15 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

İSLÂM “ADİL DEVLET” ÖNGÖRÜR

YA BİZ YA ONLAR DÜŞÜNCESİNDEN SIYRILMAK GEREK

Ama bir taraftan da şunu söylemek istiyorum: buna rağmen klâsik sekülerizm modeline karşı çıkarken bile bazı Müslümanlar o modelin idrak tarzıyla düşünmekten kendilerini alıkoyamamış olabiliyorlar. Onlar da kamu alanını İslâmîleştirmek isterken “ya laik değerler ya da bizim değerler” gibi bir ikilemi mutlak kabul ediyorlar ve o alanın insanî ortak alan olarak gene de —sadece kendileri için de olsa— dinî bir alan olabileceğini düşünemiyorlar. Yani tıpkı laikçiler (secularist) gibi onlar da “insanî ortak alan bizzarure dindışıdır” faraziyesine tutsaklıktan kurtulamıyorlar. Bence bu sanıdan çıkılabilirse bu Müslümanlar hem akidelerini siyasî ahlâkla ve bizatihi siyasetle barıştırabilirler, hem de siyaset, farklı dinî-felsefî görüş sahiplerinin birarada yaşamayı “ya biz ya onlar” (zero-sum-game) şeklinde görmelerinden kurtulmuş olur. Bu alanda elbette yapılacak çok iş var, temel bir yönelim olarak bu benimsense bile bu işin kuramlaştırılması sanıldığından çok güç; ama siyaset teorisi talebesi bizler de zaten bu çabalar için yok muyuz?

DEVLET İNSANÎ BİR DERNEK OLARAK

GÖRÜLEBİLİR

Nihayetinde gelmek istediğim nokta, siyasetin ve hususen devletin eşzamanlı olarak hem insanî hem dinî olarak tahayyül edilebileceğini ileri sürmek. Müslümanlar, devleti, Weber’in klâsik tanımında olduğu gibi bir “insanî dernek, topluluk” görseler ve tıpkı sözgelimi bir çevre derneğinde güzel bir gaye için diğer din ve felsefe mensuplarıyla ortak çalışabildikleri gibi burda da ortak hayır için, Hılf’ul Fudulvari bir örgütlenmeye niye gidemesinler? Bunları yaparken herkes kendi ontoloji ve ahlâk telâkkisinden temellendirmelere yaslanacaktır elbet, ama nihayetinde ortak bir siyasî ilkede buluşmalarına mâni bir durum olmayacaktır. Evet, burda tamamen eğretilemesem de Rawls’ın overlapping consensus (örtüşen konsensus) dediği kamu istişaresi modelinden bahsediyorum. Devletin ister asgarî olarak güvenlik ve akitlere garantörlük vazifesini yerine getirmek için muhtaç olunan zarurî şer görüldüğü, isterse de halka belli sosyal ve iktisadî standardları sağlamakla mükellef sosyal hayır kurumu olarak kurgulandığı modeller dinî görüşlüler için farklı din yorumlarından kalkarak pekâla savunulabilir diye düşünüyorum. Bunu söylerken anarşizme, devletsizliğe yakın düşüncelilerin de bunu dinleriyle temellendirmekte çok aşırı sıkıntı çekmeyeceklerini eklemek istiyorum. Bunlar nihayetinde tıpkı Sünnî hilafetçi veya Şia imamcı teoriler gibi dinî kaynakların farklı biçimlerde yorumlanmasından doğan teorik kurgular değil midir?

DİN DEVLETİ OLMAYAN DEVLET DE,

DİNE UYGUN OLABİLİR

Sonuçta din devleti olmayan bir devlet yapısı da dinî, yani dine uygun devlet olabilir diyorum. Bu açıdan bir kavramsal istihale olarak Müslümanları imtiyazlı sayan İslâm devleti teriminin yerine hiçbir görüşe imtiyaz vermemekle adaleti önceleyen “İslâmî devlet” teriminin pekâlâ ikame edilebileceğini düşünüyorum. Sekülerlerin laik devlet olarak algıladıkları yapı, Müslümanlarca İslâmî devlet olarak idrak edilebilir demek çok da abartı sayılmasa gerek. Zaten Medine sözleşmesi teorileri de benzer kaygılarla birarada yaşama projelerini hayata geçirmeye çalışmıyor muydu?

Evet, söylediklerimi yeniden ifade edecek olursam, Müslümanlar siyaseti “ya biz ya onlar” şeklinde anlamaktan vazgeçseler bu onları daha az Müslüman, ortak kamu alanını da daha az İslâmî yapacak gibi görünmüyor. Ortak yaşama alanımızda kendi inancımıza veya din yorumumuza sahip olmayan insanlarla ortak insanî faaliyetlerde bulunmamız niye mümkün olmasın? Niye meselâ yoksulluk sorununa karşı inançlı inançsız bir grup insanla bir oluşuma girişip birlikte bu yönde faaliyette bulunmamız ve bunun için bütün üyelerin kabul edebileceği bir tüzük yapmamız kabul görüyor da bunun benzeri şekilde “devlet” denen insanî derneği birlikte kurup ona ortak bir anayasa yazmamız düşünülemesin? Burda devletin şiddet kullanma ve hukuk sistemi icra etme farkı var elbette ve bunu görmezden geliyor değilim. Ama esas kavranması gereken nokta bence ortak insanî alanın birarada hayır yapılabilecek bir alan olarak görülmesinin önünde bizim için hiçbir engel olmadığı. Müslümanlar tabiî ki her eylemlerinde besmele çekebilmek istiyorlar, bunun da anlamı her eylemlerinin İslâmîleşebilmesi, Allah’ın normatif çerçevesinin altında olması. Yani dünyalarındaki hiçbir alanın ve eylemin dünyevî, profan, seküler olmaması. Ama bunu yaparken o alanı diğer herkesin zararına ve rağmına kendi değerlerinin tahakkümü altına almak zorunda değiller demek istiyorum. Herkes kendi inancından veya felsefesinden niye o ortak iyiyi yapması gerektiğine dair bir temel bulabilir; Müslüman da aynı şekilde bu ameli için son derece dinî gerekçeler öne sürecektir. Böylece yapılan iş aynı, benimsenen nihaî prensip aynı olsa da gerekçeler farklı olacaktır. Ama bir taraftan da bir Marksist yoksulluğun önlenmesi için önerilen kamu politikalarına Marksist gerekçelerle oy verirken bir Müslüman da İslâmî gerekçelerle verecektir. Bu da Müslüman için o politikayı, o yapıyı, o devleti İslâmîleştirmiş olacaktır, yani adaletin kollandığı, kendi İslâmî ideallerinin ortak kabul nispetinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir devlet.

DEVLET BİR CİHAZDIR

Kısaca devlet nasıl olurdan önce devlet Müslümanlar için gerekli mi sorusunu sorup sorunu devletten önce siyasete götürmek ve İslâm devleti nasıl olurdan önce İslâmî siyaset nasıl olur sorusuna cevap aramak gerekiyor. Bunun cevabını da ben böyle veriyorum. Devlet bizim insanî olarak belli ihtiyaçlarımızı karşılamak için kurduğumuz bir dernekten, cihazdan başka bir şey değil; herhangi bir metafizik anlamı yok. İslâmî idealleri gerçekleştirmek için devletsiz bir çözüm de bulunabilirse buna hayır demek kimsenin harcı olmasa gerek. O hâlde devlet diye bir yapıyı belli bir yöredeki insanlar olarak kurmaya karar vermişsek, oturup ortaklaşa karar vermekte ne mahzur olabilir? İşte ortak insanî alan dediğim bu alan. Bu alanı eski tarz düşünen bir Müslüman dünyevî, laik görebilir, ama bunu derken bile diyorum ki klâsik laiklik teorisinin sınırlarında kalmıştır. Onun yerine bu alanı hem ortak, hem insanî hem de İslâmî görebiliriz demek istiyorum ve bu da herkesin ortak fiili ve prensibi kendi temel değerlerinden kendi bildiği gibi çıkarabileceğini söyleyerek yapıyorum. Sonuçta İslâm ve şeriat sadece bir kanunlar bütünü olamayacak kadar, kanunculukla tüketilemeyecek kadar zengin bir din. İçinde akide de var, ahlâk da var; akıl da var, gönül de. Burda şeriatı kanun ve kurallar bütünü gören formelci anlayışa karşı çıkıyorum ve nasıl ki devleti siyaset tartışmasıyla önceliyorsam, aynı şekilde şeriatı da kanuncu düzlemden ahlâkî düzleme çekmeye çalışıyorum.

Başka bir deyişle kanuncu adalet anlayışından ahlâkî adalet anlayışına geçiş gerekiyor diye düşünüyorum. (Macid Haddurî’nin İslâmî Adalet Tasavvuru kitabından ilhamla bu ayrımı kullanıyorum). Yani siyasî adalet, şeriat kanunlarının birebir ve körükörüne tatbikinden değil, İslâmın temel ahlâkî hedeflerinin gerçekleştirilmesinden ibarettir şeklinde ıslâhçı bir bakış geliştirilebilir. Bu da şeriat devletini ahkâmın harfi harfine tatbik edildiği değil, İslâmın temel ahlâkî ideallerini hedefleyen devlet olarak yeniden tasarlayabileceğimizi ima ediyor. Bence bu şekilde bir yeniden düşünme çağdaş Müslümanların ahkâmla ilgili sorunlarını çözmekte çok yardımcı olabilir. Ama biraz önce dediğim gibi burada sadece belli istikametleri işaret ediyorum, yol haritası çıkarmaya teşebbüs ediyorum; yoksa bunları benimsesek bile daha işin başındayız demek zorundayız. Bu modelin nasıl uygulanacağı üzerine elbette çok derin tartışmalar olacaktır. Ama kısaca “şeriat devleti kanun devletindense adalet devletidir” dersek ve adaleti kanuna değil de kanunu adalete tâbî kılarsak bence çok köklü, ama gerekli bir adımı atmış oluruz. Böylece “İslâm devleti” denilen, ulus-devletin İslâmî uyarlamasından ve onun devletçi, kanuncu faraziyelerinden kurtulup “İslâmî devlet” gibi ahlâk ve adalet kaygılarında yükselen, yeni bir zeminden inşa edilen yeni kurgulamalara yol alırsak, siyaset düşüncemize önemli açılımlar kazandırabiliriz.

İSLÂM, “İSLÂM DEVLETİ” DEĞİL “ADİL DEVLET” ÖNGÖRÜR

Uzun lâfın kısası, soruya tek cümlelik bir cevap olarak, İslâm bir İslâm devleti öngörmez, ama İslâmî bir siyaset ahlâkı ve siyaset ve çok da şartsa “İslâmî devlet” yani “adil bir devlet” öngörür desem her halde çok da haddimi aşmış olmam. Bu soruda biraz fazla açıldım, ama sorularınızı cevaplamakta kullanacağım genel çerçeveyi ortaya koymaya çalıştım. Bundan sonra daha kısa açıklamalarla İnşallah meramımı çok uzatmadan anlatabilirim.

Peki İslâmiyetin demokrasi ile çeliştiği tezine

katılıyor musunuz? Demokrasideki hürriyet mefhumu ile İslâmın öngördüğü hürriyet mefhumunun buluşma ve ayrışma noktaları nelerdir?

İslâm ve demokrasi konusuna gelince, Müslüman teorisyenleri fazlasıyla yormuş görünüyor bu ikili. Biliyorsunuz sorunun bir çelişki olarak ortaya konulması, İslâmcılığın 20. yüzyıl başlarındaki Afganîci ilk dönemine kadar bile gitmiyor. Nitekim o dönemin Türkiye, Mısır, İran ve Hint alt kıt'ası İslâmcıları da tıpkı üstadları Afganî gibi Batılı kavramlarla çok daha barışıklar. Ondan da önce liberté (hürriyet) ve patrie (vatan) gibi kavramları ilk kez Batı dünyasından İslâm dünyasına taşıyan Mısırlı Tahtavî (belki de Namık Kemal’e ilham veren o olmuştur), içinde kalem oynattığımız bu mukayeseli siyaset teorisi alanında, modern dönemde ilk çabaları verendir diyebiliriz. O patrie’yi Arapça’da tarihî anlamı çok başka olan “vatan”la karşılayarak aktarmayı uygun bulmuş. Bir taraftan da libertéyi de hürriyet olarak takdim etmiş; yalnız bizdeki ‘adalet’in düşünce dünyamızda Fransa’daki libertéyle az çok aynı işleve sahip olduğunu da eklemiş. Bunları gündeme getirmemin sebebi şu: Demokrasiyi tartışmadan önce Batı’da doğmuş kavramlarla ne tarz bir diyaloğa gireceğimiz üzerine bir akidevî-nazarî çaba gerekiyor. Şu an karşılaştırmalı siyaset teorisinde daha bir Wittgensteincı tarzda akademik olarak ele alınabilecek bu sorun, Müslüman düşünürler için, “sahihçilik” (authenticity) kaygısı etrafında daha temelli bir sorun olarak yer edegelmiş. Hourani’nin Liberal Çağ dediği ilk dönem İslâmcılıkta az önce temas ettiğim gibi çok daha dışa açık bir tutum var; demokrasiyi derhal şûrâ’yla karşılamakta çok da beis görülmüyor. Belki de üstadları Afganî’nin anadamar medrese geleneğine nispetle çok daha fazla felsefî mirasımızla içli dışlı olmasının bir rolü var bu açıklıkta. Nihayetinde bildiğimiz gibi “felsefe” denen şeyin bizzat kendisi de “ithal” ve asırlar boyunca Müslüman âlimlerin sahihçi kaygılarının gazabına uğruyor. Gazali ile felâsife tartışmasını ve en son İbn Rüşd’ün Fasl’ul Makal’inde felsefeyi nasıl da sahihleştirmeye, İslâmîleştirmeye çalıştığını hatırlayalım.

