05 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Vatandaş, askere muhtıra veremez mi?

Türkİye genellikle bir terslikler ülkesidir. Doğruyu yakalamak için mevcudun, uygulanagelenin, doğru diye bilinenin tersini düşünmek, yapmak gerekebilir.

Mesela muhtıra konusu.

Asker TBMM’ye, TBMM’den güvenoyu almış hükümete yani vatandaşa muhtıra verdiği zaman normal karşılanır da, nedense vatandaşın askere muhtıra vermesine pek alışık değilizdir.

Oysa böylesi, yani vatandaşın askere muhtıra vermesi daha doğal olsa gerek. Vatandaş vergi mükellefidir, demokrasilerin yegâne patronudur, sistemi, bürokrasiyi finanse eder, istediği kamu hizmetinin miktar ve türünü devlete dikte eder.

Devletin, bürokrasinin işi de, üstelik yegane işi de vatandaşın istediği kamu hizmetini vatandaşa sağlamaktır.

Bu bir müşteri-terzi ilişkisidir.

Müşteri diktireceği elbisenin tipini, kumaşını (bütçe) ve dikiş parasını (vergi) terziye verir; terzinin yegane işi de elbiseyi müşterinin istediği gibi müşteriye dikmek ve teslim etmektir.

İş, ilişki bu kadar basittir.

Oysa bizde durum biraz tuhaf ve farklıdır.

Terzi siparişi ve parayı alır ama sonra kafasına göre takılır, ceket siparişi veren müşteriye pantolon diker ve sonra da hesabını pek vermez. Asker de bürokrasinin bir parçasıdır, işi de vatandaşa sadece dış güvenlik hizmeti üretmektir.

İşi asla ve asla muhtıra vermek ya da provokatif eylem yapmak değildir. Asker bu anlamsız işlere soyunursa vatandaş da onlara muhtırayı çekmelidir.

Benim de, sıradan bir vatandaş olarak, vergi mükellefi olarak, askerin maaşını ve harcamalarını vergileriyle finanse eden milyonlardan biri olarak onlara iki “siparişim” var.

Unutmayalım, demokrasilerde vatandaş hükümete, bürokrasiye siparişini temsilcileri aracılığıyla verir, bürokrasi de bu siparişi üretir. Bürokratın siparişi ciddiye almadığı rejimlere demokrasi ve hukuk devleti denemez.

Birinci siparişim Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden, www.tsk.tr adresli siteden 27 Nisan 2007 tarihli ve adına e-muhtıra denilen o çirkin belgenin kaldırılmasıdır.

Diyelim ki, Ergenekon meselesi etrafında askeriyeye yönelik tüm iddialar henüz yargı aşamasındadır, suçlama yapılamaz; ama bu berbat belge, milyonlarca vatandaşı Cumhuriyet düşmanı ilan eden o düzeysiz belge hala o sitede durabilmekte ve başkaları değil, bizzat o belgenin o sitede mevcudiyeti askeriyeyi her gün biraz daha aşağılamaktadır.

Milyonlarca vatandaştan biri olarak ben vergimi askeriyeye o çirkin belgeyi üretmesi için vermedim.

25 Kasım günü Hürriyet gazetesinin birinci sahifesine senelerdir ilk kez bir ermeni kökenli vatandaşın bir memuriyet kadrosuna atanma ihtimali haber olmuş ise, TSK’da bir tane bile rum, ermeni, yahudi yurttaşımızdan rütbeli subay yoksa (yedek subayları söylemiyorum) “ne mutlu türküm diyene” anlayışının en çok kimin tarafından ihlal edildiği, yani 27 Nisan muhtırasında dendiği gibi kimin “Cumhuriyet’in düşmanı” olduğu daha iyi anlaşılır. İkinci siparişim de Van’ın Özalp ilçesindeki “Mustafa Muğlalı” kışlasının isminin hemen değiştirilmesidir.

Siyasal iktidar kürt açılımı, demokrasi açılımı peşinde ama siyasal iktidarın emrindeki bir bürokrasi kürt vatandaşlarımızı nasıl daha çok “sinirlendirebiliriz”in peşinde.

Van’ın Özalp ilçesindeki kışlaya “Mustafa Muğlalı” isminin konması ne Van’a, ne bölgeye ne de Türkiye’ye huzur ve güvenlik üretmeye matuf bir eylem değildir.

Benim şimdilik terzime iki naçiz siparişim bunlar. Ama bir konunun da altını çizmeden geçmeyelim; milyonlarca vatandaşın ve vergi mükellefinin TBMM’deki temsilcilerinin ve o bünyeden çıkmış siyasal iktidarın yani askeriyenin patronunun bu iki işi askeriyeye çoktan yaptırmış olması da gerekiyor idi.

Eser Karakaş, Star, 4 Aralık 2009

05.12.2009


Militarizmin geriletilmesi ve Almanya örneği

Olaylar ve yaşananlar kelimelerden ve cümlelerden daha fazla anlatım gücüne sahiptir. Geçtiğimiz hafta Almanya’da vuku bulan bir hadise de böyleydi. Alman Genelkurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhan görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

Bunun sebebi Afganistan’daki Alman birliklerinin Kunduz’da yaptığı bir operasyonda 142 sivilin ölmesiyle ilgili raporların Savunma Bakanı Jung ve hükümetten gizlenmesiydi. Bu rapor basına sızdı ve Bild gazetesinde (Hürriyet’in Alman partnerı mıydı?) yayınlandı. Gerçekten de, yedi yıldır görevde olan general, eylül başında hem yüksek riski biline biline operasyon yapılmasını hem de çok sayıda sivilin hayatını kaybetmesini amiri Savunma Bakanı Franz Josef Jung’dan gizlemişti. Haber duyulunca yeni bakan Karl-Theodor zu Guttenberg, generali makamına çağırıp açıklama istedi. Sorumluluğu üstlenen general istifasını sundu. Savunma Bakanı Yardımcısı Peter Wichert de aynı gerekçeyle görevden ayrıldı. Ancak, olay bununla kapanmadı. Muhalefetteki Sosyal Demokrat Parti ne olup bittiğinin daha geniş şekilde araştırılması için meclis komisyonu kurulmasını istedi. Eski bakan Jung’u, konudan uzunca bir süredir haberdar olduğunu ileri sürerek, yeni hükümetteki Çalışma Bakanlığı görevinden istifa etmeye çağırdı. İstifa ertesi gün gerçekleşti.

Bu bana 1990’ların başlarında Almanya’da bizzat şahit olduğum, sivil-asker ilişkileri bakımından çok anlamlı bir başka olayı hatırlattı. 1993 veya 1994’tü. Ankara’da yerleşik Dış Politika Enstitüsü, bir Alman kuruluşuyla Bonn’da bir toplantı düzenlemişti. O yıllarda DPE’de part time çalışmaktaydım. Toplantıya gittim. Yaklaşık 30 kişi küçük bir salonda gündemdeki uluslararası konular üzerinde tartışmaktaydı. Dış politika işlerini pek sevmediğimden, salona giriş çıkış kolay olsun diye, kapıya yakın bir sandalyeye oturmayı tercih etmiştim. Bosna savaşının ele alındığı oturumun başlamasından birkaç dakika sonra üniformalı, uzun boylu bir adam içeri girdi. Yanımdaki boş sandalyeye benden izin isteyerek oturdu. Rütbelerden hiç anlamadığım için adamın askerî hiyerarşinin neresinde olduğunu bilemedim. Bir ara söz istedi. Almanya’nın Bosna’ya asker göndermesinin mümkün olup olmadığı tartışmasının bir asker olarak kendisini ilgilendirdiğini söyledi ve bazı yorumlar yaptı. Oturumu yaşlı bir Alman profesör idare etmekteydi. Komşumun sözlerini tamamlamasından sonra bu profesör ve diğerleri onu öyle bir eleştirdiler ki, neredeyse kaldırıp kaldırıp yere çaldılar. Adamın durumuna üzüldüm. Oturumun kapanmasına birkaç dakika kala ayağa kalktı, çantasını aldı, beni başıyla selamlayıp kapıya yöneldi. Kim olduğunu merak ettiğim için peşinden çıktım. Binadan çıktı. Kapının önünde bekleyen bir Mercedes otomobile yürüdü. Arabanın başında iki subay vardı. Selam verdiler. Bir asker bagajı açtı, komşum elindeki çantayı atarcasına bagaja koydu. Bagajı açan kişi sonra sağ arka kapıyı açtı. Komşum arabaya bindi ve araç gitti. Bu adamın kim olduğunu gerçekten merak etmiştim. Bir iki dakika sonra ara verilince oturum başkanı Alman profesöre yaklaşıp onun kim olduğunu sordum. Cevabı “Alman Genelkurmay Başkanı” oldu.

Bu iki olayın Almanya’da vuku bulmuş olması çok daha anlamlıdır. Zira, Almanya, Prusya üzerinden kuvvetli ve köklü bir militarist geleneğe sahip bir ülke olarak ün yapmıştır. Bu militarist zihniyet ve geleneğin çok iyi bir anlatımı Ludwig von Mises’in Türkçeye çevrilen ve Liberte Yayınevi tarafından yakında yayımlanacak olan “Kadiri Mutlak Devlet: Total Devletin ve Savaşın Yükselişi” adlı eserinde yer almaktadır. Bu kitaptan öğrendiğimize göre Almanya’nın doğuşu sürecinde Prusya militarizmi kendine özel bir statü ve imaj inşa etmiştir. Alman militarizmi her zaman orduyu ülkenin merkezinde görmüş ve güçlü bir ordunun güçlü bir Almanya demek olduğuna inanmıştır. Bu yüzden, o dönemde, Avrupa’da, Almanya için, Fransa ve İngiltere’den farklı olarak, ordusu olan ülke yerine ülkesi olan ordu denmiştir. Türkiye, “modernleşme” sürecinde, bu Alman militarizminden çok etkilenmiştir.

Almanya zaman içinde militarizmi geriletmiş ve aktarılan sembolik olayların gösterdiği üzere askeriyeyi sivil otoritenin emir ve denetimine sokmayı başarmıştır. Açıktır ki bunun başarılmasında başka faktörlerin yanında Almanya’nın zorla “Batı” (Almanlar da, mesela İkinci Dünya savaşı öncesinde, Fransa ve İngiltere’yi “Batı” olarak adlandırır ve “Batılılaşmayı” kınayıp reddederdi!) blokuna dahil edilmesi ve Batı’nın asker-sivil ilişkisi standartlarının bu ülkeye dayatılması önemli rol oynamıştır. İlginçtir, buna karşılık, Türkiye, o günden bu güne, militarizmi, gevşetmek ve geriletmek yerine derinleştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bunda elbette birçok faktör rol oynamış olmalıdır. Bana göre en başta gelen faktörlerden biri Türkiye’nin görünürde Batı blokuna katılmasına rağmen bunun asker-sivil ilişkileri bakımından hiç gerçekleşmemiş olmasıdır. Batı, özellikle ABD, Türkiye’yi Almanya gibi ortak bir değerler ve siyasi sistem havzasında yer alan bir ortak olarak değil, Batı’yı Sovyetler’den korumak için yararlanılacak bir savunma ortağı veya ileri cephe olarak görmüştür. Bu anlayışın günümüzde ne kadar değişmiş olduğu da tartışmaya açıktır. Biraz gerilemiş olsa da ortadan kalkmamıştır. Nitekim, bu gerçek, Amerikalı yetkililerin Türkiye’yi ikide bir “ABD’nin iyi bir arkadaşı” ve “Amerikan milli menfaatleri bakımından önemli bir ülke” olarak adlandırması-vasıflandırması olgusunda kendisini göstermektedir.

Atilla Yayla, Zaman, 4 Kasım 2009

05.12.2009


28 Şubat bitirilemedi

DanIştay’In YÖK’ün katsayıyı eşitlemesi istikametinde yaptığı düzenlemelerin yürürlüğünü durdurması, Başbakan tarafından “ideolojik” olarak nitelendirildi. Buna mukabil, Danıştay Başkanı Mustafa Birden, “Yargı kararını siyasi ya da ideolojik bir karar olarak nitelendirmeye hiç kimsenin hakkı yok” diye bir cevap verdi. Oysa İmam Hatip meselesinden kaynaklanan katsayı tamamen ideolojik bir engel. Hal böyle olunca, konuya ilişkin kararlar da, aynı paket içine giriyor.

O kadar ideolojik ki, 2003’te AK Parti iktidarı, Yüksek Öğretim Kanunu’nda değişiklik yapmaya kalkışınca bakın neler olmuştu:

Çok sayıda rektör, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ı ziyaret ederek endişelerini bildirdiler. Aynı günlerde, Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde, komutan Şener Eruygur’un başkanlığında, Kurmay Başkanı, Denetleme Başkanı, Harekât Başkanı, İstihbarat Başkanı, Okullar Komutanı gibi askerlerin katılımıyla bir gizli toplantı düzenlenmişti. Bu toplantıya iştirak eden üniversite yöneticilerinden Prof. Kemal Alemdaroğlu (İstanbul Üniversitesi), Prof. Emin Alıcı (Dokuz Eylül Üniversitesi), Prof. Yaşar Sütbeyaz (Erzurum Atatürk Üniversitesi), Prof. Fatih Hilmioğlu (Malatya İnönü Üniversitesi), Prof. Türkay Tüdeş (Trabzon Fatih Üniversitesi Karadeniz Teknik), Prof. Ferit Bernay (Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi), gibi öğretim üyelerinin isimleri Ergenekon’un ikinci iddianamesinde yer aldı. Bu gizli toplantının notları, daha sonra ortaya çıktı. Jandarma’nın değerlendirmesine göre, “Rektörler Kubilay olmaya hazırdı. Ülkedeki gelişmeler endişe vericiydi. Çünkü İmam Hatip Liselerinde türbanlı öğrenci sayısı artmıştı. Malatya Valisi, 12 yaşından küçük çocukların Kur’an kursuna gitmesine göz yumuyordu. Kredi Yurtlar Kurumu’nun yönetimi irticacıların elindeydi. Hükûmet Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısını değiştirmiş, böylece yandaşlarına moral vermişti.”

Peki ne yapılmalıydı? “Jandarma, yasalardan kaynaklanan görev, yetki ve sorumluluklarını yerine getirmeliydi. Merkez sağda lider olabilecek kişilerle irtibata geçilmeliydi. AK Parti içindeki mücadele izlenmeliydi. Asker, üniversite ve sivil toplum kuruluşlarıyla güç birliği yapmalıydı.”

«««

İşte rektörler, yukarıda adı geçen rütbelilerle kapalı kapılar ardında bunları konuştular. Sonra da Anıtkabir’e yürüdüler, “Ordu Göreve” pankartının gölgesinde. “YÖK ve üniversite kalesi düşsün” istemiyorlardı. Üniversitelerde hâkimiyetleri sürecekti ki, türbanlı kızların önünü keserek, İmam Hatiplileri engelleyerek, irticanın kökünü kazıyacaklardı.

Danıştay Başkanı Mustafa Birden ne derse desin, olay tamamen ideolojiktir. 28 Şubat sürecinde başlayan ayırımcı uygulamayı, AK Parti hükûmeti tek başına iktidar olmasına rağmen, sona erdirememiştir. “AK Parti’nin bu konulardaki ısrarı da ideolojik” denilebilir. Ama bana göre, 28 Şubat’ta eşitliği bozan denge yeniden kurulmak istenmiş fakat, başarıya ulaşılamamıştır.

Nazlı Ilıcak, Sabah, 4 Kasım 2009

05.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl