08 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

O fasıklar ki, Allah’a verdikleri sözü bozar, Allah'ın akrabalar ve mü'minler arasında riâyet edilmesini emrettiği bağları keser ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte onlar hüsrana düşmüş olanların tâ kendileridir.

Bakara Sûresi: 27

08.10.2009


Siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var

Svet, şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak, yalnız Risâle-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var. O Zülfikar’ın zuhura gelmesi için çalışanların şahs-ı manevisinin, belki herbirisinin kıyametteki defter-i hasenatına yedi yüz sayfasıyla birtek sayfa-i hasenat olmasını rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz.

Madem o İmân hakikatleri yüksek bir ibadet ve hasenedir ve onunla çokların imanını kurtarmak binler hasene hükmündedir; onun zuhuruna çalışanların herbirisi onu okuyup ve dinleyip itikad etmesiyle, aynen işlediği sair hayratın defteri gibi bir uhrevî senedidir. Elbette onların ve şahs-ı manevîsinin ahirette defter-i hasenatından yedi yüz sayfasıyla bir tek sayfa olarak Zülfikar aynen neşrolmak ve bir sayfası hükmüne geçmek, hadsiz bir rahmetin şe nidir.

Saniyen: Gerçi Nurlar girdikleri her yerde galebe eder; fakat mütemerrid ve muannid zındıklar, maddiyunlar, ellerinden geldiği kadar fütuhatına fütur vermek için desiselere ve ehl-i siyasete evham vermeye çabalıyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Fakat ihtiyat her vakit iyidir. Sırren tenevveret düsturu devam ediyor. Ta bunun gibi birkaç mecmua çıkıncaya kadar temkinli ve ihtiyatlı bulunmak lüzumu var. Hatta bu defa sırr-ı “İnnâ a’taynâ” * nın remizli risâlesini on üç seneden beri görmediğim halde buraya göndermek bir derece ihtiyat kaidesine muhalif olduğu gibi, herkes anlamaz, hem tevil ve tefsir lâzımdır. Çünkü Lâhikada bir mektupta yazmıştım ki, iki hakikat mücmelen bana ihtar edilmişti:

Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mânâ verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde veriyordum. Hatta Hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki, geniş siyaset dairesinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaîye-i İslâmiye dairesinde Risâle-i Nur u göreceksiniz diye hakikatten bana ihtar edilmiş; bir hiss-i kablelvuku ile musırrane ve tekrarla ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı meselenin suretini değiştiriyordum.

İkincisi: Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hadisatı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mânâ vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük, on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi, büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi.

Ben, tevilimle bu büyük daireyi yalnız küçükte tatbik ettiğim gibi, evvelki “nur” meselesinde de bilâkis küçük daireyi ve sırf imanî hadise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasîyede tevilimle mânâ vermiştim. Onun için, sırr-ı “İnnâ a’taynâ”yı herkes birden anlamaz. Hem şahsi isimleri böyle mesail-i ilmiyeye girmemek lâzım olduğundan, o risâle hatta on üç seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler. Biri eğer çok merak etse, o sırr-ı “İnnâ a’taynâ”nın başında “Şimdiki saniyen” ile başlayan fıkrayı ve Lâhikada geçen aynı meseleye dair fıkrayı okumak lâzımdır; yoksa hiç bakmasın.

O ikinci Harb-i Umumi ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i imanın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir tevil ile o risâleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku bulması, o sûrenin bir lem’a-i i’câzıdır. Fakat heyecanlı tevillerim perde çekmişti; hakikat gizlenmiş.

* Biz verdik. (Kevser Sûresi: 1.)

Emirdağ Lâhikası, s. 181, (yeni tanzim, s. 356)

08.10.2009


Çok yönlü bir hakikat: Nübüvvet-i Muhammediye (asm)

Bugüne kadar okuyabildiğim farklı siyer kitaplarının çoğunda ortak bir husus vardır. Hemen hemen hepsi, önce Resûl-i Zîşân’ın hayatını ‘kronolojik’ olarak ve ‘olay merkezli’ bir biçimde anlatırlar. Bir kısmı bu şekilde tamamlanırken, bir kısmı ise hemen sonrasında, Peygamberimizin (asm) özelliklerine, şahsiyet-i mâneviyesine dair bir kısım açıklamalara yer verirler.

Ne yazık ki, pek az siyer (onların da bir kısmı) Nebîler Nebîsinin yaşadığı hayatla şahsiyetini mecz ederek, bir arada anlatabilmiştir. Kâinatın Efendisinin (asm) güzelim hayatını başından sonuna kadar, muhteşem şahsiyet-i mâneviyesi ile birleştirebilen bir siyere bugüne kadar maalesef rastlamadım.

Yine bu yüzden olsa gerek, bu siyerlerde Efendimiz için genellikle “Hz. Muhammed (asm), Peygamber Efendimiz, Resûlullah…” gibi bir-iki değişik ifade kullanılmıştır.

Elbette hiçbir siyer tam anlamıyla İki Cihan Güneşi’ni anlatamaz. Elbette insan, bu dünyanın ve ahiretin sebeb-i hilkati olan o zât-ı nuranîyi (asm) bütün yönleriyle ifade etmekten aciz.

Aslında bu acziyet bile Peygamber Efendimiz’in ve nübüvvet hakikatinin çok yönlü olduğunu anlatır bize. Evet Muhammed-i Arabî (asm) tek bir insandır, ama Nübüvvet-i Muhammediye (asm) çok yönü olan bir hakikattir.

***

Bu noktada Nübüvvetteki genişliği, çok yönlülüğü ifade etmek bakımından imdadımıza yine Risâle-i Nur yetişir. Dikkatli bir Risâle okuyucusu, Allah Resûlü ile ilgili bahisleri okuduğunda nübüvvet hakikatinin genişliğine dair ipuçları yakalar.

Meselâ; 19. Söz Risâlet-i Ahmediye’den bahsederken, konuyu çeşitli yönlerden ele alır. 14 reşhanın her biri Nübüvvetin, Risâlet-i Ahmediye’nin farklı bir yönüyle alâkalıdır. Ama bunu öylesine güzel bir bütünlük içinde sunar ki 19. Söz, hepsinin tek bir şahısta toplanabileceğini de hiç şüpheye yer bırakmadan ispatlayıverir.

Bir diğer örnek, hâliyle 19. Mektub’dur. Yani Mu'cizât-ı Ahmediye (asm) risâlesi. Risâle-i Nur içinde en sevimli bahislerden birisi olan bu risâle, mu'cizeleri kategorilere (işaretlere) ayırır. Bu kategorilerin her biri—aynı Risâlenin sonunda da belirtildiği üzere—Nübüvvet-i Ahmediye’nin o kategoride (işarette) bahsi geçen konuyla ilgili yönünü belirtir.

Aynı Risâle’nin 13. İşaretinde bulunan ve müellifin “Altın ve elmas ile yazılsa liyakati var” dediği kısımda ise insan, Peygamberimizin (asm) sadece bir elinin, nübüvvet hakikatinde ne kadar çok yöne baktığına dair muhteşem bir ders alır.

Yine başka bir örnek, Risâlelerin Peygamberimizi (asm) ifade ederken kullandığı ifadelerin çeşitliliği ve derinliğinde gizlidir. Bazılarını bu yazıda da kullandığım bu ifadelerin küçük bir kısmı şunlardır: Sultan-ı Levlak, ferîd-ü kevn-i zaman, Nebî-i Zîşan, şeref-i nev-î insan, Fahr-i Kâinat, Muhammed-i Arabî, Resûl-i Ekrem, Hâtemü’l-Enbiyâ (asm)…

Her bir ifade aynı kişiyi, Efendimizi (asm) anlatır. Ancak anlam olarak ince farklılıklar da barındırır. Bu farklılıkların ise öylesine değil, bilinçli olarak kullanıldıkları okuyanın az-çok bildiği bir husustur.

Risâleler tıpkı Allah’ın birliğini anlatırken esmâ-i hüsnâyı kullandığı gibi, Peygamberimizi (asm) anlatırken de onun çok yönlülüğüne bu ifadelerle parmak basmış olur.

***

Nübüvvet-i Muhammedîyenin (asm) çok yönlü oluşuna dair bu bakış, aynı zamanda En Güzel İnsanı (asm) tek bir yöne indirgeyip, güya değerden düşürmeye çalışan zamanımızın seytanî bakış açısına da çok keskin bir cevap oluşturmaktadır.

Meselâ 19. Mektub’da “…ey mülhid-i bîhuş! ‘Muhammed-i Arabî (asm) akıllı bir adamdı’ deyip geçme…” denilmektedir. Görüldüğü üzere mülhid onu (asm) akıllı bir adam olarak bilmektedir. Yanlış mıdır? Elbette hayır, ama mülhid, onu (asm) sadece akıllı biri olarak görmek, diğer yönleriyle bağını koparmak istemektedir. Halbuki o (asm) akıllı olduğu gibi, son peygamberdir... O (asm) en şefkatli insan olduğu gibi, üzerine Kur’ân indirilen zattır (asm)… Onu (asm) sadece akıllı biri olarak tanımlamak, diğer yönlerini ihmal etmek, onu (asm) tanımamızı engeller. Bizi ondan (asm) uzaklaştırır.

Oysa yine Risâle-i Nur’un ifade ettiği üzere “…çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı (asm) düşündüğü vakit, Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyn’e koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir.”

Ancak böyle bir bakış bizi ona (asm) yakınlaştırır çünkü…

[email protected]

AHMET TAHİR UÇKUN

08.10.2009


Tüccarın akıllısı

Uzunca bir yol kat ederek dünyaya gelen insan, çocukluk devresini tamamladıktan sonra mükellef olur. Yani yaptıklarından mes’ul olur. Her doğrusu için mükâfat verilir, her yanlışın hesabı sorulur ondan; sorumlu olur.

İlâç ambalajına prospektüs, cihaz kutusuna da kullanma kılavuzu koyarlar. O şeyi, üretiliş maksadına uygun kullansınlar diye.

Cenâb-ı Hak da insanlara peygamberleri rehber; onların eliyle gönderdiği sahifeleri, kitapları kullanma kılavuzu takdir eylemiş.

Mahlûkata, sen ineksin, sen sineksin, sen çiçeksin dedikten sonra; bize de “insan” demiş Hâlıkımız. Tarif etmiş kitabında insan gibi yaşamanın, davranmanın tarzını.

Kılavuzu Kur’ân olan, dünyaya bir ticaret yapmak üzere gönderildiğini bilir. Hayrın, şerrin pazara döküldüğü bu âlemde, şu kısa ömürde kazanmaya bakar.

Mü’minler için bu dünya, bir ticaretgâh; ahiret hesabına yapılacak kârlı bir yatırımın da münbit zemini. Burada eken, orada biçer. Burada kazanan orada sarf eder.

İnsanlar “kat” da kazanır, “yat” da…

Mesele, Rezzak-ı Kerîm’in rızasını kazanmak.

O’nun marziyatı dairesinde yapılan her şey; sözlerimiz, davranışımız, yatmamız, kalkmamız; tebessüm edişimiz bile kazanç hanesine yazılıyor, ebedî hayat için.

Ticareti, maddî metâın alınıp satılmasından ibaret görmemeli, onun arkasındaki manevî kazancı gözetmeli.

Bir zamanlar:

“Bugün de zarar ettik” deyip dururmuş bir tüccar. Komşular kapatmış dükkânları, kâr etsin diye komşuları. Akşam, sormuşlar ona. O:

“Bugün de zarar ettik” demiş. Söylemiş komşudan biri:

“Be adam, verdik çarşıyı sana! Kâr ettim desene bana.” Akıllı tüccar:

“Benim derdim uhrevî; dünyada kâr, ahirette zarar etmekten korkum. Boşa geçen ömre yandım, bugünü de zarar saydım” diyerek her şeyin maddî kazançtan ibaret olmadığını; dünyada kâr edip de ahirette zarar edenlerden olmamak gerektiğini anlatır dururmuş davranışıyla.

San'at, ziraat ve ticaret helâl dairedeki geçim vasıtalarının başta gelenleri. Öyle olmakla beraber, Peygamber Efendimiz (asm): “Bereketin” ve “Rızkın onda dokuzu”nun ticarette olduğunu belirtmektedir.

Hem dünya, hem de âhiret saâdetini kazandıracak ticaret ne güzel.

Ticaretin neticesi kâr, hasâretin mânâsı ise zarardır.

Anlaşılması gereken şu:

Para pul, makam mevkî gibi dünyevî imkânların, Allah nezdinde bir değer ifade etmediği için, dünya hayatını sırf bunların peşinde koşarak geçirenler, ahiret derecelerinden, kârlarından mahrum kalabilirler.

Ehl-i imanın imkân sahibi olmasını kim istemez? Bugün, birçok ihtiyaç, birçok iş onunla oluyor. Dinî, imanî hizmetler de bir cihette ona bağlı, onunla görülüyor. Fakat, “kantarın topu”nu kaçırmamalı, dengeleri iyi kurmalı.

Nasreddin Hoca’ya, pürtelâş gelir komşusu:

“Gözümde bir ağrı var, buna bir çare” der. Hoca, hiç tereddüt etmeden:

“Bir parmak katran sür” diye cevap verir. Birkaç gün sonra tekrar gelen o komşu:

“Aman hocam, yandım! Bizim göz gitti” diye feverân eder. Hoca biraz düşünüp, taşındıktan sonra:

“Hımm” yapar: “Ben parmağıma sürmüştüm de iyi gelmişti. Demek, kimine iyi geliyor, kimine gelmiyor” deyiverir.

Para da öyle değil mi?

Yerine sarf edilirse, dertlere devâ; yanlış kullanıldığında ise, başlara belâ.

Tüccarın akıllısı, servetin hayırlısı temennimiz, duâmız…

[email protected]

ALİ RIZA AYDIN

08.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.