10 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Anayasa Mahkemesi ‘velâyet-i fakih’ gibi

ANAYASA Mahkemesi, varolduğundan beri belki de ‘en siyasi’ kararını verdi. Mahkeme’nin her kararı siyasi sonuçlar doğuran niteliktedir ama ‘hukuk’la ilgisi olmayan, bu derece ‘ince siyasi hesaplı’ hiçbir kararı da yoktur herhalde.

Kararı hiç kimse beğenmedi. (Cemil Çiçek hariç). Ne HSYK Başkan Vekili, ne Adalet Bakanı, ne CHP’nin ‘vesayet projesi’ gereğince bir komplo sonucu başa getirilmiş yeni genel başkanı, ne Devlet Bahçeli.

Siyasetçilerin de, hukukçuların da beğenmediği, tatmin olmadığı bir karar. Dolayısıyla, kimisine göre ‘dengeli’ bir karar; Anayasa Mahkemesi’nin ‘tarafsızlığı’nı görünürde, kâğıt üzerinde kurtaracak bir karar.

Ama bir yandan da, önceki gün Taha Akyol’un İran’daki ‘Velayet-i Fakih’ konumu ile Anayasa Mahkemesi’ni karşılaştırmasını haklı çıkaracak cinsten, Anayasa Mahkemesi’ni ‘vesayet rejiminin devamlılığı’nı sağlayacak bir ‘rejim zaptiyeliği’ konumuna daha muhkem biçimde oturtacak türde bir karar.

Bu tür, bu içerikte bir karar Anayasa Mahkemesi’ni TBMM’nin üzerine kendiliğinden çıkarıyor. TBMM, Türkiye’nin, ‘millet iradesinin yansıdığı’ en yüksek organı olmaktan çıkıyor. TBMM’nin üzerinde bir de Anayasa Mahkemesi var.

Eğer TBMM’nin çıkartacağı bir yasa ya da anayasa değişikliği, Anayasa’ya aykırı bulunuyorsa, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebiliyor. Peki, Anayasa Mahkemesi Anayasa’yı ihlal ederse, bunun denetimini kim yapabiliyor?

Hiç kimse.

Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini aşarak, sadece ‘şekil yönünden’ inceleyebileceği bir anayasa değişiklik paketini ‘esasa girerek’ incelemiş olması ve bunu yaparken 4. Maddeye gönderme yapması aleni bir yetki gaspı ve dolayısıyla Anayasa ihlalidir; ki, Anayasa Mahkemesi’ni TBMM’nin üzerine çıkartan da budur.

***

Anayasa Mahkemesi öyle bir ‘siyaset mühendisliği’ ve ‘ince işçilikli’ bir karar üretmiştir ki, anayasa değişikliğinin ‘ruhu’nu ifade eden Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın oluşumu ile ilgili maddelerin kendisine değil, birkaç maddesine müdahale etmiştir.

Buna karşılık, 26 maddeyi ise CHP’nin istemine aykırı olarak iptal etmemiş ve 12 Eylül referandumunu mümkün kılmıştır.

12 Eylül’de referandum, HSYK ile Anayasa Mahkemesi’nin oluşumuna ilişkin iki madde sakatlanarak yapılacak. Böylece, Ak Parti’nin ‘erken seçim’e gitmesinin ‘meşru gerekçesi’nin de önüne geçilmiş oluyor.

Bu durumda, Tayyip Erdoğan’ın zaten hiçbir vakit istemediği, ‘ilkesel’ olarak karşı durduğu ‘erken seçim’e gidilmesi söz konusu olmayacak ve 12 Eylül referandumu Ak Parti iktidarı için bir ‘halk güven oylaması’ haline dönüşecek.

CHP ve MHP, şimdiden referandumda ‘hayır’ oyu verilmesi için kampanya yürüteceklerini ilan ettiler. Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın oluşumuna ilişkin iki madde dışında kalan maddelere CHP’nin karşı olamayacağı ileri sürülüyordu. CHP, söz konusu ‘sakatlanmış’ iki maddenin yanısıra 26 maddenin de halk tarafından reddedilmesi için tavır almış durumda.

Her şey, ‘proje’ye göre yani ‘bürokratik vesayet rejimi’nin devamına göre ayarlanmış sayılabilir. ‘Askeri darbe’ ihtimalinin ‘Ergenekon süreci’ ile devre dışı bırakıldığı bir tarih diliminde, Ak Parti’nin paketlenip gönderilmesi için seçimlerde CHP-MHP ikilisinin altına düşmesi hesaplanıyordu.

Bu hesabın uygulamaya sokulabilmesi için öncelikli CHP’nin Deniz Baykal’dan kurtarılmasının gerekli olduğuna hükmedilmişti. İşin o faslı halledildi. Bundan sonra ele alınan Tayyip Erdoğan iktidarının halk zemininde kemirilmesiydi. Anayasa Mahkemesi’nden ‘anayasa değişiklik paketi’ için CHP’nin başvurusu doğrultusunda çıkacak bir ‘iptal’ kararı, Tayyip Erdoğan için öngörülen ‘gücünü tüketmesi’ büyük ölçüde sağlanamadan bir ‘erken seçim’e yol açabilirdi ki, bu da ‘proje’nin hedefine varmaması sonucunu getirebilirdi.

Şimdi işler daha bir net. 12 Eylül’de ‘iktidarsızlığı’ her geçen gün biraz daha belirginleşen, bu hali Anayasa Mahkemesi’nin son kararıyla bir nebze daha takviye edilen Ak Parti’ye karşı CHP-MHP koalisyonunun ‘hayır’ sesleri arasında bir ‘halk oylaması’na gidilecek.

Seneye yapılacak seçimlerin bir ‘ön provası’.

Bu zaman zarfında, PKK da kanlı eylemleriyle Ak Parti iktidarının burnunu sürtmeye devam etmek isteyecek. PKK’nın şiddet dalgası, Ak Parti hükümetini, kendisinden öncekiler gibi ‘askerin kucağına’ daha fazla yöneltecek.

Baksanıza, bildik söylem yeniden ısıtıldı. Kuzey Irak ve tabii ki, Barzani bir kez daha ‘nişan tahtası’na oturtuluyor. Ak Parti’nin ‘güvenlik öncelikli’ ve ‘güvenlik odaklı’ bir söylemden ötesi, artık Kürt sorununa ilişkin atılacak adımlar bakımından aklına gelmiyor.

Bu hükümetin, Kürt kimliğinin kabulünün gereği olan yasaları çıkartabileceğini, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’nda, ülkeyi ferahlatabilecek ve demokratikleşmeyi ileri taşıyabilecek adımları şu dönemde atabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Kafası öyle çalışmıyor ki zaten. Üstelik, bu Anayasa Mahkemesi’ne bakıp, işlevsel bir TBMM’den söz edilebilecek bir durum var mı?

Buna, ABD ile sıkıntılı ilişkileri ve İsrail ile gerginliği ekleyin ve gelişmelerin ‘dış çerçevesi’ni de tamamlayın.

***

Sonuç olarak, ‘yol haritamız’ artık netleşmiş sayılır. 12 Eylül’de seneye yapılacak seçimlerin ‘provası’ ve seneye seçimler.

Herşeye rağmen, halkın önüne çıkmanın faydası da var. Ne kadar ‘sakatlanmış’ olursa olsun, ne kadar Anayasa Mahkemesi’nin ‘yetki gaspı’ ve ‘Anayasa ihlalinin ürünü’ olursa olsun, Anayasa değişikliğinin halka sorulmasının çarpıcı bir anlamı var: Halka ‘anayasanın değişmesinden yana mısınız?’ sorusunu sormanın bir biçimi bu.

‘Projeciler’ bu soruya kendi istedikleri cevabı almak isteseler bile, istemedikleri cevabı almaları ihtimali de söz konusu.

O nedenle, (...)genel seçimlere giden yolda ‘yeni anayasa’, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin hedefi olmak zorundadır

Cengiz Çandar,

Radikal, 9 Temmuz 2010

10.07.2010


Kemalistler bölünme istiyor

Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız? Evet, faşist bir devlette yaşamak istemiyorsak Kürtlerle birlikte yaşamak zorundayız. Kürtlerin de ‘kovulduğu’ bir Türkiye, Türklerin değil derin devletin ve beyaz Türklerin Türkiye’si olacak.

Türklerin Kürtlerle birlikte yaşamasını tartışmaya açmaları boşuna değil. Derin devlet dağılıyor, imtiyazlı sınıflar ve zümrelerin ‘üstünlükleri’ sona eriyor. Varlık nedenleri olan Kemalist ve militarist devletin demokratik dönüşümünü engelleyemeyenler son hamlelerini yapıyorlar: bölünmeyi tartışmaya açarak, bölünmenin yaratacağı travmayı iktidara dönüş için kullanmak...

Açıkça ve altını çizerek söylüyorum; bu, derin devlet ile ‘beyaz Türkler’in ortak projesi. Üstelik bu çabalar yeni değil, uzun zamandır sürüyor. Ben de çok yazdım; ‘küçük Türkiye lobisi’ dedim bunlara.

Türkiye’yi küçültmeye razılar. Küçük olsun, ama kendilerinin olsun istiyorlar. Üstelik küçülmüş, bölünmüş bir Türkiye’de halkın yaşayacağı büyük duygusal travmanın üzerinden ‘Kemalist ve militarist’ devleti yeniden dirilteceklerini hesaplıyorlar.

Ama bence yanılıyorlar. Bu ülkeyi küçültseler de devletin demokratik evrimini engellemeleri imkânsız. Projelerinin altında kendileri kalabilir. Bölünmenin yaratacağı büyük travma ve milliyetçi öfke üzerinden ‘otoriter’ bir iktidar yaratma hesapları yapanların sonu pek iyi olmayabilir. Bosna’da etnik temizliğin mimarı Miloseviç’in başına gelenleri hatırlamalarını salık veririm. Etnik temizlik yapan Miloseviç iktidardan, Savaş Suçları Mahkemesi’ne düştü.

Ne yapmaya çalıştıklarını anlamak zor değil tabii. Kemalist-militarist bir rejimin kurulmasının şartı, ‘tek uluslu-tek dinli devlet’ olmaktı. İttihatçıların izinden giden politikalarla gayrimüslimlerden ‘arındırıldı’ ülke. Böylece de dönüp Müslümanları baskı altına alan radikal-otoriter ‘laiklik’ politikaları uygulanabilir hale geldi. Şimdi sıra bir türlü ‘asimile’ olmayan Kürtlerden de kurtularak ‘tek uluslu’ devlet yaratmakta. Bugün bu ülkeyi biraz daha ‘Türkleştirmek’ istiyorlar, çünkü Türkleri ‘derin devletin denetimi’ne almak için bu gerekiyor.

Nüfusun tektipleştirilmesi, dünyadan soyutlanmış otoriter bir devlet yaratmanın şartıdır.

Şimdi soruyorlar, Kürtlerle bir arada yaşamak zorunda mıyız? diye. Cevapları hayır. Kürtler Kuzey Irak’a gitsinler istiyorlar, (...)... Türkiye de onlara kalsın; istedikleri gibi yönetsinler, yağmalasınlar... Koltuklarında rahat etsinler, muhitlerine kendilerine benzeyenlerden başkaları girmesin...

Devletin demokratik dönüşümünü engellemenin tek ve son yolu ‘bölünmek’ onlar için. Demokratik, kalkınmış, dünya ile bütünleşmiş ve farklılıkları çoğulculuk içinde tolere etmeyi öğrenmiş bir Türkiye yerine; küçülmüş, küçülmenin yarattığı travmayla ‘Kemalist-militaristler’in peşine düşmüş bir Türkiye istiyorlar. İktidarlarını korumanın, pekiştirmenin başka yolunu bulamıyorlar. Devletin ideolojik denetim mekanizmalarının kırılması, toplumsal taleplere ve kimliklere duyarlı hale gelmesi, dolayısıyla ‘niteliksel dönüşüm’ geçirmesi, tercih ettikleri bir durum değil. ‘Merkeziyetçi, otoriter ve seçkinci’ model tamamen şeffaf, demokratik ve çoğulcu bir yapıya dönüşmeden süreci durdurmak niyetindeler.

Liberalleri yıllardır Kıbrıs meselesinde ‘ver kurtulcu’ diye eleştirenler bugün ülkenin yarısını PKK’ya verip, geri kalanında kendi mutlak iktidarlarını kurmanın hesaplarını yapıyorlar. Devletin demokratik dönüşümüne izin verip iktidarlarını kaybetmektense devleti küçültmek bunlar için daha ‘makul’ bir çözüm gibi görülüyor.

Kürt sorununun çözümüne karşı çıkıp bölünmeyi adeta kader haline getirenler de aynı çevreler. Değişmiş, demokratikleşmiş, iktidarı halka geçmiş, halkı birbiriyle barışmış, kaynaşmış bir Türkiye yerine ‘küçültülmüş’, küçültülürken de iktidar kündesine iyice alınmış bir Türkiye’yi tercih edenler bugün gemi azıya aldılar. Bu amaçlarına ulaşmak için seferberler... Medyada, dağlarda, bizatihi devletin içinde...

PKK ile derin devletin ve beyaz Türklerin aynı ‘sonuç’ta buluşmaları şoke edici değil mi? Ülkeyi bu ‘çıkar şebekesi’ne teslim etmek istemeyenlerin Kürtler ve Türklerin birlikte yaşayabileceklerini göstermesi gerek. Ya birlikte demokrasi içinde yaşayacağız ya da faşist iki devlette...

İhsan Dağı,

Zaman, 9 Temmuz 2010

10.07.2010


Anayasa Mahkemesi senatoculuk oynuyor

ANAYASA Mahkemesi’nin (AYM) verdiği karar, pek az kişiyi memnun etti. Çünkü referanduma gidecek olan Anayasa değişiklik paketine fazla dokunmasa da, Mahkeme Anayasa’yı ve hukuku çiğnemeye devam ediyor.

AYM Başkanı Haşim Kılıç, kararı açıklarken bunu apaçık biçimde söyledi: “Evet, esastan inceledik” dedi.

Biz de zaten 2007’den beri aynı şeyi vurguluyoruz: AYM içerik denetimi yaparak, hem Anayasa’nın 148’inci maddesine aykırı davranıyor; hem de Meclis’in yetkisini gasp ediyor.

AYM kendini Senato haline getirdi.

Nasıl bazı ülkelerde Meclis’in çıkardığı kanunların, bir de Senato’dan geçmesi gerekiyorsa (ki bizde de 1961-1980 arasında Senato vardı)...

AYM de özellikle son üç yıldır verdiği kararlarla Senato rolüne soyundu.

Önceleri bunu “şekil denetimi” kılıfı altında yapıyordu. Yeni biçimden girip, içerikten çıkıyordu.

Bu kez, malumu ilam ettiler ve “Evet, esastan denetledik” dediler.

“Şu parti, bu parti” önemli değil: Sivil siyasetin, AYM’ye haddini bildirmesi gerekir.

Çünkü AYM, Anayasa’nın kendisine vermediği bir yetkiyi kullanıyor; hem de o Anayasa’yı yapan Meclis’e karşı! Meclis’teki partilerin başkanları bir araya gelip “Senin verdiğin karara uymuyoruz, çünkü kendini Meclis’in üstüne koydun” deseler...

Görün bakın AYM nasıl çark ediyor.

Emre Aköz, Sabah, 9 Temmuz 2010

10.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.