19 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Dünya ve ahiret işlerinizin her ikisinde de O'nun âyetlerini düşünüp ibret alasınız diye Allah size hükümlerini açıklıyor.

Bakara Sûresi: 220

19.03.2010


Taştan daha camid ve katı kalpler...

Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katılaşmıştır.

“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine

katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.” (Bakara Sûresi: 74.)

Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese mâlûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bâzı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük meseleler sûretinde bahs ve beyânda ne mânâ var, ne münâsebet var, ne ihtiyaç var?”

Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’ân’dan şöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münâsebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münâsebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’ân’ın îcâz-ı mu’cizi ve lûtf-u irşâdıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcâz, hem hidâyet-i Kur’ân’ın bir nuru olan lûtf-u irşâd ve hüsn-ü ifham, iktizâ ediyorlar ki, Kur’ân’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, me’lûf ve cüz’î sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye, icmâlen gösterilsin. İşte bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle diyor:

Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katılaşmıştır. Zîrâ görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye, ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de; tahte’z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cedvelleri ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukâvemet görmeyerek cereyan ediyor.Haşiye

Hem havada nebâtât ve ağaçların dallarının suhuletle sûret-i intişârı gibi o derece suhuletle köklerin nâzik damarları, yer altındaki taşlarda mümânaat görmeyerek evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişâr ettiğini Kur’ân işaret ediyor ve geniş bir hakikati, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasâvetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:

Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasâvetle mukâvemet ediyor. Halbuki, o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla karanlıkta nâzik vazifelerini mükemmel ifâ ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi’l-hayata, âb-ı hayatla beraber sâir medâr-ı hayatlarına öyle bir hazînedarlık ediyor ve öyle bir adâletle taksimâta vesîledir ve öyle bir hikmetle tevzîâta vâsıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukâvemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zîrâ toprak üstünde müşâhede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufât-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acîb ve intizamca daha garip bir sûrette hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecellî ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlâhî olan o latîf sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukâvemetsiz ve kasâvetsizdir. Güyâ bir âşık gibi, o latîf ve güzellerin temâsıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

HAŞİYE: Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâl tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyân etmek, ancak Kur’ân’a yakışır.

İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile, taş dahi, toprağa dâyelik edip yetiştiriyor.

İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deverân-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir.

Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, suyun ve enhârın muntazam bir mîzan ile zuhur ve devamlarına hazînedarlık etmektir. Evet, taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat sûretinde delâil-i vahdâniyeti, zemin yüzüne yazıp serpiyor.

Sözler, s. 225-26, (yeni tanzim, s. 390)

19.03.2010


Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum

Bediüzzaman Said Nursî:

HAFIZ ALİ EFENDİ’NİN VEFATI

Yine zehirlemişlerdi Üstadı. Bu defa Denizli hapsinde idi. Zehirin tesiriyle Üstad kendinden geçmiş yatıyordu. Bir acıklı haberin gelmesi an meselesiydi. Nefesler tutulmuş; kimsenin elinden duâdan başka bir şey gelmiyordu.

Duâların en içlisi, en müstecab olanı, Hafız Ali’nin dudaklarından döküldü o gün. Koğuştakileri etrafa dizdi, hepsine el kaldırttı. Her söylediğine âmin demelerini tembihledi sıkıca. Sonra başladı yakarmaya: “Ya Rabbi, alacaksan, onun yerine beni al. Eğer o ölecekse, onun yerine ben öleyim.”

Savaş meydanlarında okların üzerine atılarak kendilerini feda eden erler çok görülmüştü. Risâle-i Nur Talebesinin şehadet şerbetini içmesi için ise savaş meydanlarına veya düşman oklarına gerek yoktu. Onlara bir dua kâfi geliyordu. Çünkü onlar duânın ne olduğunu Risâle-i Nur’dan öğrenmişlerdi.

Vefat etmişti Hafız Ali Ağabey. Tarih 17 Mart 1944. Hapishanede rahatsızlanır ve tedavi edilmek üzere kaldırıldığı Denizli Memleket Hastanesi’nde ebedî âleme göç eder. Mukaddes şehitler kervanına katılır. Üstadımız bu vefat üzerine çok üzülür. Yıllarca, onun bıraktığı boşluğun hicrânını duyar ve her fırsatta yâd eder.

“Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı Kur’ân’a, İslâmiyete büyük bir zâyiat olurdu.” (Şuâlar, s. 292)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri onun hastalığıyla alâkalı şunları ifade eder: “Aziz kardeşim Hafız Ali. Hastalığını merak etme. Cenâb-ı Hak şifa versin. Âmin. Hapiste her bir saat on iki saat ibadet yerine bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta hafif hastalık vardır. Ben mahkemeye gittiğim gün her halde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için eski zamanlarda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi benim bir parça rahatsızlığımı aldın.” (Şuâlar, 290)

Hafız Ali Ağabey vefat edince, Üstad bu durumu şöyle ifade eder: “Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler. Ve Nur’un şehid kahramanı merhum Hafız Ali benim bedelime hastaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyahat eyledi. Bizi meyusane ağlattı.” (Lem’alar, s. 163)

Berzahtaki Hafız Ali

Hazreti Üstad, Hafız Ali’nin vefatının akabinde berzah âleminde onu görür. “Berzahtaki Hafız Ali mânen yanımızdadır” (Lem'alar, 163) der. Maneviyat sultanı Aziz Üstad’ın Hafız Ali alâkadarlığı mânen berzahta da devam eder. Bediüzzaman Hazretlerinin dilinden “berzahtaki Hafız Ali” değerlendirmelerini şu mektuplarda görmek ve anlamak mümkündür:

“Ben hem kendimi, hem sizi, Risâle-i Nur’u tâziye ve merhum Hafız Ali’yi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi.

“Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Risâle-i Nur’un bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i a’mâline hasenat yazdırsın. Âmin. Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın. Âmin. Ve kabrinde Kur’ân’ı, Risâle-i Nur’u ona şirin ve enis arkadaş eylesin. Âmin. Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın. Âmin, âmin, âmin.

“Siz dahi benim gibi duâlarınızda onu yâd ediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde mânevî bin hayat kazandı diye rahmet-i İlâhîden ümitvarız.

“Aziz, sıddık kardeşlerim,

“Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükür olsun ki; bu acip zamanda ve garip yerde, talebe-i ulûmun kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla bizlere de müyesser eyledi.

“Ehl-i keşf-i kuburun müşahedesiyle, müteaddit vâkıatla, tahsil-i ulûm ânında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hattâ meşhur bir ehl-i keşfe’l-kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahvi okuyan bir talebenin kabrinde Münker, Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş. Ve müşahede edip işitmiş ki, melek-i suâl, ondan sordu: ‘Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?’ dediği zaman, o nahv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: ‘Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir.’ Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.

“İşte bu vâkıaya muvafık olarak, ben merhum Hafız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risâle-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hafız Mehmed’e bazı dualarımda derim: ‘Yâ Rabbî! Bunları kıyamete kadar Risâle-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmin. İnşaallah.’” (Şuâlar, s. 290-291)

Üstad, Hafız Ali’nin mezarı başında

“Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor.”

Üstad’ın Hafız Ali’ye olan şiddet-i hasreti bitmek bilmez. Aziz Üstad, daha 1944 Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı üzerine tahliyeden hemen sonra bazı talebeleriyle birlikte Denizli Kabristanında medfun Hafız Ali’nin kabrini ziyaret etmiş ve başucundaki levhaya şunları yazmıştır:

“Haşirdeki Mahkeme-i Kübra’da Nur Talebelerinin alemdarı Hafız Ali…”

'Bu şehit bir yıldızdır'

Selahattin Çelebi anlatıyor:

“Denizli Hapishanesinin sıkıntı, meşakkat, rutubet ve betonunun insan kanını bir sünger gibi emmesine dayanamayan İslamköylü Hafız Ali (Ergün) hastalandı ve vefat etti.

“Çok zayıf ve nahifti, Allah yolunda, gurbet hapishanesinde şehid olmuştu. Kıymetli bir Nur Talebesi idi.

“Hapishaneden beraet edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi Denizli'nin yeşillikler içindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali'nin kabri başında Kur'ân okundu. Üstad hazin bir dua yaptı. Elini semaya kaldırdı. ‘Bu şehid bir yıldızdır’ dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parlıyordu.” (Son Şahitler, cilt: 2, s. 117)

Üstad Hazretlerini ve Hafız Ali Ağabeyi bir kez daha rahmetle anıyoruz.

MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ

[email protected]




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

19.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl