05 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Şu beş şey îmandandır. Kimde bunlardan birşey bulunmazsa, kâmil îmana sahip değildir: 1) Allah'ın emrine teslim olmak, 2) Allah'ın takdirine rızâ göstermek, 3) İşinin sonunu Allah'a havale etmek, 4) Allah'a güvenmek, 5) Musîbetin ilk anlarında sabır göstermek.

Câmiü's-Sağîr, No: 2068.

05.08.2010


Bu vatan, Risâle-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtır

Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risâle-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar... Onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Her vakit ihtiyat iyidir. Zaten Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh de kerametkârane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi, Şark tarafında yeni bir hâdise: Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında türbedâr-ı Nebevî tarafından Vasiyetname-i Peygamberî (asm) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Selâhaddin’i bir derece ihtiyata sevk edip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risâle-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay, Ankara’ya bir vazifeyle gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Selâhaddin kalktıktan sonra, dedim ki:

Risâle-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risâle-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

Evvelâ: Kur’ân bizi siyasetten men etmiş, tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musîbet gelse, o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.

Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risâle-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet.

İkincisi: Hürmet.

Üçüncüsü: Emniyet.

Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir.

İşte Risâle-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risâle-i Nur’a ilişenler kat’iyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır.

Kastamonu Lâhikası, s. 186, (yeni tanzim, s.

345)

LÜGATÇE:

hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiye: Siyasî ve sosyal hayat.

anarşi: Terör, hiçbir kural tanımama, düzen bozuculuk.

halâs: Kurtulma, kurtuluş.

ihtiyat: Tedbirlilik, sakınma.

tevakkuf: Durma.

tevehhüm: Vehmetme, kuruntu.

husul: Meydana gelme.

meşkûk: Şekli, şüpheli.

eşedd-i ihtiyaç: Şiddetli ihtiyaç.

adavet: Düşmanlık.

05.08.2010


Ey ensemdeki azılı düşman!

Ey her ânının ölümüyle lezzetindeki elemi tattığı halde hâlâ denî olana hırsla sarılan nefsim! Geleceğin geçmiş olsa da, yaptıkların mazi olmaz. Hep hafâ toprağında durmaz. Bilmez misin ki kara toprak altında gizli kalan kusurların gün yüzüne çıkacak. Bilmez misin ki canının arzusunu Cânân’ın rızası yaptığında huzur bulacaksın. Sen canı boğazına gelenleri de gördün. Onların etrafındakiler nasıl da çaresizdi. Korkmaz mısın canların çekildiği, hesabın başladığı o şedid günden?

Neyi bekliyorsun ensemdeki azılı düşman? Senin gâlip, benim mağlûp olmamı mı? Bir ömür boyunca süren aramızdaki bu çetin mücadelenin sonunda acaba sen mi yoksa ben mi kârlı çıkacağız? Her an ensemdesin, her an tetikte, uykuya dalmamı bekliyorsun! Derin bir gaflet uykusuna dalıp bir daha uyanmamamı istiyorsun!

Ey nefis! Dünyayı bana yakın, ukbâyı uzak göstermeye çalışırken, mühim bir hakikati gözardı ediyorsun. Üstelik çok mühim bir hakikati... Akıllara geldiğinde insanın dünya ile alâkasını kesip, dünya ötesini düşündüren keskin bir hakikat: Ölüm. Hayret ediyorum sana, nasıl da rahat yaşıyorsun! Kurtuluş beratını almış gibi gülüp oynuyorsun! Her şey bitmiş gibi nazlanıyorsun ey nefis! Sanki Cennetten müjde geldi, Cehennemden halâs oldun. Ölüm vakti gelinceye kadar hiçbir şey bitmiş değil. Henüz günahların için af fermanı yazılmadı.

Öyleyse ne diye kibirlisin? Neden başını secdeye koyup inlemezsin? Zaafiyetini, acziyetini derk edip O’nun huzurunda eğilmezsin? Henüz hiçbir şey bitmedi. Çilen tamamlanmadı. Sıkıntıların son bulmadı. Gevşeme.

Mânâdan yoksul ey nefis! Kâinatın kapıları hakikaten açık mı sence? Her şey gözümüze göründüğü gibi mi? Yoksa etrafındaki karsılaştığın hadiselere baktığında gördüğün sadece dıştaki tenteneli, kanaviçeli, süslü püslü tül perde mi? Her varlığın, her hadisenin bir iç, bir de dış yüzü; bir mülk, bir de melekût yönü yok mu? Aklı göze indirme, ten kafesinden geç, ukbayı fenaya tercih et! Çünkü gaflet hicap olur da, basîret peçelenirse, herşeyin rengi değişir. Nur-u Hak nihân olur, varlık yokluk zannedilir, dudakların mânâdan kupkuru kalır ey nefis! Ammâ gaflet perdesi kalkarsa, nur-u Hak ayân olur, her varlık imanın ve tevhidin birer delili olur.

Neye güveniyor, neye bel bağlıyorsun gafil nefis! Seni bu fenâ âleme bağlayan nedir? Geçerli bir sebebin varsa söyle, yoksa ilelebed sus. Abdullah b. Revaha’nın, içindeki azılı düşmana hitap ettiği gibi hitap ediyorum sana: “Eşini mi düşünüyorsun? O zaman bil ki ben onu boşadım. Artık onu düşünemezsin. Köleleri mi? Haberin olsun, ben onların hepsini âzâd ettim. Medine’de bulunan bağ ve hurmalıklara gelince, onların hepsini Resûl-i Ekrem’e hediye ettim. Söyle ey nefis! Diyeceğin başka bir şey kaldı mı?”

Diyeceğin başka bir şey kaldı mı ensemdeki azılı düşman? Başka ne ile beni kandıracaksın? Başka ne ile beni bu aldatıcı dünya oyununa inandıracaksın? Senle ben cephede savaşan askerler gibiyiz. Galip ve mağlûp belli olmadan bu mücadele bitmeyecek.

Unutma azılı düşman! Senin de sonun gelecek! Kıyamet kapında, geldi gelecek. Zira İsrafil (as), ağzında sur, gözü yüce makamda üfledi üfleyecek! Kâinat dağılmaya hazır patladı patlayacak! Sen de istesen de, istemesen de gafil nefis, işte o gün yıldızlar dürülecek, denizler yanacak, gök yarılacak, arz sarsılacak ve paramparça olacak. Sonra mahkeme kurulacak. İşte o gün hesap verme günü ey nefis! Bence iyi hazırlan, çünkü o gün senin için çok zor olabilir. Ah nefis, keşke gafletinin vahim âkıbetini bilseydin! Bilseydin yine böyle kahkahalarla, gırgır şamata ile geçirir miydin acaba koca bir ömrü? Bilseydin seni bekleyen o zor günü, yine böyle umursamaz davranabilir miydin?

Ey dünyaperest nefis?

Bütün bu gerçeklere sırtını dönüp, ukbayı hatırlamak istemiyor, adeta yok farz ediyorsun. Aslında öyle bir mugalâta içindesin ki, haline acıyorum. Ölüm mevzu bahis olduğunda “Herkes ölecek, herkes ne yapacaksa ben de onu yaparım” diyerek kendini kandırıyorsun. Uzun ince bir yoldasın, gidiyorsun nereye gittiğini bilmeden. Neden var olduğunu idrak etmeden, tâ başından sonu gözüken bir yolda gözü kapalı gidiyorsun. Derin meseleleri düşünmek istemiyor, beynini zorlamak istemiyorsun. Çünkü sen rahata, tembelliğe, uyuşukluğa alışmışsın, hep böyle devam etmesini diliyorsun.

İnsana fıtratına, özüne ve tabiatına zıt bir hayat tarzı aşılamaya çalışıyorsun. Fenâ ve zeval ile yoğrulan insanın mayasını değiştirmeye gücün mü var da, ölüme bile kafa tutuyorsun. Ne yaparsan yap, ebediyete müştak ruhlar senin bu gelip geçici oyununa itiraz edecek. Gayr-ı mahdut istidat ve emeller dile gelecek, senin önlerine sunduklarınla yetinmeyecek. Bazı baygın zihinleri uyutabilirsin, ama düşünen kafalara senin bu hilekâr oyunun tesir edemeyecek. Dipdiri, düşünen beyinler sana isyan edip, hodri meydan diyecek.

Ey ensemdeki azılı düşman! Bunları bil de, öyle söyle söyleyeceğini….

TUĞBA AKTAŞ

[email protected]

05.08.2010


Kıyametin tarihi ve Bediüzzaman

Birçok haber sitesinde, 29.07.2010 tarihinde, bütün insanlığı çok yakından ilgilendiren bir haber yayınlandı. Günlük siyasî çekişmelerden ne kadar bu haberle ilgilenebildik, bilmiyoruz. Ancak haber gerçekten de çok mühim:

Şöyle ki:

“Bilim insanları bütün dünyayı korkutan bir açıklama yaptı. Elde edilen bulgulara göre, yaklaşık 180 yıl sonra Dünya’ya bir asteroit çarpabilir. Eğer çarpma gerçekleşirse, gezegenimizdeki canlıların yok olma ihtimali yüksek.

“Bilim insanları, 1999 RQ36 adını verdikleri dev asteroitin 2182 yılında Dünya’ya çarpabileceği uyarısında bulundu. Yapılan hesaplamalara göre, Dünya’ya çarpma ihtimali 1000’de bir gösterilen meteor, 24 Eylül 2182 yılında atmosfere girecek.

“Gökbilimcilerin 1999 yılında keşfettiği dev asteroitin 550 metre çapında olduğu belirtildi. Bilim insanları, bu bir asteroitin Dünya’ya çarpması halinde büyük bir yıkım yaşanacağını ve tüm canlı türlerinin yok olma tehlikesiyle karşılaşabileceğini belirtti.

“Uzmanlar, insanlığı tehdit eden bir asteroitin çeşitli yöntemlerle durdurulabilmesi en az 100 yıl önceden harekete geçilmesi gerektiğine çekti. Geç kalınması ise, asteroitin önlenmesi için proje ve maliyet gerektirecek çalışmaların zamanında hayata geçirilememesine neden olabilir.” (29.07.2010 tarihli haber siteleri)

Bu habere göre 2182 yılında dünyamıza çarpacak bir gök cismi neticesinde dünyadaki hayat son bulabilir. İlim adamlarının yaptığı tesbit bu. Bu ihtimalin gerçekleşme oranı ise 1000’de bir olarak verilmiş. Oldukça yüksek bir ihtimal bu. Elbette ki ondan önce başka bir cisimle çarpışma olmaz ise. Zira Apophis adı verilen asteroitin 2036 yıllarında dünyamız ile çarpışma ihtimâli de var. Yani dünyamız için tehlike büyük. Nereden bakarsanız bakın, bütün bunlar da bir kıyametin habercisi gibi. Görünen o ki, Kıyamet Saati insanlığın ortak aklı tarafından hissedilmeye başlandı. Hani derler ya “Kurdun bahsini ediyorsan sopayı hazırla ki, kurt geliyor.” Onun gibi insanlık da kıyametin gelişini bir ölçüde görebiliyor artık. Sanki bütün dünyanın ve şu görünen âlemin ölümü olan kıyamet gayb âlemlerinden şahadet âlemlerine girdi gibi. Yağmur yağmaya yakın bazı işaretlerle yağmur yağacağı hissedildiği gibi, demek ki kıyamete yakın insanlar kıyametin geldiğini ‘kable’l-vukû’ olarak hissedecekler.

İşin ilginç tarafı bilim adamlarının yaptıkları açıklamaların, Bediüzzaman Hazretlerinin yorumu ile bir ölçüde örtüşmesi. Zira Bediüzzaman Hazretleri, yıllar öncesinde hem kıyametin yakın bir tarihini vermiş, hem de ‘nasıl meydana geleceğinin’ enteresan bir yorumunu yapmış.

İşte Şuâlar adlı eserinden bir bölüm:

“Amma Bir Dördüncü Mesele olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise:

“Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi.“ (Şuâlar, s. 39)

İfadeye göre kıyamet, bir çarpışma neticesinde olacak. Bu çarpışma ile dünyanın dengesi bozulacak ve güneş batıdan doğmaya başlayacak. Ardından ise; “Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.” (Sözler, s. 490)

Bediüzzaman Hazretleri ‘Kıyametin nasıl olacağı’ tarzındaki yorumundan sonra kıyametin yaklaşık tarihini de,—”Gerçek bilgi Allah katındadır”, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez” kayıtlarını da düşerek—Kur’ân ve hadis-i şeriflerin işârî mânâlarından çıkarmak sûretiyle ifade etmiştir:

“... makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder. Lâ ya’lemu’l-gaybe illâllah (Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez). Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan ta 42’ye, tâ 45’e kadar üç inkılâb-ı azimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmâlarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 26)

Burada geçen 1545 hicrî tarihi, 2121 milâdî yılları ve sonrasına tekabül eder. Bilim adamlarının tesbit ettikleri tarih de bu yılları gösteriyor. Elbette ki kıyamet tarihinde 30-40 yıllık farklılıklar çok da önemli farklar değildir. Zira mesele dünyanın ömrü ile ilgilidir.

Netice-i kelâm artık kıyamet yaklaşmıştır.

Bu sebeple herkes ahiret için ne hazırladı, onun hesabını yapmalıdır.

Halil AKGÜNLER

05.08.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.