22 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Kemalist hukuk mu iyi, Osmanlı şeriatı mı?

DanIştay ile YÖK arasındaki “katsayı” çekişmesi, ikincisinin son hamlesiyle yeni bir aşamaya geldi. Umarım bu “çözüm” işe yarar da düpedüz “ayrımcılık” anlamına gelen “katsayı farkı” en azından pratikte ortadan kalkmış olur.

Benim bu meselede en ilginç bulduğum ise, işin zihniyet tarafı.

Hepimiz bal gibi biliyoruz ki, Danıştay’ın “katsayı farkı” ısrarının altında imam-hatip liselerine alerji, onun da altında “devlet ideolojisi” olan Kemalizm yatıyor.

Yüksek yargı ile devlet ideolojisi arasındaki bu ilişki, zaten öyle gizli-saklı bir şey de değil. AK Parti’ye yönelik kapatma davasından tanıdığımız Yargıtay Başsavcısı, kendi görevleri arasında “ Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, Atatürk devrimlerini... cumhuriyetin tüm değerlerini korumak” gibi amaçlar olduğunu iftiharla belirtiyor.

Peki bu işte bir gariplik var mı?

Eğer “Cumhuriyet değerleri”nden başka hiçbir şey bilmesek, “yok canım, nesi garip, yargı devleti korumasın da neyi korusun” diyebiliriz.

Oysa “evrensel hukuk” diye bir şey var ki, ona göre hukukun temel amacı “bireyi korumak”, hatta gerektiğinde “bireyi devletten korumak”. “Avrupa normları”nı bilenler, bunu iyi biliyor.

Daha az bilinen bir gerçek ise şu: “bireyi devletten korumak” aynı zamanda “şeriat”ın da temel bir ilkesi.

ŞERİAT EZBERİNİ BOZALIM

Evet, gelin şeriat hakkında biraz ezber bozalım. Bu kavramı duyunca çoğumuzun aklımıza kadın taşlamak, kafa-kol kesmek gibi Taliban modeli vahşilikler geliyor. Oysa bunlar, aslında değişime açık olan şeriatın Ortaçağ’da donmuş bir takım detayları. Bu detayların “ tarihsel”, ancak şeriatın temel ilkelerinin “evrensel” olduğunu savunan ilahiyatçılar var.

Şeriatın evrensel ilkelerinden biri ise, Allah’ın kullarına haklar bahşettiği ve bunların devlet dahil hiç kimse tarafından çiğnenemeyeceği fikri.

Bu gerçeğin altını çizen uzmanlardan biri, İsrailli tarihçi Haim Gerber. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nde İslam tarihi profesörü olan Gerber, “İslam Hukuku ve Kültürü” adlı eserinde Osmanlı hukuk sistemini detaylarıyla inceliyor, kadı ve müftülerin adaleti korumak için gerektiğinde siyasi otoriteye karşı çıktığına dair pek çok örnek veriyor.

Mesela 17. Yüzyılda Filistin’deki Lüd kentine çok sayıda köylü göç edince, kentin yöneticisi bunları zorla geri göndermek istemiş. Müftü Hayreddin El Ramli efendi ise buna engel olarak şu fetvayı vermiş:

“Onları kendi iradeleri ile yerleşip alıştıkları bir yerden sürmek caiz değildir... Mümin, kendi nefsinin efendisidir; istediği diyarda yaşar, istediği şehre yerleşir.” (Islamic Law and Culture, s. 65)

Bir buna bakın, bir de bizim Cumhuriyet’in “zorunlu iskan”larına, “tenkil”lerine...

DEVLET Mİ ÜSTÜN, BİREY Mİ?

Haim Gerber kitabında buna benzer başka örnekler de veriyor ve sonuçta Osmanlı şeriatına dair şu tespitte bulunuyor:

“Devletin hakları ile bireyin hakları çeliştiği noktada, ikincisi daha üstün tutulmaktadır.” (Age, s. 65)

Böyle olması da normaldir. Çünkü şeriata göre hukuk, devlete hizmet için var değildir. Tam tersine, devlet hukuka hizmet için var olmalıdır.

(...)

Hukuk sisteminin birincil amacına bakınca, bunun Osmanlı şeriatında “adaleti korumak,” Cumhuriyet hukukunda ise “devleti korumak” olduğu ortaya çıkıyor.

Ne dersiniz, sizce hangisi daha erdemli?

Mustafa Akyol Star, 21.12.2009

22.12.2009


TSK’ya güven meselesi...

27 MayIs darbesi sırasında ilkokuldaydım. Rahmetli babam ve amcam DP’nin baskıcı politikalarından bezdikleri için darbeye pek sevinmişlerdi. Darbeden hemen sonra dönemin Basın-Yayın Genel Müdürü, Kur. Alb. Ertuğrul Alatlı kaynaklı bir haber çıktıydı: DP hükümeti gösteri ve yürüyüşlere katılan üniversite öğrencilerini öldürüp kıyma makinelerinden geçirmişti! Bu haber gazetelerde yayımlandıktan sonra evde rahmetli annemin ve halamın ağlayarak “Yâsin” okuduklarını hatırlarım. Sonra haberin yalan olduğu anlaşılmıştı. Tabii o günlerde “psikolojik operasyon” nedir, pek bilmezdik. Ama evde darbecilerin itibarı azalmıştı. Yine 27 Mayıs’tan sonra darbeci subaylar “ekonomiyi düzlüğe çıkarma” kampanyası başlattılar. Darbeyi destekleyenler nikâh yüzüklerini hazineye bağışlıyorlardı. Annem ve yengem de eşlerinin zoru ile altın yüzüklerini bağışladılar. Sonra toplanan altınlarla Esentepe’de “Subay Evleri” inşa edildiğini ve ordudan atılan subaylara ucuza verildiğini öğrendik. Bir tanıdığımız da ev almıştı. Tabii ki bu gazetelerde yazmadı, ama fısıltı gazetesi çalışıyordu. Sırf cimriliğinden yüzüğünü vermeyen halamın annem ve yengemle epey dalga geçtiğini hatırlarım. İstanbullular Esentepe’deki evlere “Alyans Evleri” ismini taktılar. Daha sonra, Adnan Menderes’in Yassıada’da aşağılanması ve idamı gelince bizim ailede TSK’nın itibarı dibe vurmuştu.

12 Mart muhtırası verildiğinde lisedeydim. TSK’nın darbe yaparak toplumu biçimlendirme saplantısının ne anlama geldiğini anlamaya başlamıştım. Ama kurum olarak TSK’ya güvenimi kaybetmem için 1974 Kıbrıs Harekâtını beklemem gerekiyordu. Harekâtın ikinci gününde Yunan uçaklarının Kocatepe Muhribi’ni batırdıkları konusunda bir haber çıktı. Aslında gemi Türk uçakları tarafından batırılmıştı. Hava Kuvvetleri devriye uçuşu yaparken Türk bayrağı olan bir muhribi gördüklerini Ankara’ya bildirmişlerdi. Donanma Komutanlığı “orada bizim gemimiz yok” cevabını verince, pilotlar da Kocatepe’nin bir Yunan gemisi olduğuna karar verip batırmışlardı. Sağ kalanları bir İsrail gemisi kurtarmış, fakat 54 kişi de ölmüştü. Artık Boğaziçi Üniversitesi öğrencisiydim. 1975 yılında babası deniz albayı olan bir arkadaşım kantine geldi. “Size önemli bir şey söyleyeceğim” dedi ve başladı: “Yahu, babam akşam rakıyı fazla kaçırınca ağlamaya başladı. İtiraflarda bulundu. Meğer Kocatepe’yi bizimkiler batırmışlar!” deyip hikâyeyi anlattı. “Neden saklıyorlar” diye sordum. “Yahu bu rezalet açıklanır mı? Havacılar üç defa sormuşlar, sonra da batırmışlar. Haber sızmasın diye babam gibilere de Kur’an’a el bastırmışlar” dedi. Gerçekten üzülmüştüm.

Olay yıllar sonra basına yansıdı. Tahmin edebileceğiniz gibi, kimse hapse girmedi. Kol kırıldı ve yen içinde kaldı. Zamanın Deniz Kuvvetleri komutanı ve diğer sorumlular gayet itibarlı bir hayat yaşadılar. “Kıbrıs Fâtihi” muamelesi gördüler. Cenazeleri askerî törenle kaldırıldı.

Eğer Kocatepe cinayeti sorgulansaydı, son yıllarda gördüğümüz rezaletlerin hiçbiri yaşanmazdı. Muhtemelen Bingöl’deki 33 erin ölümü, Aktütün ve Dağlıca’nın üzerine gidilirdi. Zaten Org. Başbuğ kendisine hesap sorulacağını bir an düşünse, hemen istifa ederdi.

Ayhan Aktar, Taraf, 21.12.2009

22.12.2009


AKP’nin göremediği

AK Parti iktidarı, bir ülkenin “toplumsal rüyası” yiterse, o toplumun çarçabuk içe kapanacağını, sadece siyasal milliyetçiliğin değil hızlı bir askerileşmenin de pençesine düşeceğini öngöremiyor... Ve AB’yi ancak mutlak iktidar olduğunu sandığı Ankara’da dara düştüğünde anımsıyor... O da yalap şap.

AK Parti iktidarı, Türkiye’deki “iç dinamiklerin” zafiyetinin de farkında değilmiş gibi... Bu topraklar Bizans’tan bu yana olması gereken noktaya doğru dönüşemiyor...

Küresel krizin gazabına uğramış görünen tarımdaki köklü dönüşüm de, rekabet yasası ertesinde dış ticaretteki modernleşme de AB sayesinde oldu.

AB’yi hasmane bir üslupla eleştirerek “Kopenhag Kriterleri” yerine “Ankara Kriterleri”nden söz etme ve “temel hak ve özgürlüklere” başörtüsü üzerinden bakma yanılgısına düşmek, AK Parti’yi kapatma noktasına götürdü...

Bu yanılgılar bugün de sürüyor.

«««

Nereden mi biliyorum?

Biliyorum çünkü ben “yönetilen” birisi olarak, reformların yapılıp yapılmadığına her şeyin somut olarak resmini çeken “AB İlerleme Raporu” üzerinden bakıyorum...

Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı iken “uyum yasaları” kapsamında Meclis’e sunduğu Sayıştay Yasa Tasarısı’nın hala uyumakta olduğunu da, Kamu Yönetim Reformu’nda parmak kıpırdatılmadığını da, Emasya’nın çoktan taca atılmış bulunduğunu da oradan biliyorum.

Siyasetçiler, halkın gereksinimlerini karşılayacak olan reformları hızlıca gerçekleştirmek yerine, Avrupalı siyasetçilerle polemik yapmakla ve Türkiye’nin büyüklüğünü vurgulamakla yetinseler de...

Ankara’da havuza dökülen işçiler, madenlerde aldırmazlıktan ölenler, yağmur yağınca uluslararası yolda boğulanlar, Tuzla’da cinayet ekonomisinin kurbanı emekçiler, eşitsiz gelir dağılımının mağdurları, yoksulluk sınırında yaşayan on iki milyon insan, bu siyasal böbürlenmelerden nemalanamıyor...

Hâlbuki AB reformları, kitlelerin taşınması ağır bir yüke dönen yaşamları ve sağlıklı bir Türkiye için gerekli...

«««

İlerleme Raporu’ndaki reformları hızlıca hayata geçirmek yerine AB’yi ve Avrupa’yı suçlama kolaycılığına kaçanlara...

“Bizi nasıl olsa almazlar” çikletini çiğnemeye bayılanlara...

Bu işin tüm yükünü taşıyan geniş bürokratik kadrolara da danışan biri olarak şunu açıklıkla söyleyebilirim, “siyasal ve toplumsal irade” samimi bir şekilde istesin, Türkiye’nin beş yıl içinde AB’ye tam üye olmasını kimse engelleyemez.

«««

Bugün açılacak “Çevre Faslı” da, aynen son AB Zirvesi gibi usulca kayıp gidecek.

Bunun nedenlerini, başta iktidar olmak üzere herkes, başkalarını suçlamadan yeniden bir düşünmeli.

Eğer birileri, “iç kabineleri” gibi “AB’yi bir liboş fantezisi” sanarak tutum alıyor ise, bu yanılgının bedelini siyasette ağır öderler.

Bastırın da, epeydir unutmuş olduğunuz şu ilerleme raporundaki reformları biran önce yapıverin.

Mehmet Altan, Star, 21.12.2009

22.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl