helikopterlerin niye düştüğü, askeriyeye tahsis edilen kaynakların yerinde ve verimli kullanılıp kullanılmadığı vs. sivillerin ilgilenmesine izin verilen alanlar arasında bulunmamaktadır. Askeriyenin denetiminin sadece bir kanun meselesi olduğu sanılmamalıdır. Şu anda kanunların teorik olarak izin verdiğinden çok daha az denetim yapılabilmektedir. Denetçiler kışla kapılarından kovalanmaktadır.

AĞAÇLARA BAKIP

ORMANI ISKALAMAK

Silahlı bürokrasi siyasi sistemimizde kendine eşsiz (yani anti demokratik) ve muhkem bir yer inşa etmiştir. Ayrı bir yargı sistemi oluşturarak kendine kalın korunma duvarları örmekle kalmamış, askerî yargıyı potansiyel sivil eleştiricilerin kafasının üstüne “Demokles’in kılıcı” olarak yerleştirmiştir. EMASYA protokolüyle, jandarmanın anormal geniş faaliyet sahası ve yetkileriyle il ve ilçelerde mülki amirlerin ve polisin birçok görevi askeriyeye devredilmiştir. Askeriye, sivillerce bilinmesini istemediği alanlarda bir bilinmezlik perdesi oluşturmuştur. Toplum mesela generallerin hayat seviyesi hakkında hiçbir fikre sahip değildir. Maaş artışları olduğunda asker maaşlarındaki artışa medyadaki maaş tablolarında yer verilmemekte ve bu yüzden asker memurların sivil memurlardan ne kadar fazla para aldıkları bilinmemektedir. Harp okullarında verilen siyasi kültür eğitimi de siviller için tam bir muammadır. Özetle, askerler her sivil kuruma bir şekilde uzanmakta fakat siviller hiçbir askerî meselede ve askerî kurumda gerçek anlamda söz sahibi olamamaktadır.

Sıcak gündemin ve mikro tartışmaların esiri olmayalım. Ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmayalım. Manzaranın bütününü görelim. Bu ülkenin sorunu sadece açık ve doğrudan darbeler değildir, her alanı sarıp sarmalayan askerî vesayet rejimidir. Yapılması gereken rejimin normalleştirilmesidir, yani askerî vesayetin tasfiye edilmesidir. Askerî vesayetin tasfiyesi hem demokrasimize hem askeriyemize yapılabilecek en büyük iyiliktir. Buna yönelik her adım, kim tarafından atılırsa atılsın, alkışlanmalı ve teşvik edilmelidir.

Zaman, 10 Temmuz 2009

Atilla Yayla

11.07.2009


Yasaklı kadınlar hayalet varlıklar

Başörtülü genç kızlar/kadınlar bugünlerde evlilik meselesi ile gündemde. Ben de bu konuya dair birkaç kelam edeyim dedim.

Malum ülkemizde başörtüsü yasakları var. Aslında görünüşte yasaklar başörtüsüne yönelik ama genellikle bu örtünün altında bir de kadın olduğu için ortaya ‘yasaklı kadınlar’ olgusu çıkıyor.

Genellikle başörtüsü yasaklarından bahsettiğimiz için bu ‘yasaklı kadınlık’ hali kolayca geri plana atılabiliyor.

Daha önce de yazdığım gibi, ‘körlük’ siyasetini benimseyen bir kesim için zaten yasaklı kadınlar bile yok! Şu aralar ‘körlük’ siyaseti ile ‘sinme’ siyaseti uzlaştığı için, başörtülü yasaklı kadınlar, iyice bir ‘hayalet varlıklar’ haline geldiler.

Peki, bu hayalet varlıklar, ne yerler, ne içerler, nerelerde bulunurlar, nasıl görünürler ve hepsinden önemlisi nasıl görünmezler sorularına cevap aradığınızda, onların da aslında herkes gibi yaşadığını ancak başlarına ‘başörtüsü’ denen o sihirli haleyi geçirdiklerinde birden hem çok görünür hem de görünmez olduklarını görebilirsiniz. Başörtülü kadınlar iki durumda da, haklarında herkesin her şeyi bildiği (!) ‘anonim’ kahramanlara dönüşür. Böylece onlardan bahsederken, onları ikna odalarına alırken, onları bir yerlerden kovarken, bir yerlerde onlardan utanırken, kederleri ve sevinçleri olan kanlı canlı insan kadınlardan değil, káğıt üzerine resmedilmiş figürlerden bahsediyormuşsunuz, onları kovuyormuşsunuz, onlardan utanıyormuşsunuz gibi, kolayca gerçek üstü bir hissizliğe bürünerek zulmünüzü icra edebilirsiniz.

Türkiye’de başörtüsü yasakları işte böyle icra edilir!

Türkiye’de başörtüsü yasakları işte böyle kanıksanır!

Türkiye’de başörtüsü yasaklarının altında milyonlarca yasaklı kadın işte böyle görünmez kılınır!

Çünkü biz, her yaştan, her meslekten, her şehirden pek çok başörtülü kadın bu hissizliğin ve bu zulümlerin canlı tanıklarıyız. Bu yüzden, bu meseleyi konuşurken, yazarken dilimizden, kalemimizden ancak ‘acı’ damlıyor. Bu yüzden çok istesek de, bütün edebî ve mizahî yeteneklerimizi zorlasak da, acımızdan bir alay, bir komiklik üretemiyoruz.

Başörtülü kadınlar, muhafazakár/demokrat AK Parti iktidarının, her tür muhalifinin, karşıtının, düşmanının elindeki rehineleridir. Bu rehineler üzerine bırakın kanun/yönetmelik çıkarmayı, konuşamazlar bile, ancak usturuplu bir şekilde ima edebilirler. Son kapatma davası ile ilgili akla ziyan iddianameyi okuyanlar, ağzına ‘başörtüsü’ lafını alan her siyasetçinin ‘yasaklanma’ tehdidi ile karşı karşıya kaldığını bilirler.

Ve işte tam da bu yüzden, Türkiye’nin 85 yıllık tarihinin en önemli demokratikleşme hamlelerinin bin bir çile ile kotarılmaya çalışıldığı bu iktidar döneminde, başörtülü rehineler, unutulmuşluğa kadar uzanan uzun bir bekleyişe, vazgeçişlere mahkûm edilirler.

Başörtülü kadınlar, herkes gibi, nasıl giyinmek istiyorlarsa o şekilde okuyamazlar, çalışamazlar, kariyer yapamazlar, seçilemezler!

Ayrıca başörtülü kadınlar, sicilini temiz tutmak isteyen, müşterisini bol tutmak isteyen, aidiyetlerini gizlemek isteyen erkeklere eş olamazlar!

Başörtüsü yasaktır, başörtülü kadın yasaklıdır/hayalettir!

Star, 10 Temmuz 2009

Hidayet Tuksal

11.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.