Demokrasi de bizde ilk kez o dönemde tartışılmış değil. Farabî meselâ “el-Medinet’ul Fâzıla”sında demokrasiyi (cimaîyye) cahil devletlerin arasına koyuyor, ama tabiî onların da en üst mertebesine yerleştiriyor. Onun esas kaygısı tıpkı Sokratik felsefede olduğu gibi fazilet; ama gayet İslâmî bildiğimiz fazilet de bir şekilde Antik Yunan’ın erdem ahlâkının bize uyarlanmasıyla lugatimize bu kadar girmiş bir mefhum. Burda “yabancı kavramlar”la barışmak için bütün felsefeyi aynı membaya götüren halidî hikmet tasavvurundan faydalanmayı tercih edebiliriz veya istersek daha evrenselci bir medeniyet anlayışını benimseyebiliriz. Ama her halükârda ve son kertede başka düşünce geleneklerinde üretilmiş mefhumlara karşı açık da olsak, reddiyeci de olsak bence bu işin tarihini iyi bilmemiz ve teorisini iyi yapmamız gerekiyor. Gazalî’nin meselâ Tehafüt’te böyle bir kuramlaşma yolunda en azından bir başlangıç yaptığını söyleyebiliriz.

DEMOKRASİ, İSLÂM DIŞIDIR DENEMEZ

Şimdi bu çerçeveden bakarsak, demokrasi sırf yabancı bir mefhum diye İslâmdışı oluyor mu?

Bunu diyenlerin işi çok daha zor; çünki hem koca bir fikrî mirası ayıklamak gibi devasa bir sorun hemen aklımıza geliyor, hem de bu kanaatteki Vahhabî Selefîliğin içine girdiği çıkmaz ve derin çelişkiler gün gibi aşikâr. İlk elde bu konuda nihaî bir şey söyleyemeyeceğim, ama sorunun bütün veçhelerini görelim istiyorum. Demokrasiye çağdaş dönemde tam tekmilli karşı çıkılmasının, daha çok Kutub’un demokrasiyi Allah’ın teşri-kanun koyma hakkının kullarca gasp edildiği bir düzen olarak görmesinin bir eseri olduğu kanaatindeyim. Bunu da onun cahiliye-hâkimiyet teorileri çerçevesinde anlamak gerekiyor. Ben kendi çalışmamda Kutub’un fikrî emeğini, Afganî’nin ödünççü ve bağdaştırmacı düşünce yapısının uzun vadede İslâm düşüncesinde oluşturduğu karmaşaya bir tepki olarak, bir akide temelli ontolojik temizlik harekâtı olarak değerlendiriyorum. O yüzden bence Kutub’un demokrasiye yaptığı itiraz iyi anlaşılmalı: ortada ne özgürlük alerjisi, ne de teokrasi özlemi vardır. Zaten Kutub kendince özgürlük teorisyenidir ve Ma’alim’de teokrasiyi açıkça İslâmdışı bulur. Kutub’un ıslâhçı düşüncesinin geleneksel siyasî düşüncenin saltanatçılığıyla ne kadar kavgalı olduğu da oldukça malûmumuz. Birçok tutarsızlık ve yetersizliklere rağmen onun yaptığı fikrî devrim, biraz önce bahsettiğim akide-ahlâk-siyaset burcunu tam anlamıyla vahyîleştirmesidir. Yani İslâmı kendi çağındaki liberal kapitalizm ve milliyetçi sosyalizme alternatif ve onlardan üstün, kendine has bir akidesi, ondan doğan ahlâkı ve siyaseti olan, hayatın her alanına şamil bir düşünce ve amel sistemi olarak, topyekûn bir hayat tarzı olarak insanlara teklif etmesidir. Bu anlamda demokrasiyle sorunu siyaset değil varlık ve bilgi düzlemindedir; teknik tabirlerle söyleyecek olursak ontolojik ve epistemolojiktir.

İSLÂMCILARIN DEMOKRASİ REDDİYESİ

YANLIŞTI

Burda Kutub’un muhakeme biçiminde veya ilkelerini ayrıntılara tatbikinde sorunlar bulsak da temel çerçeve itibariyle yaptığını önemli bir devrim görmek zorundayız. (Aslında çok da yeni bir şey değildir bu, sözgelimi Said Halim Paşa’nın İslâm anlayışı ve İslâmcılık tarifi bunun tıpatıp aynısıdır, ama o damar maalesef kesilmiştir). Ondan dolayıdır ki Türkiye’de ‘Tek parti’ sonrası dönemdeki kafa karışıklığına, İslâm ile milliyetçiliği, muhafazakârlığı, sağcılığı, vatanseverliği mezceden düşünce yapısına Kutub önemli bir panzehir tesiri yapmıştır. Tabiî Kutub’un tutkuyla benimsenmesi onun fikrindeki kimi otoriter tarafların da kerhen kabullenilmesi sonucunu da doğurabilmiştir. Demokrasi reddiyesinin kaynağı tam anlaşılmadığı için İslâmcılar onu harfiyyen takip etmek adına özgürlük düşmanı, halk düşmanı durumuna kimileyin düşebilmişlerdir.

Şimdi Kutub’un sahihçilikten kalkan itirazlarının yanı sıra demokrasi bazıları için “İslâmdışı” tutumlara özgürlük bahşettiği için de bir kaygı konusu olmuştur. Sizin sorunuzda da bu türden kaygıların dillendirildiğini seziyorum. Benzer bir şekilde, geçen yıllarda Mısır’da katıldığım bir İslâm ve demokrasi konferansında demokrasiyi sonradan benimsemiş İhvan’ın bir sözcüsü demokrasiyi şartlı kabullerinde bu noktaya işaret etmişti; yani halk iradesinin “İslâmdışı” davranışlara özgürlük tanımasının önüne İslâmî demokraside anayasal engeller konulması. Bence bu sorunlar hâlâ az önce bahsettiğim ulus-devletçi, Müslüman milliyetçisi algıdan kurtulamamaktan kaynaklanıyor ve bilhassa İslâmî özgürlük teorisinin tam olarak işlenememiş olmasından doğuyor. İslâm dünyasında Kutub’un anti-demokrat tutumu az çok benimsenmişken liberal demokratlaşma süreci yaşandığı sırada Kutupçu paradigma da bilhassa Batı Müslümanları arasında ağır bir kambur olarak göze batmaya başladı. Ama bence Kutubçu paradigma, hele ondaki özgürlük mefhumu hepten terk edilmeyi hak etmiyor.

Burda sabrınızı zorlamayacaksam gene biraz teknik dile kaçacağım. Seçici ve ayıklayıcı bir göz Kutub’taki özgürlük mefhumunu, liberal negatif özgürlüğe mukabil Augustine’den Rousseau’ya gelen pozitif özgürlük (Isaah Berlin’in tasnifini kullanıyorum) bağlamında çok rahat anlamlandırabilir. Elbette Rousseau’daki çok sorunlu “özgürlüğe zorlamak” mütenakızlığı (oksimoronu) Kutub’ta da aynen yer alıyor, ama kullukla özgürlüğü St. Augustine gibi diyalektik bir düzlemde bağdaştıran Kutub aslında Müslümanlar için özgürlüğün İslâm içinden kuramlaştırılması ve sahihleştirilmesi yolunda çok önemli bir sorunu da çözüyor. Ben bunu derken Kutub’un ve pozitif özgürlükçülerin hepsinin de önemli sorunlar taşıdığını görmezden gelmiyorum. Ama bize çok basit görünen, benimse özgürlüğün diyalektiği dediğim, “insan ancak Allah’a kullukta özgür olabilir” ifadesi aslında çok verimli teorik hamlelere ve kurgulamalara imkân veren bir önerme. Başka bir deyişle, özgürlük ancak samet olan, kadirimutlak olan bir Yaratıcıya kul olmakla mümkün olabilir; aksi takdirde özgür olduğunu düşünen insan hep ondan ve kendinden aşağı bir şeylerle kayıtlı, onlara tâbî olmaktan kurtulamayacaktır ve özgür olmayı başaramayacaktır; bu kayıt ister dünyevî siyasî otoriteler olsun, ister heva ve arzular, ister kul-yapısı ideolojiler..

Ben bu itibarla demokrasi tartışmalarının özgürlük tartışmaları ile öncelenmesi gerektiğine inanıyorum. Bence demokrasi (biz burda kurumsal demokrasiden çok daha kapsamlı bir şeyden bahsediyoruz) gibi çok daha karmaşık bir sorundan önce özgürlüğü nasıl anlayacağımızı çözersek çok daha esaslı bir iş başarmış oluruz. Bu da tabiî ki kelâmdaki özgür irade-ihtiyar sorunundan hiç de bağımsız değil; zaten Batı siyaset felsefesinde de özgürlük teolojiden siyasete geçen bir felsefî tartışma. O yüzden, gene kendime iltimas edecek olursam-, siyaset ontolojisi yaklaşımıyla özgürlük sorunu çok daha yapıcı bir biçimde tartışılabilir. Ama isterseniz tekrar felsefenin teknik diline boğmayalım konuşmamızı.

DEMOKRAT MÜSLÜMAN; MİLLİYETÇİ,

DİKTATÖR, FAŞİST MÜSLÜMANDAN EFDALDİR

O hâlde İslâm, kendi temel kurallarıyla

çelişmemesi ön şartıyla “demokratik bir devlet” oluşumunu tasvip eder diyebilir miyiz?

İllâ ki daha kesin bir dille bir şeyler söylememi istiyorsanız, yani demokrasinin İslâmîliği konusunda bir hüküm vermekten kaçış yoksa, öncelikle diyebilirim ki demokrat Müslümanlar, İslâmın adalet ilkesine sadakat bakımından gene de kralcı, saltanatçı, diktatörcü, milliyetçi ve faşist Müslümanlara nazaran çok daha tercihe şayanlar. Ben buna rağmen şahsen isterdim ki Müslümanlar, demokrasiden özgürlükler bakımından hiç de aşağı kalmayan, ama yine de kendilerine has bir siyasî-teorik sistemi Batı’daki Demokrasi Teorisi’nden istifadeden hiç de gocunmadan kuramlaştırmaya koyulsunlar. Murad Hoffman bu doğrultuda “şûrâokrasi” kavramını teklif ediyor ki bence kaynaklarımıza yabancılaşmamak açısından güzel bir kurgu. Müslümanlara Batı demokrasilerini kıskandırmayacak bir siyasî teorinin ve düzenin peşinde koşmak bana çok daha çekici ve doğru geliyor. Bu, özgür ve adil bir siyaset düşler ve düşünürken kendimizi çok daha evimizde hissetmemizi sağlayacaktır diye inanıyorum. Bunları söylerken de daha önceki İslâmî devlet-İslâm devleti ayrımını gözden kaçırmayalım istiyorum. Bir İslâm devleti için şûrâokratik bir siyasî sistem öne sürüyor değilim burada. Müslüman çoğunluklu toplumlarda hem dinî-felsefî azınlıkların, hem de Müslüman ama dünyevî-seküler yaşamak isteyenlerin birinci sınıf vatandaşlığını tehlikeye atacak her türlü teorik kurgu sonuçta bence zulümdür ve dolayısıyla adaleti çiğneme sebebiyle İslâmî devlet sınırlarının dışına çıkar.

UMUT YAVUZ [email protected]

{YARIN: İSLÂMİYET HERKESE ÖZGÜRLÜK

ÖNGÖRÜR}

15.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Röportaj

  (14.03.2010) - DİN ADINA SİYASET TRAJEDİYE YOL AÇTI

  (12.03.2010) - 28 Şubat, 12 Eylül gibi Uzun ve karanlık bir gölge

  (08.03.2010) - SAİD NURSÎ CUMHURU TEMSİL EDİYOR

  (22.02.2010) - ÇÖZÜM SAİD NURSî’DE

  (21.02.2010) - GENÇLERİMİZDEN ÜMİTLİYİM

  (19.02.2010) - Yoğurdumuzu jelatinle kirletmişler

  (18.02.2010) - AB reçetesine ihtiyacımız var

  (17.02.2010) - “SENİ BİR YILDIR TAKİP ETTİRİYORUM”

  (15.02.2010) - Devlet törenlerden yönetiliyor

  (08.02.2010) - Said Nursî derin izler bıraktı

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl