21 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Cebrail bana dedi ki: “Ya Muhammed! İstediğin kadar yaşa, kurtuluş yok, öleceksin. İstediğini sev, sonunda ondan ayrılacaksın. İstediğin şeyi yap, sonunda onunla karşılaşacaksın.”

Câmiü's-Sağîr, No: 2902

21.04.2010


Dağların fışkırmasıyla zemin teneffüs eder

Zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.

Dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sayfalarımızı da oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe’ Sûresi: 78:7), “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” (Hicr Sûresi: 15:19), “Dağları sapa sağlam dikti.” (Nâziât Sûresi: 79:32) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevî menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri “Lâ ilâhe illâ Hû” tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.

Şuâlar, Yedinci Şuâ, s. 106

***

“Yeryüzünü bir döşek, • dağları birer kazık yapmadık mı? • Sizi de çift çift yarattık.” (Nebe’ Sûresi: 6-8.)

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor.” (Rum Sûresi: 50.)

Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisânı vardır. Her lisânında yüz bin bürhanı var ki, her biri çok cihetle Vâcibü’l-Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye kadîr, herşeye alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyesine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehâdet ederler.

Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mâyi haline gelen bir madde-i seyyâleden taş ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kâbil-i süknâ olmazdı. O mâyi taş olduktan sonra demir gibi sert olsa idi, kâbil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sâni-i Hakîmin hikmetidir.

Sonra, tabaka-i türâbiye, dağlar direği üzerine atılmış; tâ içindeki dahilî inkılâblardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın, hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın, hem zîhayatların levâzımât-ı hayatiyesine birer hazîne olsun, hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan tasfiye etsin—tâ teneffüse kâbil olsun—hem suları biriktirip iddihar etsin, hem zîhayata lâzım olan sâir mâdenlere menşe’ ve medâr olsun.

İşte, bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîmin vücûb-u vücuduna ve vahdetine gayet katî ve kuvvetli şehâdet eder.

Sözler, 33. Söz, 22. Pencere, s. 615

LÜGATÇE:

menfez: Delik, açıklık, aralık, çatlak.

zelzele-i muzırra: Zarar verici deprem.

vazife-i devriye: Dönme vazifesi.

sekene: Sâkinler, kalanlar, oturanlar

sefine: Gemi.

mâyi: Sıvı şeklinde olan.

madde-i seyyâle: Akıcı madde.

kâbil-i süknâ: Oturmaya elverişli, oturulabilir.

tabaka-i türâbiye: Toprak tabakası.

gazât-ı muzırra: Zararlı gazlar.

21.04.2010


Şefkat tokatları üzerine bir deneme (1)

ŞEFKAT TOKATLARI RİSÂLESİ’NE GENEL BİR

BAKIŞ

Risâle-i Nur’da her bir risâlenin kendine mahsus bir makamı ve muhatabiyeti vardır. Meselâ, Tabiat Risâlesi öncelikle inanç problemi olan inkârcı kitleyi muhatap alırken, Otuz Birinci Söz ise inançlı kitleyi muhatap almaktadır. Yine, Sünnet-i Senniye Risâlesi’yle Haşir Risâlesi’nin, Hastalar Risâlesiyle Kader Risâlesi’nin farklı farklı muhatapları vardır… Şefkat Tokatları Risâlesi’nin muhatapları da bütün Nur Talebeleridir.

1934’te Isparta’da Türkçe yazılarak, Lem’alar’a Onuncu Lem’a olarak girmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin, bu risâleyi yazmasındaki amacı, Âl-i İmrân Sûresi’nin 30. âyetine atıfta bulunarak, beşeriyet gereği sehiv ve hatalar yapan ve bunun neticesinde şefkat tokatları yiyen Hizmet-i Kur’âniyedeki arkadaşlarının hizmetlerinde ciddiyetle, sebat etmelerini sağlamaktır. (Lem’alar, s. 46)

Daha sonra ise “Hizmet-i Kur’âniyenin bir silsile-i kerâmeti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile nezaret eden ve himmet ve duâsıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevî kerameti beyan edilecek” diyerek, üç kısım kerâmetten bahsetmektedir. (Diğer iki kerâmetler için bakınız: Lem’alar, 46) Fakat birinci ve ikinci kısmın üzerinde durmayarak başka zamana erteleyen Bediüzzaman, daha ziyade üçüncü kısmı nazarlara verir ki, bu kısım hizmette hâlisen çalışırken fütur* gösterip tokat yiyen ve daha sonra hatasını anlayarak hizmete devam edenlere dair on dört örnekten ibarettir.

Ayrıca, “Has dostlarınıza gelen musîbetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Hâlbuki size ve hizmet-i Kur’âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?” sorusuna “Zulüm devam etmez, küfür devam eder” sırrınca ve “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin Cennetidir” hakikatince cevap verilerek nihayet bulunmaktadır. (Lem’alar, 52)

Bu risâlede öne çıkan ve nazara verilmesi gereken önemli hususlardan biri de Üstad’ın “bîçâre Said” olarak kendisinden başlaması, diğer taraftan da bu örneklerdeki muhatapların rızalarının alınmasıyla gösterilen nezakettir.

İKİ ZIT KELİME: ŞEFKAT VE TOKAT

Şefkat, “karşılıksız, sâfi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalanma, acıyarak merhamet etme.” (Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Lügatçe) anlamlarına gelmektedir. Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin birer tecellisidir. “Tokat” kelimesiyle yan yana bulunması, zahirî bir bakışla, bir anlam uyuşmazlığı görüntüsü vermektedir. Zira “tokat”, beşerî mânâda fiilî bir cezalandırma yöntemi olduğu gibi, diğer taraftan da Allah’ın celâlî sıfatlarını ihsas ettirmektedir.

O zaman bu iki zıt kelimenin bir araya gelmesiyle oluşan “Şefkat Tokatları” kavramına nasıl bir anlam yüklemeliyiz?

“Herkes hayır olarak ve kötülük olarak ne işlemişse, kıyamet gününde hepsini önünde hazır bulur. O zaman ister ki, işlediği kötülüklerle kendisi arasında büyük bir mesafe bulunsun. Allah, sizi kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah kullarına çok şefkatlidir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:30)

Âyetten anlayabildiğimiz kadarıyla, Cenâb-ı Hak, sonsuz şefkatiyle biz kullarını,—işlediğimiz ve kıyamet gününde önümüzde hazır bulunacak olan kötülüklerden dolayı—gelecek olan bir azaptan sakındırmak istiyor. Elbette ki hiç birimiz bu dünyada işlediğimiz günahlarımızın ahirette karşımıza azap olarak çıkmasını istemeyiz.

Ehl-i iman olarak, üzerimizdeki bir merhamet ve şefkat eli, düştüğümüz sehiv ve hatalarımızdan dolayı bizi ikaz ediyor. Yani sakındırıyor. Bir adım daha öteye gitmemizi istemiyor. Çünkü bir adım daha ötesinin zaten azap olduğunu da açıkça beyan ediyor.

Öyleyse, “sakındırmak” eylemi karşımıza nasıl ve ne şekilde çıkmaktadır?

“…dinî olmayan musîbetler, hakikat noktasında musîbet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevî huzur vermektir.” (Lem’alar, 18)

“Evet, ârif-i billâh aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet, havfda lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edilse, ‘En leziz ve en tatlı hâletin nedir?’ Belki diyecek:

“Aczimi, zaafımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak, yine vâlidemin şefkatli sînesine sığındığım hâlettir.” (Sözler, 36)

Şüphesiz, bu ikazları algılamak ve daha ilerilere gitmeden dönüş yapabilmek, imanî potansiyelin durumuyla ilgili bir hususiyettir.

Bu noktada “Şefkat Tokatları” kavramına “hata ve kusurlarımızda daha ileriye gitmememiz için, küçük musîbetler şeklinde gelen ön uyarılardır” diyebiliriz.

BEŞERİYET MUKTEZASI

OLARAK SEHİV VE

HATALAR

Yirmi Üçüncü Söz’ün İkinci Mebhası’nda belirtildiği gibi, insan dünyaya gönderilirken ahsen-i takvîm üzere yaratılıp, gayet câmi’ bir istidadla donatılarak bu “meydan-ı imtihana” atılmıştır. Bu özelliği sayesinde de esfel-i sâfilîne düşebildiği gibi tâ âlâ-yı illiyyîne kadar da çıkabilecektir. Yani nihayetsiz sukut ve suûdlar (inişler ve çıkışlar) yaşayabilecektir. (Sözler, 289)

Başka bir ifadeyle “insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hatta hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul” edilmelidir. (Sözler, 291) Çünkü saadet-i dâreyne mazhariyet ancak bu şekilde gerçekleşebilecektir.

Ancak, “beşeriyet muktezası” olarak şeytan ve nefisle olan mücadelesinde bu kuvvelerini vazife-i ubudiyet doğrultusunda tam mânâsıyla kullanamayabilecektir. İman ve ubudiyet noktasında geldiği merhaleye göre zaman zaman sehiv ve hatalar yapabilecektir. Önemli olan bu sehiv ve hataların farkına varılıp varılamadığıdır.

“Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir—tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.” (Lem’alar, 91 )

“Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.” (Lem’alar, 91)

“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstahak olur.” (Lem’alar, 91)

“Kendisini bunca nimet ile perverde eden Zât’a (c.c) karşı mahcub edici bir konum ihraz eden fert, nedâmet hissi ile bir muhasebe yapar ve Rabbinin kendisini her şeye rağmen terk etmediğinin idraki içerisinde, şefkatli bir tokat yediğine hükmedip şükürle iki büklüm olur.” (http://www.karakalem.net/?article=2117)

Aksi takdirde “işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar” açacaktır. (Lem’alar,14) Böylece, eğer günahlar istiğfarla çabuk imha edilmezse kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştıracaktır.

(Lem’alar,15)

-DEVAM EDECEK-

HASAN BULUT [email protected]

21.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım