14 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Şerif Mardin ve Said Nursî

TÜRKİYE Bilimler Akademisi (TÜBA) Başkanı Sayın Prof. Yücel Kanbolat, Sefa Kaplan’a, Şerif Mardin’in neden TÜBA üyeliğine kabul edilmediğini anlatıyor:

“Şerif Mardin, Said-i Nursi üzerine çalıştı diye değil de, Said-i Nursi ’yi fazla parlattı diye eleştirildi. Ben bilim insanı olarak her konuda çalışabilirim. Ama üzerinde çalıştığım kişinin sadece iyi yanlarını yazarsam bu bilim ahlakına sığmaz. Şerif Bey bu konuda taraf gibi davrandı.” (Hürriyet, 12 Nisan)

Sayın Kanbolat, tıp alanında değerli bir bilim adamıdır. Sosyal bilimler alanındaki bir çalışma hakkında böyle bir değerlendirme yapmasını çok yadırgıyorum. En azından, daha nazik bir dille ve ‘akademik mesafe’ özenini de göstererek mesela “Oylama yapıldı, öyle sonuçlandı” demekle yetinemez miydi?

Hayır... Şerif Mardin’e dolaylı yoldan “bilim ahlâkı”na uymamak gibi haksız bir suçlamada bile bulunabiliyor!

‘Parlatmak’ ne demek?

Sayın Kanbolat, Şerif Mardin’in kitabı hakkında mesela eksik verilere dayandığı, metot hataları olduğu falan gibi ‘akademik dil’le eleştiriler yapabilirdi. Hayır, öyle yapmıyor, “Fazla parlattı” ve “Taraf gibi davrandı” türünden sübjektif ve genelgeçer sözler ediyor.

Demek ki, bizim TÜBA’ya kalsa, sosyoloji biliminin üç büyük isminden biri olan Max Weber’i de “Protestan tarikatlarını fazla parlatmış” diye dışlayacaktı!

Weber, toplumsal değişme ile Protestan tarikatları arasındaki etkileşimi inceleyerek bir çığır açmıştı. Şerif Hoca da Said Nursi ve Nurculuk hareketine aynı metodolojik açıdan bakıyor. Kitabında bir Nurcuyu rahatsız edecek analizler de az değildir.

Öte yandan, TÜBA bir eseri değerlendiren “doktora jürisi” gibi davranacaksa, kurulda sadece sosyal bilimcilerin olması gerekirdi.

TÜBA bir juri değildir. ‘Üye’ olacak bilim adamlarının genel akademik performansına, uluslararası bilimsel itibarına bakmalıdır. Bu açıdan Şerif Hoca’yı anlatmaya ihtiyaç var mı?!

Kaldı ki, Şerif Mardin hakkında, çoğunluğu doğa bilimcisi olan Konsey’de yapılan oylamada 11 üyeden 8’i kabul oy vermiş, bir oy eksik kaldığı için Mardin’in üyeliği gerçekleşmemişti.

‘Kabul’ oyu veren 8 üye “parlatma”yı görmemiş miydi yoksa?!

Bizde bilim anlayışı

Sorun, Hoca’nın liyakatinden değil, TÜBA’nın kuruluşundaki ‘pozitivist’ bilim anlayışından geliyor. Nasıl bir anlayıştır bu?

TÜBA üyesi Sayın Prof. Metin Heper’in, TÜBA’nın yayın organı olan Günce dergisinin 20. sayısında çıkan makalesine bakılabilir bu konuda: Çağdaş bilimin temelinde “nedir?” ve “neden?” soruları bulunduğu halde, tarihsel sebeplerle bizdeki bilim anlayışı “hemen daima ‘nedir’ ve ‘neden’ sorusundan ziyade, ‘nasıl olmalı’ sorusu ile meşgul olmuş”tur... “Ampirik” bulgularla değil, “normatif” değerler açısından bakmıştır sosyal olgulara...

“Fazla parlatmış” sözü bunun tipik bir örneğidir.

Sosyal bilimlerde, karmaşık sosyal olguları araştırırken farklı teoriler ve tezler söz konusudur ve bilim adamı inandığı teori ve tezden yana “taraf” olur! “Tarafsız” olması gereken TÜBA gibi kurumlardır; bu da çeşitlilikle, değişik akademik görüşlere açık olmakla mümkündür. Bilimin gelişmesinin de şartı budur.

Şerif Mardin TÜBA üyesi olmamakla akademik itibarından hiçbir şey kaybetmedi. Ama TÜBA sosyal bilimlerde ufuk açıcı bir “çeşit”ten mahrum kaldı.

Taha Akyol / Milliyet, 13.4.2010

14.04.2010


Cevaplar gibi sorular da yanlış

BU yıl da alışkanlığımızı sürdürüp önceki gün yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) sorularını kısaca göz atalım.

Sınavın Türkçe ve Sosyal Bilimler testleri her zamanki gibi yine “optik okuyucu”nun olmayan aklına uygun biçimde hazırlanmış.

Soruları gözden geçirip de üzülmemek imkânsız. Yüksek öğretime hak kazanmayı bu sorular ile ölçüp seçmekte daha ne kadar ısrar edeceğiz? “Türkçe”ye de yazık, “sosyal bilimler”e de.

Mesela “Türkçe” faslının 36. sorusu. “Ben, herkesin alışkın olmadığı, farklı bir evde büyüdüm. Babam ve ağabeyim profesyonelce olmasa da resimle ilgileniyorlardı. Dayım da odasında sürekli bir şeyler yazardı...” diye başlayıp devam eden anlamsız ve yersiz bir metni verip ardından “Bu parçada asıl anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisidir” diye formüle edilmiş bir sorunun (ve tabii cevabının) yüksek öğretime hazırlanan öğrenciler açısından her şeyden önce ne derece sıkıcı-bezdirici olduğunu hâlâ anlayamadık mı?

Demek ki önce sınavdan geçirdiğimiz adayları ciddiye alacağız; aynı zamanda “Okul”u da tabii ki. Ve ortaya bu çerçevede öyle sorular koyacağız ki, adaylar kutu karalamayı bırakıp, kalemi ellerine alarak ortaya güzel sorulara verilmiş güzel yanıtlar koyabilsinler. Ve bu büyük yanlış, yani özellikle Türkçe ve sosyal bilimler alanlarında “çoktan seçmeli” yöntem nihayet bir son bulsun.

Buna mecburuz: “dil” ve “kültür”ü ciddiye alıyorsak eğer buna mecburuz...

Dünkü gazetelerin hemen hepsinde karşılaştığımız bir haberdi. ÖSYM, bu yıl “Açılım” rüzgarının etkisiyle bir soru icat etmeyi de unutmamıştı. Bu soru –bildiğiniz gibi- “Sosyal Bilimler”(!) faslının 14. sorusuydu. Önce Atatürk’ün nerede ne zaman ne münasebetle sarf ettiği belirtilmeyen sözleri aktarılmış, sonra da “Atatürk’ün bu anlatımıyla, durumlarından hangilerini kastettiği savunulabilir?” sorusu yöneltilmişti adaylara. Atatürk, şöyle diyordu söz konusu metinde: “Türkiye halkı, ırki ve dini ve kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve kaderi, geleceği ve çıkarları ortak olan toplumdur.”

Sorunun altına sıralanan seçenekler de şöyle idi:”I. kültürel zenginlikleri paylaşan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı / II. İnsani değerleri temel alan Atatürk milliyetçiliği / III. Toplumun birlik ve beraberlik ruhuyla bütünleştiği.”

Doğru cevabı da verelim hemen: “E) I, II ve III”, yani hepsi...

Bana sorarsanız, bu cevap yanlıştır, derim.

Çünkü söz konusu soru “sosyal bilimler” faslı içinde yer aldığından, gerçek bir sınavda adayların sorunun doğru cevabını bir sosyal bilim olan “tarih” bilimi çerçevesinde aramaları gerekirdi. Ve buradan hareketle adayların Atatürk’ün bu “anlatımı”nın hiçbir seçenekte karşılığının bulunmadığını görüp, (olmayan) dördüncü seçeneği aramaya koyulmaları beklenirdi.

Sahici bir “Sosyal Bilimler Testi”nin böyle olması gerekmez mi? Adı üzerinde bir “bilim” dalı bu. Bu alandaki soruları “Türkçe” faslında olduğu gibi “Dayım da odasında sürekli bir şeyler yazardı...” türünde tasarlamak mümkün mü? Atatürk’ün soruda aktarılan “anlatımı”nı üniversitede bir tarih öğrencisi altta sıralanan seçenekler doğrultusunda açıklasa-işlese geçer not alabilir mi?

“Sosyal Bilimler Testi”nin bir sonraki (15) sorusu da bir âlem... Buradaki metin de şöyle: “Türkiye’de çok partili döneme ilk geçiş denemelerinin başarısız olması üzerine 1945 yılına kadar çok partili döneme geçiş ertelenmiştir. / Bu ertelemede aşağıdaki ilkelerden öncelikle hangisinin kötüye kullanılmasını engelleme amacı olduğu savunulabilir?”

Seçenekler: “A) Cumhuriyetçilik B) Laiklik C) İnkılapçılık D) Milliyetçilik”

Cevabı doğru tahmin ettiniz, doğru cevap tabii ki “B” şıkkı!

Ama tabii ki bu da yanlış. Tabii ki yine doğru cevabı barındıran bir seçenek eksik...

Türkiye’de çok partili döneme geçilmesinin ertelenmesi gerçekten de “Laiklik” ilkesinin kötüye kullanılmasını engellemek amacından mı kaynaklanmaktadır?

Ne münasebet! Terakkiperver Fırka (1925) ve Serbest Fırka (1930) “Laiklik” ilkesinin “kötüye kullanılmasını engelleme amacı” doğrultusunda mı kapatıldı?

Ne yazık... Biz hâlâ Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nı bile, bugüne kadar ilk ve orta öğretimde tekrar edilen bir yanlışı gençlere üniversiteye uğurlarken bir kere daha hatırlatmak-unutturmamak için alet edebiliyoruz.

Kürşat Bumin Yeni Şafak, 13.4.2010

14.04.2010


AK Parti ve başörtüsü yasağı

AK Parti Hükümeti’nin neredeyse 8. yılına yaklaşıyoruz.Türkiye’de hâlâ bir başörtüsü yasağıdır sürüp gidiyor.

Pazar günü yapılan üniversite sınavlarında da başörtüsü yasağı bütünüyle uygulandı.

Hem de hiç tavizsiz.

Değil başörtüsü, peruk takan kızlar bile sınava alınmadı.

Sanırsınız ülkede sekiz yıldır CHP iktidar.

Her soruna çözüm arayan, Kürt sorununda bile açılımlara imza atan AK Parti Hükümeti’nin bu soruna çare bulamaması, bu konuda bir çözüm üretememesi ilginç değil mi?

AK Parti her soruna çözüm getirebilir ama bu başörtüsü yasağına çözüm getiremez.

Çünkü, AK Parti Hükümeti’nin bu sorunu çözmesi yüksek yargı tarafından kökten engellendi!

Dolayısıyla artık AK Parti’nin gündeminde başörtüsü sorununu çözüme kavuşturmak diye bir şey yok.

AK Parti, iktidarının ilk döneminde seçmenine verdiği sözün gereği olarak başörtüsü yasağı problemini çözmeyi denedi.

Başaramadı.

(...)

Ülkede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dindar olarak bilinir. Eşi başörtülüdür, dinin emirlerini gözardı etmeden giyinmeye çalışan bir hanımdır.

Ülkede Başbakan Tayyip Erdoğan imam hatip mezunudur. Başörtüsü konusundaki tavrı bilinir. Eşi Emine Hanım başörtülüdür.

Ülkede TBMM Başkanı aynı partidendir, dindardır, eşi başörtülüdür.

İktidar partisi Meclis çoğunluğu bu konuda taraftır.

Yasağa karşıdır.

Buna rağmen bu yasak devam ediyor.

Aslında çok garip!

Çünkü yüksek yargı bu konuda herhangi bir çözüm üretilmesinin önünü kesmiştir.

Hiçbir seçilmiş kurum bu konuda bir adım atamamaktadır.

Evet hükümet bu ahlaksız ve çirkin yasağa karşı daha fazla kayıtsız kalmamalıdır ama şu aşamada Meclis’te yapacak bir şey de maalesef yoktur.

İşte bütün bunlara rağmen nasıl oluyor da bu mantık dışı yasak sürdürülebiliyor sorusunun cevabı bu.

AK Parti de bu durumu fırsat bilerek bu sorunun çözümü için kılını kıpırdatmıyor!

Nuh Gönültaş / Bugün, 13.4.2010

14.04.2010


Başkomutan hesap soracak mı?

TÜRK Silahlı Kuvvetleri’ne, tarihinin en büyük itibar zedelenmesini yaşatan mayın skandalında daha fazla gecikilmeden yürekleri soğutan bir sonuca ulaşılmalı.

Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Aslan Güner’in “Askerî savcının soruşturması devam ediyor. Kimseyi suçlu ya da suçsuz ilan etmemek lazım.” açıklaması, eleştirileri şiddetlendirdi. Olayın üzerinden 11 ay geçti. Şehit ailelerinin şikâyetine yol açan ses kaydı ortaya çıkalı ise 10 ay oldu. Milat olarak Van Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturma sonucunu almak ve bir haftalık henüz sıcak hadise muamelesi yapmak yarayı kanatıyor.

Daha cenazeler kalkmadan terör örgütünü fail olarak açıklamak, kamuoyunu tatmin etmek için havadan ve karadan operasyonlar düzenlemek hatayı kurumsallaştırmıştı. Gerçek anlamda soruşturma yapmadan, söylenen sözler ve icra edilen faaliyetlerin izahı yok. Saldırı gerçekten PKK kaynaklı bile olsa en azından bir sevk ve idare zafiyeti denetimi yapılmalıydı. Kaldı ki, başta iki general olmak üzere pek çok kişinin gerçeği bildiği anlaşılıyor. Askerlerimiz bilerek mayınlı araziye sürüldüyse ihmalin ötesinde ihanetle karşı karşıyayız demektir. Suçu işlemek gibi, örtbas etmek ve hatta görmezden gelmek de suçtur. Hadi ilk günler mahaldeki komutanların yanıltması diyerek hafifletici sebepler bulabiliriz. Ama ya ses kaydı çıktıktan sonra... O kadar açık ve kendi kayıt sistemine düşen ifadeleri ciddiye almak için ailelerin şikâyetini ve sivil savcıların soruşturmasını beklemeye gerek var mıydı? Bu, kamu davası olmayacaksa ne olacak? 10 ay boyunca soruşturma sonuçlandırılmadıysa izahı zor. Hiç açılmadıysa katmerli ve zincirleme suç var demektir.

Şimdiye kadar yaşananların zaten savunulacak yanı yok ve medyada en askerci bilinen kalemler dahi tepkilerini ortaya koydu. Hiç olmazsa bundan sonra demokratik bir hukuk devletinin gereklerini yerine getirmek lazım. Soruşturmanın selameti açısından hem suça iştirak eden hem de örtbasa yardımcı olan bütün yetkililer açığa alınmalı. Soruşturma da yaranın daha fazla kanatılmasına fırsat verilmeden sonuçlandırılıp yargılama safhasına geçilmeli. General Güner, ailelerin acısını anladıklarına dair cümleler de kurmuştu. Komuta kademesinin acıyı gerçekten anladığının göstergesi, adaletin tesisinde izleyecekleri yol olacak. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ yanıltmacasına artık başvurulmamalı.

Yargının bu konuda söyleyecekleri kadar Başkomutan’ın ve Başbakan’ın tavrını da merak ediyorum. Bilindiği üzere acı olay kullanılarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan ağır dille eleştirilmişti. Hatta Bekir Coşkun gibi kalemler alay etmeye kalkmışlardı. Cumhurbaşkanı Gül, demokratik açılıma destek verdiği gerekçesiyle Coşkun’un şu hakaretlerine maruz kalmıştı: “Bugün 7 şehit daha dönüyor eve... Ama yine de Cumhurbaşkanı’nız “Tarihi fırsat kaçıyor...” derken, neyin fırsat olduğunu, neyin kaçtığını açıklamış değil... Bence dili varmıyordur... Yüzü tutmuyordur... Ne diyecek şehit analarına?.. Çünkü koca Türkiye Cumhuriyeti, asla devlet adamı olamayacak basiretsizlerin elinde, teröre oyuncak oluverdi...”

Cumhurbaşkanı, sadece kendine yapılan hakaretlerin değil, cumhura yapılan zulmün de hesabını sormakla yükümlü. Anaların yüreğindeki acının da takipçisi olmalı. Ve sorumlulara Bekir Coşkun’un kendisine yönelttiği şu soruyu sormalı:

Peki şehitler?..

Neden öldüler?..

Bülent Korucu / Zaman, 13.4.2010

14.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı- Yeni Asya Gazetesi- Bizim Radyo- Sentez Haber- Yeni Asya Neşriyat-Promosyon- Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım