03 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

İhbarcı subay gizli tanık olmaz! Çünkü...

SavcIlara gönderdiği belgelerle gündemi alt üst eden meçhul subay gizemini koruyor. Her ne kadar ihbar mektubunda ‘tanık olarak çağırmanız durumunda gelmeye hazırım’ dese de ‘yok canım böyle bir belge olamaz. Zaten TSK da ömrü hayatında hiç bu tip belgeler hazırlamamıştır’ diyenler ‘böyle bir subay yok. Mutlaka emniyet, askeri izleyip imzasız bir mektup yazmıştır’ demeye devam ediyorlar.

Oysa mektubu alıcı gözle inceleyenler şunda hemfikir: Bu kişi her kimse içeride ve her şeye hakim.

Hatta denebilir ki; imha edildiği söylenen 40 çuval evrak konusunda da fikir sahibi. Hem İrtica Eylem Belgesi’ne hem de gün yüzüne çıkmamış çok sayıda dosyaya ya ulaşma imkanına sahip ya da zaten içinde olduğu için biliyor.

Yani meçhul subay her kimse gündemi belirlemeye devam edecek. Ankara kulislerinde konuşulanlara göre karargâhta hummalı bir çalışma var ihbarcı subayı bulabilmek için. Bulurlar mı? Kuvvetle muhtemel. Ama bu kadar çok şey bilen bir subay da ‘kolay lokma’ olmayacaktır.

Peki ‘çok şey bilen’ bu subay kim ve ifade vermeye gelecek mi? Kim olduğunun aslında çok bir önemi yok. Çünkü suç delili bütün ıslaklığıyla elde.

Yaşanan gelişmeler de mektupta anlatılanları doğruluyor. Son olarak savcılığın Genelkurmay’dan istediği giriş çıkış ve kamera kayıtlarının ‘güvenlik gerekçesiyle’ verilmemesi de önemli bir nokta.

İhbarcı subayın kimliğine takılıp kalmanın da çok bir anlamı yok aslında. Çünkü olay şuna benziyor: Yerde bir ceset var. Kanı henüz kurumamış. Polis katil zanlısını elinde kanlı bıçakla yakalamış. Üstelik hem zanlının daha önce de benzeri suçlardan kaydı var. Ve dahası görgü şahitleri var. Bu noktada 155’i arayıp cinayeti ihbar edenin kimliğinin çok bir önemi olmasa gerek.

Israrla ‘ifade vermeye gelsin’ denirse de ‘gizli tanık’ olmayacağı muhakkak. Gelirse açık kimliği ile ya da başka bir yöntemle ifade verecektir. Çünkü adı gizli, kendisi açık olan ‘gizli tanıklık’ müessesesi kurulduğu günden bu yana o kadar çok hata yaptı ki. Hiç kimsenin bu saatten sonra gizli tanık olmayı isteyeceğini sanmıyorum.

Biraz açarsak... Gizli tanıklık yasası Ocak 2008’de yürürlüğe girdi. 1 Temmuz 2008’de de İçişleri Bakanlığı bünyesinde tanık koruma kurulu oluşturuldu. Gizli tanıklık müessesinde belirleyici olan 11 kişilik kurul. Bu kurulda on beş yıllık birikime sahip üç hakim var. Bunlardan ikisini HSYK atıyor. Özellikle Kent Otel toplantıları ve geçtiğimiz yaz yaşanan kararname krizinden sonra HSYK’nın belirleyeceği isimler şüpheyle karşılanmaya başladı bunu da hatırlatmak şart. MSB bir askeri hakim, Jandarma Genel Komutanlığı bir, Sahil Güvenlik Komutanlığı’ndan bir, İçişleri’den bir, Emniyet’ten iki ve Gümrük Müsteşarlığı’ndan birer üye atanıyor.

Bu kurul gizli tanıklarla ilgili her türlü bilgiye sahip. Buraya kadar her şey normal. Anormal olan iki yıldır uygulamada olan kanun kapsamındaki tüm gizli tanıkların artık aleni olması. Ergenekon sürecinde gördük ki tüm gizli tanıklar ya savcıların dikkatsizliği ile ya da sanıklar tarafından deşifre edildi. Mesela Galip 1 ve Kıskaç daha başta deşifre oldu. Veli Küçük duruşmada ‘gizli tanık 17’yi deşifre etti. Cemal Temizöz davasının gizli tanıkları hem deşifre oldu hem de cezaevinde tehdit edildi. Örnekleri uzatmak mümkün. Özeti de şu: Mevcut yapı da gizli tanıklar gerçekten gizli kalamıyor. Bu yüzden cuntayı ihbar eden subay her kimse mutlaka bu açığı da görüyor. Yani gizli tanık olarak ifade vermeye gelmeyecektir.

Peki kimliği hep meçhul mu kalır? Açıkçası ihbar mektubu yazma cesaretini gösteren subay başka şeyler de yapabilir. Ama geçmişte yaşanan kötü örnekler cesaretini kıracaktır. Malum olduğu üzere binbaşı Samet Kuşçu, Menderes’i devirmeyi planlayan 9 subaylık cuntayı ihbar etmişti. 9 subay sorgulandı, mahkemeye çıktı. Yargı subayları beraat ettirirken Kuşçu’yu orduya hakaretten mahkûm etti. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ‘üzerine gidilmeli’ demişti. Fakat Menderes ‘konu ordunun iç işidir, kendi içlerinde halletsinler’ dedi. Takip etmedi. İki yıl sonra 27 Mayıs darbesi oldu. İçlerinde de bu 9 subay vardı. Yakın tarihte benzer bir hadise de 28 Şubat’ta oldu. Fakat yine darbe belgesini hazırlayanlar değil dışarıya çıkartanlar yargılandı. Bütün bunlara rağmen ihbarcı subay ifade verir mi? Cevabını sadece kendisi biliyor.

Adem Yavuz Arslan, Bugün, 2.11.2009

03.11.2009


TSK’nın ‘içyüzüne’ dair bir hatıra

BİR “ıslak imza” ile iyice ayyuka çıkan “irticaya karşı eylem planı”, ne kadar tuhaf bir ülkede yaşadığımızı bize bir kez daha gösteriyor.

Bu işin “sonuna kadar gidilmesi” ve sorumlu subayların, her ne kademede iseler, sivil yargı önünde hesap vermesi gerektiği apaçık ortada.

Ancak karşımızdaki problem bundan da büyük. Çünkü sorun, o bildik “çürük elma” ve “münferit vaka” edebiyatına sığamayacak kadar derin ve vahim. Çünkü eğer bir ordunun içinden yarım yüzyıl boyunca ikide bir darbeciler, işkenceciler, andıççılar ve “psikolojik harekat”çılar çıkıp duruyorsa, mesele o ordudaki bir takım tekil şahıslar değil, hakim zihniyettir.

Bu zihniyetin özeti de şudur: TSK, demokratik bir ülkede olması gerektiği gibi, sadece ülkeyi dış tehditlerden koruyan profesyonel bir ordu değildir. TSK, o işi de yürütmektedir tabii (ve buna hepimiz minnettarız) ama bir de ülke içinde belirli bir siyasi/felsefi ideolojinin “ bekçiliğini” yapmaktadır. Ilımlı versiyonu Deniz Baykal’ın CHP’si, sert versiyonu da Doğu Perinçek’in İşçi Partisi tarafından temsil edilen bir ideolojidir bu.

Gelin, size bu “sert versiyon” ile TSK bünyesinde nasıl karşılaştığıma dair ufak bir hatıramı anlatayım.

***

Ben hayatımda kışla kapısından iki kez girdim. İlkinde sekiz yaşındaydım. 12 Eylülcülerin tutukladığı babamı tel örgüler arasından on dakika olsun görebilmek için Mamak Askeri Cezaevi’ne gitmiştim. Nazi kampı gibi bir yerdi.

Aradan 20 sene sonra, 2000 Temmuzunda, bu kez kısa dönem askerlik yapmak için Samsun’daki “Sahra Sıhhiye ve Eğitim Merkezi Komutanlığı”na gittim. Başımızdaki general, meşhur Osman Doğu Silâhçıoğlu idi.

Günlerden bir gün, “toplanın, paşa size konferans verecek” dediler. Biz erler de biraz “rap rap” yürüyüp salona vardık, başladık Silahçıoğlu’nu dinlemeye.

Lafa, İslam öncesi Şamanist Türklerin ne kadar “ileri” ve “çağdaş” bir millet olduğunu anlatarak girdi.

Sonra İslamiyet’e girişti. Kur’an’ın peygamber tarafından “derlenmiş” bir kitap olduğunu ima etti. Turan Dursun, Erdoğan Aydın, İlhan Arsel gibi anti-İslami yazarlardan alıntılar yaparak İslam’ın ne kadar “karanlık” bir din olduğunu anlattı.

Sonra sıra Osmanlı’ya geldi. Çoğu “Rum çocuğu” olan padişahların Türkleri ezdiğini, zaten Osmanlı İmparatorluğu’nun “Türk ulusal bilinci”ne vurulmuş bir zincir olduğunu savundu.

Paşa, üç saatten fazla süren konferansın sonunda da, Şamanist temalar taşıyan bir “toplu yemin” ettirdi, salondaki bine yakın askere.

Tüm bunları dinlerken “vay be” dedim kendi kendime. “Bizim halk hâlâ, saf saf, ‘peygamber ocağı’ filan sansın, burası çok acayip bir yer.”

***

Silâhçıoğlu paşanın tüm TSK’yı temsil ettiğini düşünüyor değilim. Öte yandan, generallerin kişisel olarak Şamanist, Budist, ateist filan olmaları da beni hiç ilgilendirmez.

Anlattığım olaydaki vehamet, açıkça “anti-İslami” olan bir ideolojinin, bir TSK generali tarafından silah altındaki erlere empoze edilmesiydi. Bu, TSK içinde “uç” bir tutum olsa da, bu ucun orada serbestçe “endoktrinasyon” yapabilmesi, “merkez”in durumuna dair de bir fikir veriyor. Dediğim gibi, “uç”taki sert versiyon İşçi Partisi’nin ideolojisine karşılık geliyorsa, “merkez”i oluşturan ılımlı versiyon da CHP’nin ideolojisine denk düşüyor.

Mesele, TSK’nın, bu totaliter rejimlere has “ideolojik ordu” kimliğinden kurtulmasıdır. Aksi halde, ideolojisine aykırı düşen siyasi partileri ve toplumsal kesimleri “iç düşman” olarak görmeye devam eder.

Böyle olunca da, topluma karşı “eylem planları” bitmez.

Toplumun en az yarısını oluşturan “iç düşmanlar” da, “bizi, kendi vergilerimizle finanse edilen bu ordudan kim koruyacak” diye kara kara düşünmeye başlar.

Mustafa Akyol Star, 2.11.2009

03.11.2009


Cumhuriyet bayramında çocuksulaşma eğilimi

Mustafa Erdoğan (Star, 31 Ekim), Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına hakim “ruh iklimi”ni –haklı olarak- “genel çocuksulaşma eğilimi” olarak nitelemiş. Yazısının son cümlesi de bir bayram ertesinde daha aktarılmayı hak ediyor:

“…Cumhuriyetin kendine ait bir sivil ethos geliştirememiş olduğunu söyleyen Şerif Mardin haksız değil.” Gerçekten de kutlamalarda karşılaştığımız manzaralar nedir Allah aşkına? CHP Bursa milletvekili Abdullah Özer’in yazılı soru önergesini beğendim doğrusu.

Özer, önergesinin bizi ilgilendiren bölümünde soruyor: “Pastadan Atatürk maketi çıkarma fikri organizasyon firması tarafından mı önerilmiştir? Yoksa İstanbul Valisi Muammer Güler’e ait bir fikir midir? Resepsiyonda sahneye getirilen pastadan Atatürk’ün maketinin çıkartılmasını bakanlık olarak ulu önderin manevi şahsına yapılmış bir hakaret olarak değerlendiriyor musunuz?” Özer haklı; önergesini “ulu önder” gibi hiç de “seküler” olmayan bir klişe ile süslemesine ve TBMM’de –ne yazık ki- bu işlerin hâlâ konuşuluyor olmasına rağmen, haksız değil. Yani gerçekten bir “skandal” bu: “Genel çocuksulaşma eğilimi”nin zirvelerinden birisi açıkça. 6 metre boyunda, 4 metre eninde bir Cumhuriyet Pastası ve içinden çıkan bir cumhuriyet sürprizi! Belli ki İstanbul Valisi, gecenin sürprizinden haberdar. Bunu, Atatürk maketinin yapımcısı modacı Faruk Saraç’a, herkesin önünde teşekkür etmesinden anlıyoruz. Ayrıca modacının açıklamasından anlaşıldığına göre, önümüzdeki resepsiyonun sürprizi daha da etkileyici olacak. Saraç, önümüzdeki yıl, denizden havai fişekler eşliğinde yüzeye çıkan bir “Atatürk figürü” gerçekleştirmeyi tasarlıyormuş.

(...)

Yazıyı önceki gün Resmi Gazete’de yayımlanan “Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in (adı da fazla uzun; yaz yaz bitmiyor) bir bölümünü aktararak bitirelim:

“Özel ortaöğretim okulları ile diğer özel öğretim kurumlarında ise yönetimin bulunduğu binanın girişinde kolayca görülebilecek en uygun yerde Atatürk köşesi oluşturulacak. Atatürk köşesine zeminden yüksekte, Atatürk’ün büstü veya maskı konulacak. Atatürk’ün fotoğrafı, Türk Bayrağı, İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi uygun biçimde asılacak…”

İyi güzel ama ya “pasta”, o nerede?

Kürşat Bumin, Yeni Şafak, 2.11.2009

03.11.2009


Cumhurbaşkanı ve Başbakan ne kadar cesur

1. Kuloğlu ve Kışlalı; “Komuta katı Türkiye’de durum tespiti yapar. İlgili birimlere etüt talimatı verir. Bu rapor da birimlerce hazırlanıp üstlerine gönderilir” derken, Demir de; “bu çalışmaların yalnızca zihinsel jimnastik olduğunu” yazar. Yani, TSK’nın yapılan hatadan nasıl çark edeceğinin ipuçları verilmekte.

2. Demir; “ihbar mektubunun ıslak imzalı be/ge”olduğunu ve “gönderensubayın da gerçekliğini”’komutan kaynaklarına dayanarak ifade ederken; “verilen detaylardan mektubun, olaylara tanıklık eden birisi tarafından yazıldığını” vurguluyor. Yani, ihbarda bulunan, halen görevli ve gerçek bir muvazzaf. Metehan; “Genelkurmay’m, gizli tanık programında da olsa, bu subayın kimliğini öğrenmek için, savcılık makamına başvuracağım” söyleyerek, aba altından da sopayı gösterir. “Başbuğ’un; emekli olmuş komuta kademelerini, ‘bizden önce olmuş ne yapalım’ diyerek zor duruma düşürmemek için, silah arkadaşlığı adına koruyacağını” da Metehan’ın yazısından öğreniyoruz. Yani, ‘şimdi birlik olma zamanı’ deniyor ve ‘kol kırılıp yen içinde kalacak’. Hâlbuki bu belge ne ilk ne de son. Ortalıkta dolaşan daha yüzlerce benzeri belgeler var.

3. TSK’nın hem kendisine, hem de Baransu gibi ‘Taraf olanlara iade-i itibar sağlaması için, Karargâhın acil bir şekilde taraf(lı)sız gözlemcilere aç(ıl)ması gerek. İlker Başbuğ’un danışmanları/yardımcıları, ya sehven ya da bilinçli olarak, onu tam birife etmiyorlar ve kriz üstüne kriz çıkararak, TSK’nın ‘göz bebeği’ konumunu, ayaklar altına al(dır)ıyorlar.

4. Org. Taşdeler tarafından hazırlanan planda; “Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının hiç istenmediği, eşinin türbanının kabul edilemez

olduğu, şehit ailelerine verilen iftardan bile rahatsızlık duyulduğu” ifade ediliyor. Başörtüsü paradigmasında MHP desteğiyle ters köşeden gol yemenizdeki gibi bir durum, sanki ‘Kürt Açılımı’ için de söz konusu. Emniyetin dışındaki bir birim, Gül’ün derin güçler konusunda yeterli cesarete ve birikime sahip olmadığı varsayımıyla, “onu böylesi bir açılıma ikna ederek, Cumhurbaşkanın, Başbakanın ve hükümetin başına bir çorap mı ördük” dedi/diyor?

5. AK Parti’yi bitirmeye yönelik planı hazırlayan Taşdeler’i, Erdoğan hem kendine danışman hem de orgeneral nasıl yaptı? Aynı planda, “AKP’ye oy verenlerin, büyük bir tehlike şeklinde algılanması ve ılımlı İslam adı altında devleti ele geçirdiklerinin” yazılması da var. Bunu Erdoğan nasıl okuyor? Kanımızca, ‘derin PKK’ kartını oynayanlar, Erdoğan’ın vaatlerini gerçekleştiremeyip Kürt oylarını kaybetmesini ve Anadolu insanının tedirginleştirmesini birlikte planladılar. Seçimlerde, AKP’nin batıdan alacağı oyların azalacağını hesap edenler, ilk provokatör çıkışı, ‘Öcalanlı çözümün, yalnızca tek bir çare/çözüm’olarak sunmaya mı başladılar ve ‘Öcalan’ın AKP’yi aşağılaması’ ile de bu süreç devam mı ettirildi?

6. Öcalan İmralı’dan örgütü nasıl idare ıdebiliyor? Apo’nun bütün görüşmeleri kayıt ‘e kontrol altında olmasına rağmen, onu kullanmak isteyenler var mı? Yaşamasını ve irgüt üzerindeki etkinliğinin sürekliliğini ;imler istiyor? Öcalan, aynı Ergenekon gibi, devletin içinde yapılanan’, ‘ucu dışarıda’, gayrı milli’ bir yapı ile bir ilişkide mi?

7. Hangi ‘Hacı Emniyet Müdürü’ size Polis tedemisi’ni açılımın ilk toplantısı için önerdi ‘e açılım girişimini en başından sabote ettirdi? Vkyürek’in görevden alınmasıyla; ‘bugün ölsem de gam yemem’ diyecek kadar ileri giden aktif üst düzey müdürler -Semiz Kuş- var mı? (:::)

Nabi Yağcı; “Başbakan ve hükümet böyle bir ‘uzlaşma’yolunu seçmeyecektir. Seçerse eğer yalnızca yanlış yapmış olmaz darbecileri koruma suçuna da ortak olmuş olur. Şimdi sınav verecek olan artık askerler değil, artık sivillerdir” diyor. “Kurda merhamet yalnızca onun iştahını arttırır, öldüğünüzde sizin için ‘merhumu nasıl bilirdiniz’ diye sorduklarında; ‘korkak, ürkek, tırsıkve çekingendi(ler). O yüzden de tarihî sorumluluklarını yerine getir(e)medi(ler)” denmesini istemezsiniz değil mi?

Önder Aytaç, Taraf, 2.11.2009

03.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.