12 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Enstitü

 

RUBÛBİYET

Rububiyet, sözlük mânâsı olarak, Cenâb-ı Hakkın bütün zaman ve mekânlarda her türlü varlığa muhtaç olduğu şeyleri vermesi, tedbir, terbiye, malikiyet ve besleyicilik keyfiyeti olarak tanımlanmaktadır.

Rububiyet hakikati, Cenâb-ı Hakkın Rab isminin cilvesinden kaynaklanır.1 Rab ismi ise, her bir parçası ayrı bir alem olan kainatta, bütün varlıkların terbiye edilmesini ve zerrelerden yıldızlara kadar bütün alemlerin mükemmel bir düzenle hareket ettirilmesini sağlar. Cenâb-ı Hak, herşeye bir kemal noktası belirlemiş ve o nihaî noktaya ulaşmak için o şeye bir meyil vermiştir. Bütün varlıklar da, o kemal noktalarını kazanmak için şevkle hareket etmektedirler. İşte, kâinatta zerrelerden galaksilere kadar her varlık taifesinin tek başına ve toplu olarak, hedefleri olan kemal noktaya olan hareketleri esnasında, Cenâb-ı Hakkın onlara yardım etmesi ve manileri def etmesi, onun terbiyesinden, Rab isminden kaynaklanmaktadır.2

Risâle-i Nur’da rububiyetin geçtiği yerleri incelediğimizde, dikkatimizi çeken şu olacaktır: Rububiyet kelimesi çoğunlukla saltanat kelimesiyle tamlama halinde kullanılmıştır.3 Demek ki, Rububiyetin Kur’ân’daki ve Risâle-i Nur’daki terimsel anlamını akla yaklaştıran mânâ saltanatın hakikatında saklıdır. Saltanat ne kadar iyi kavranırsa, Rububiyet gerçeği de bir o kadar iyi anlaşılacaktır.

Kur’ân-ı Kerim’de en derin meseleler, ilmi tahsili olmayan basit düşünceli insanlara bile benzetmeler ve örnek olaylar verilerek onların seviyelerine göre anlatıldığı gibi, bu Kur’ânî metod Risâle-i Nur’da en müşkülatlı meselelerin anlatılmasında kullanılmıştır. Bunlardan biri de Cenâb-ı Hakkın Rububiyetinin saltanat örneğiyle ve bir sultanın tahtında oturup hükümetinin işlerini yürütmesi hakikatiyle akla yaklaştırılmasıdır.4 Yani, bir padişah hükümetinin herbir dairesinde, adliye dairesinde hakim-i adil, mülkiye dairesinde sultan, ilmiye dairesinde halife ve askeriye dairesinde kumandan-ı azam gibi birçok farklı isimlere sahiptir. Kendisi tek olduğu halde, saltanatının ve hükümetinin bütün dairelerinde özel telefonuyla ve emirlerinden kaynaklanan kanunlarının uygulanmasıyla perde arkasında tasarruf ve idare eder.5 Eğer bu padişah abdal tabir edilen velilerden olsa, bütün makamlarda şahsıyla bulunabilir ve icraatını bizzat kendisi yapar. Bunun gibi, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Alemin, en küçük varlık tabakası olan zerreler aleminden, ta semavatın ve semavatın birinci tabakasından, ta Arş-ı Azama kadar birbiri üstündeki farklı alemlerde tasarruf eder ve geniş bir hakimiyete sahiptir.6

Cenâb-ı Hakkın rububiyetinin saltanatında yardımcıları yoktur. Bir padişah, aciz olduğu için hükümetinin dairelerinde, meselâ askeriye dairesinde paşalardan, binbaşılara, hatta çavuşlara kadar hakimiyetinde yardımcılara muhtaçtır.7 O memurlar, padişahın saltanatına ortak olmasalar da, icraatında bir nevî ortaklardır ve gerektiğinde herkesin padişahın huzuruna çıkmasına engel olurlar ve kendilerine müracaat edilmesini isterler. Fakat, Cenâb-ı Hakkın rububiyetinde, icraatında ve varlıkları yaratmasındaki tasarrufunda hiçbir ortağı ve yardımcısı yoktur.8 Bütün varlıklar ve her türlü sebepler, onun saltanatında birer perde mahiyetindeki memurlarıdır. Vazifeleri ise, o rububiyetin saltanat kanunlarına itaat etmek, kendi dilleriyle onun büyüklüğünü kainata ilan etmek ve zahiren çirkin görünen birtakım işlere perde olmaktır.9

Cenâb-ı Hakkın hakimiyeti rububiyet-i amme derecesindedir.10 Risâlelerde rububiyet teriminin tamlama olarak saltanattan sonra en fazla kullanıldığı kelime hakimiyettir.11 Demek ki, rububiyetin kâinatta tasarrufunu anlamaya çalışmak demek, onun saltanatını ve hakimiyetini anlamaktan geçer demektir.

Rububiyetin saltanatı ve hakimiyeti, kainattaki bütün olaylara, yani, Arş-ı Azamın büyük ve geniş dairesinin idaresinden, insanların kalplerinden geçen en gizli arzu, istek ve duâlarına kadar herşeyi işitmesi, bilmesi ve idare etmesi kadar çok geniş bir dairede hükümrandır.12 Bütün bu işleri idare ederken, hiçbir iş bir işe, hiç bir fiil diğer bir fiile engel olmaz, şaşırtmaz, yanlış yaptırmaz. Böyle bir rububiyete ise zerre miktar müdahalenin ve ortaklığın karışması mümkün değildir. Çünkü, yardıma muhtaç insanlar bile işlerinin düzen içerisinde yürümesi ve her hangi bir karışıklık çıkmaması için hakimiyetlerinde dışarıdan başka birisinin müdahalesini şiddetle reddederler. Bir mahallede iki muhtarın, bir ilçede iki kaymakamın ve bir ülkede iki başbakanın olmaması, olması durumunda en ufak meselenin bile sorunsuz halledilememesi, bunun en bariz delilleridir.

Allah’ın rububiyetindeki saltanatı ve hakimiyeti o kadar haşmetlidir ki, gökleri ve zemini, emrine itaatkar iki kışla ve iki düzenli ordu vaziyetine getirmiştir.13 Öyle bir ordu ki, rızıkları, silâhları, eğitimleri, terhisleri ve ihtiyaç duyduğu cihazları ayrı ayrı olduğu halde unutulmaksızın, en ufak bir karıştırılma olmadan, hatasız olarak verilmektedir.14 Sema kışlasının askerleri olan galaksiler, güneşler, aylar ve yıldızlar, korkunç büyüklükleri ve hayret verici hareketleriyle birlikte bir saniyecik, belki de bir aşire-i dakikalık bir zaman15 kadar bile vazifelerini aksatmıyorlar ve emre itaatsizlik etmiyorlar. Böyle bir tablo Rububiyetteki hakimiyetin ne kadar haşmetli olduğunu kör gözlere bile gösteriyor.16

Semanın dünyamıza en yakın tabakası olan atmosferde, bulutların şekillenmesi ve yağmurun yağdırılmasında da rububiyetin hayret verici saltanatını ve hakimiyetini ap açık bir şekilde görmek mümkün. Emre itaat ve düzenli hareket etme bakımından, yıldızlar ordusundan geri kalmayacak bir tarzda, bulutların gökyüzünde bir anda toplanmaları, istirahat için dağılmış bir ordunun bir boru sesiyle toplanmaları gibi bir vaziyet gösteriyor. Sanki, gök gürültüsünün sesi, “içtima için toplanınız” emrinin bir alemi oluyor.17

İkinci kışla olan yeryüzünde, özellikle de bahar mevsiminde, bitki ve hayvanların yüz binlerce türlerinde teşkil edilen ordu, rububiyetin saltanatı ve hakimiyetin ayrı bir veçhesini gösteriyor. Kış mevsiminde, bir kısmı istirahata çekilen, bir kısmı da terhis edilen yeryüzü ordusu, baharla birlikte yeniden yanlışsız, karıştırılmaksızın, sanatlı ve düzenli bir şekilde vücuda getiriliyor.18 Bu ordunun haşmeti ve büyüklüğü derecesinde Rububiyetin saltanatı ve hakimiyetinin de ne kadar büyük olduğu, daha rahat bir şekilde anlaşılıyor.

Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak, herşeyi emrine ve hükmüne boyun eğdirdiği gibi, bütün varlıkları birbirinin yardımına koşturmasıyla da rububiyetinin merhametini gösteriyor. Elementleri ve madenleri bitkilerin yardımına koşturuyor. Bulutları, havayı ve güneşi dehşetli büyüklükleriyle birlikte tam bir tevazu içerisinde canlılara hizmet ettiriyor. Bitkileri, kendi hayatlarını feda etmek pahasına hayvanların yardımına, hayvanları da insanların yardımına koşturuyor. Hatta, rububiyetin nihayetsiz şefkati, yeni doğmuş bütün bebeklere, ihtiyaçları olan gıdaları ihtiva eden sütü beklenmedik bir tarzda gönderiyor ve onun rahatı için gerekirse, hayatını feda ettirecek bir şefkati annesinin kalbine yerleştiriyor.

Kâinatı saray gibi yaratan Cenâb-ı Hak, herşeyi insanın yardımına koşturuyor. Öyle ki, güneşi aydınlatıcı bir lamba, yemeklerini pişirici ve evini ısıtıcı bir ocak özelliğinde yaratmış. Yeryüzünü, 23 derece, 27 dakikalık eğimiyle sarkaç gibi hareket ettirip beşik gibi sallayarak mevsimleri yaratmış ve insan için her türlü ihtiyacının içinde bulunduğu konforlu bir ev haline getirmiştir. Dağları her türlü değerli madenlerin içinde bulunduğu mahzenler ve sarsıntılardan koruyucu direkler mahiyetinde yaratmıştır. Bulutlara su arıtma cihazı gibi bir süzgeçlik ve grostonluk yükleri en uzak memleketlere ulaştırma kabiliyetindeki nakliye gemileri gibi özellikler vermiştir.19 Bütün bunların insanın menfaatine bakan tarafıyla zikredilmesi, Cenâb-ı Hakkın merhametinin büyüklüğünü hatırlatmak, rahmetinin genişliğini nazara vermek ve insana verilen değerin, kazandığı şerefin farkına varmasını ihtar etmektir.20

Niçin insana bu kadar ehemmiyet veriliyor? İnsana bu kadar ehemmiyet verilmesinin sebebi, rububiyetin saltanatına karşı tesbih, tazim ve şükür vazifesi gibi çok önemli üç vazifeyi yapabilecek, geniş ve sınır konulmayan istidatlara sahip bir muhatap olmasındandır. Yani, rububiyetin kusursuzluğu ve noksansız icraatı, insanın kendi kusurunu görerek bağışlanmasını istemesini ve Rabbinin de bütün kusurlardan yüce, kainatın bütün noksanlıklarından uzak olduğunu “Sübhanellah” kelimesiyle ilân ettirmek ister. Rububiyetin sınırsız kudreti, insanın sınırsız zayıflığını ve acizliğini hissedip, kendisini terbiye ve herşeyi kendisine itaat ettiren Zatın yarattığı eserlere karşı hayret etmesini, şaşkınlık geçirmesini ve “Allahüekber” diyerek Onun büyüklüğünü ilan edip, yalnız Ona iltica ve tevekkül etmesini ister. Rububiyetin tükenmeyen rahmet hazinelerinin varlığı ise, insanın kendi ihtiyacıyla birlikte, bütün canlıları besleyip, büyüten Rabbinin ihsanlarını ve nimetlerini düşünerek “Elhamdülillah” deyip şükür vazifesini yapmasını gerektirir.21

Şimdiye kadar geçen hakikatlerden şu anlaşılıyor, birbirine mukabil iki makam var. Birincisi, muhteşem bir saltanatla hükmeden Rububiyet makamının dairesi, diğeri de saltanatın kanunlarına ve amaçlarına uygun hareket etmekle büyük bir şeref kazanan ubudiyet makamının dairesidir. Rububiyetin dairesi, saltanatının en önemli gayeleri ve maksatları olan, kendi gizli güzelliğini ve mükemmelliğini göstermek ve kıymetli sanatlarını sergilemesiyle hünerlerini izhar etmek için kainatı bir fuar merkezi gibi düzenlemiştir. Ona karşılık ubudiyet dairesinde olan şuur ve akıl sahibi varlıklar ise, o gizli güzelliği ve mükemmel sanatı görerek, Sanatkarına sevgi beslemek, nimetlerinden istifade etmekle teşekkür etmek gibi vazifeleri yerine getirmekle, tamamıyla birinci daire olan Rububiyet hesabına çalışmaları gerektiğidir.22

Madem kainatta zerre miktar, Cenâb-ı Hakkın saltanat ve hakimiyetinden hariç bir nokta yoktur. İnsan ise, akıl, kalb ve birçok hassas duygularıyla rububiyet dairesinin en önemli muhatabı olma özelliğini kazanmıştır. Öyle ise, bütün varlıkların halleriyle ve dilleriyle istedikleri bütün duâalarını kabul etmesiyle ve cevap vermesiyle onların dillerini bildiğini gösteren Cenâb-ı Hakkın şuurlu bir kısım varlıklarla konuşması ve onların konuşmalarına müdahale etmesi rububiyetinin gereğidir. Onun en mükemmel bir tarzda konuşması ise, Âlemlerin Rabbi olma sıfatıyla hitap ettiği Kur’ân-ı Kerim’idir. Kur’ân’ın iki temel gayesi vardır. Birincisi, rububiyetin kâinattaki işleyişinden ve mükemmelliğinden bahsetmek, ikincisi de insanın kulluk vazifesini nasıl yerine getireceğini tarif etmektir.23

İnsana, bütün kainat hizmet ettirilmesiyle terbiye edildiği gibi, Kur’ân vasıtasıyla ona hidayetin verilmesi de rububiyetin neticesidir.24 Hatta, insanın başına gelen hastalıklar ve musîbetler, insanın menfi bir şekilde terbiye edilmesi demektir.25 Eğer insan, rububiyetin haşmetli saltanatına karşı iman ve ubudiyetle mukabele etse, daimi olarak, O Sultanın büyüklüğüne lâyık bir tarzda mükafat alacağını, küfür ile Rabbine isyan etse ve saltanatını tanımazsa ebedi bir cezayı hak edeceğini, O Rabbü’l-Âlemin Kelâm-ı Ezelisinde tekrar tekrar vadetmiştir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 63.

2- İşaratü’l-İ’caz, s. 24.

3- Sözler, s. 45, 63, 65, 73, 76, 77, 95, 96,114, 162, 165, 166, 182, 216, 264, 297, 321, 354, 384, 465, 473, 518, 520, 522, 528, 547, 548, 553; Mektubat, s. 15, 196, 231, 380, 391; Lem’alar, s. 60, 95, 188, 191, 311, 317, 355, 362; Şuâlar, s. 14, 25, 34,43, 49, 56, 169, 170, 192, 194, 195, 214, 216, 236, 547; Mesnevî-i Nuriye, s. 12, 24, 36, 38, 40, 41, 174. 187; İşaratü’l-İ’caz, s. 16.

4- Sözler, s. 354.

5- Sözler, s. 300.

6- Sözler, s. 519.

7- Sözler, s. 182.

8- Mektubat, s. 219.

9- Sözler, s. 264.

10- Şuâlar, s. 23.

11- Lem’alar, s. 191, 307, 314, 318, 355; Şuâlar, s. 23, 140, 156, 214; Mesnevî-i Nuriye, s. 36.

12- Lem’alar, s. 361.

13- Mektubat, s. 380.

14- Şuâalar, s. 156.

15- (1/609)=9,9x10-17=0,000000000000000099 sn (virgülden sonra 16 sıfır)

16- Sözler, s. 552.

17- Sözler, s. 388.

18- Lem’alar, s. 255.

19- Mektubat, s. 229.

20- Sözler, s. 341.

21- Sözler, s. 42.

22- Sözler, s. 210.

23- Sözler, s. 240.

24- İşaratü’l-İ’câz, s. 63.

25- Lem’alar, s. 217.

12.11.2010


 

“O emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulab

Risâle-i Nur’un Kader Risâlesi olan 26. Söz’ün İkinci Mebhas’ında kader ile cüz-i ihtiyari yedi basamak halinde tevfik edilir, bağdaştırılır.

Birincisince Allah’ın Âdil-i Hakîm ismi zikredilerek, eğer O sonsuz adalet sahibi ve her işi hikmetli ise, biz bilmesek bile cüz’i ihtiyariyi kaderle bağdaştırmış olduğuna dikkat çekilir. Onun işlerinde en küçük adaletsizlik ve hikmetsizlik olmadığı için imtihan sırrını anlamlı ve âdil bir şekilde sürdürecek şartları hazırlamış olmalıdır.

İkinci basamakta vicdana müracaat edilir ve ölçü olarak kabul edilir. Her şeyin insanın ilmine bağlı olmadığı ve insan tarafından varlığı bilindiği halde mahiyeti bilinmeyen çok şeyler olduğu hatırlatılır. Cüz’i ihtiyari de o listeye eklenir.

Üçüncüsünde ise kaderin cüz’i ihtiyarı teyid ettiği, güçlendirdiğine vurgu yapılır. Çünkü kader, insanın cüz’i ihtiyarıyla yaptığı tercihlerini Cenâb-ı Hakk’ın bilmesi olarak tarif edilmektedir.

Dördüncü basamaktaysa, kaderin ezeli bir bilgi olduğu ve ezeliyetin ise bütün zamanları kuşattığı örnek verilerek açıklanır. Cenâb-ı Hakk’ın ezeli ilmi açısından geçmiş, şimdi ve gelecek zamanların aynı olması hakikatine dikkat çekilir. Cenâb-ı Hak şimdiki zamanı bütün detaylarıyla bildiği gibi, ona göre aynı yakınlıkta olan gelecek zamanı da şimdiki zaman gibi biliyor oluşu hakikati öne çıkarılır.

Beşincisinde kaderde sebep ile sonuçların beraber bulunduğu noktasına dikkat çekilir. Dolayısıyla sebep ya da sonuçtan biri yok sayıldığında ne olacağının bilinemeyeceği anlatılır. Bu çerçevede Mutezile ve Cebriye düşünceleri mihenge vurulur. Yanıldıkları noktalar gösterilir.

Altıncısı ve basamakların en derini olan kısımda ise, cüz’i ihtiyarinin varlık mertebesi sorgulanır. Bu konuyla ilgili iki hak itikadi mezhep olan Eşari ve Maturidi düşüncelerinin ince bakış açılarına dikkatler çekilir. Cüz’i ihtiyarın hür olması ve herhangi bir baskıya maruz kalmaması hakikati bu basamakta tahlil edilir.

Son basamak olan yedinci basamaktaysa, cüz’i ihtiyarın her ne kadar çok zayıf bir varlığı olsa da Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesine bir şart kılındığı ve bu sebeple sorumluluk yüklendiği, örnek de verilerek akla yakınlaştırılır.

“Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücûb ortaya girip, ihtiyarı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibarînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir” ifadesi en ince hakikatleri barındıran ve Üstad’ın “gayet müdakkik âlimlere mahsustur” dipnotuna eklemesine yol açan Altıncı Basamak’ta geçen cümlelerdir.

Altıncı Basamakta Eş’arî ve Maturidi inancının, Kur’ân’ın dört ana gayesinden ikisi olan tevhid ile ubudiyet ve adalet hakikatlerine ne kadar uyumlu bir yorum olduğu dikkati çeker. Tevhid hakikati gereği Cenâb-ı Hak-–melekler de dâhil olmak üzere—hiçbir varlığa yaratma ve hakikî tesir etme açısından bir yetki vermemiştir. Her şeyi yaratan, idare ve kontrol eden O’dur. Bu açıdan cüz’i ihtiyari’nin de-–Mutezile’nin yanlış bir şekilde iddia ettiği gibi—yaratılış noktasında herhangi bir ortaklığı söz konusu değildir. Fakat diğer taraftan insan yeryüzüne imtihan için gönderilmiştir. Üzerine büyük bir emanet yüklenen insan aynı oranda büyük bir sorumluluk da taşımaktadır. Bunun için ise gerçek anlamda bir özgürlüğe, cüz’i ihtiyara ihtiyacı vardır. Ubudiyet ve adalet hakikati cüz’i ihtiyarın herhangi bir baskıya, zorlamaya ve kısıtlamaya maruz kalmamasını gerektirmektedir. İşte bu hassas kesişim noktasında cüz’i ihtiyarın mahiyeti ve işlevi tanımlanır, Altıncı basamakta.

Hem Maturidi mezhebi hem de Eş’ari mezheri insanı hür kılan şeyin varlığını “emr-i itibari” olarak kabul eder. Maturidi mezhebi insandaki meyillerin “emr-i itibari” olduğunu kabul ettiği için insana meyilleri verir. Eş’ari mezhebi ise meyilleri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını düşünür, bu nedenle “emr-i itibari” olan meyillerdeki tasarrufu insana verir. Yani insanı hür kılan bu özelliğin harici bir vücudu olmadığını noktasında her iki itikadi mezhep de mutabıktırlar. İster meyiller olsun, ister meyillerdeki tasarruf olsun, sonuçta insan harici vücudu olmayan, yani emr-i itibari olan bir cüz’i ihtiyara sahiptir.

Emr-i itibarinin hakiki bir vücudu yoktur. Bu sebeple yaratılışı mecburî kılan “illet-i tâmme” olamaz, emr-i itibari. Dolayısıyla yaratılış için Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesine ihtiyaç vardır. Bu sır gereği insanın meylettiği, istediği birçok fiil gerçekleşmez. Eğer, cüz’i ihtiyarın özü olan meyil ya da meyillerdeki tasarrufun hakiki vücudu olsaydı, insan meylettiği anda yaratılış için en son belirleyici sebep olacaktı ve o şeyin yaratılışı anında gerçekleşecekti. Bu ise insanın hürriyetini kısıtlayacaktı. Çünkü meyillerinden vazgeçme durumu söz konusu olmayacaktı. Çünkü herhangi bir günaha meyli esnasında, Kur’ân’ın “şu şerdir, yapma” ikazının onun için anlamı kalmayacaktı. Ve günaha meyil, harici varlığı gerekli kılan illet-i tâmme hükmüne geçtiği için ister istemez meyledilen işin yaratılmasını netice verecekti.

Üstad Hazretleri Yirmi Altıncı Söz’ün Altıncısı’nda anlatılan bu hakikatlere İşaratü’l-İ’câz isimli eserinde şöyle bir açılım daha getirmiştir: “Eğer Maturidilerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibari olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarinin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vâki olmaz. Hülâsa; adetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bilmasdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Madum da değildir ki, hasıl-ı bilmasdar gibi mevcut olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.” (İşaratü’l-İ’caz, s. 75)

“Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücûb ortaya girip, ihtiyarı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibarînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir.” cümlelerinde yer alan rüçhaniyet meselesiyle ilgili ise şunlar söylenebilir. Emr-i itibari olan meyiller ya da meyillerdeki tasarruf mevcudattan değillerdir, gerçekte harici bir vücutları yoktur. Bu sebeple bir Müessire, yani Cenâb-ı Hakk’ın icadıyla vücud vermesine ihtiyaçları yoktur. Bununla birlikte tamamıyla madum da değillerdir, itibari ve nisbi de olsa hakikatleri vardır. Bu nedenle emr-i itibari olan cüz’i ihtiyarın illeti insanın kendisinden kaynaklanan ve vicdani olarak bilinen bir şeydir. Cüz’i ihtiyarının “rüçhaniyet”ini ise o kişinin inancı, duâsı, vs. etkileyebilir.

Misâl vermek gerekirse, televizyonda maç yada dizi seyretmeyi tiryakilik derecesinde seven iki kişi düşünelim. Televizyonda maç yada dizi başladığında her ikisinde şiddetli bir seyretme meyli uyanır. Eğer onların bu meyillerini ve arzularını bastıran başka bir şey olmazsa dakikalarca, dikkatli bir şekilde televizyona kilitlenilirler. İki kişiden biri yeni anne olmuş birisi olsun. Televizyona kilitlendiği anda çocuk odasından gelen bir ağlama sesi onda güçlü başka bir meyil uyandıracaktır. Her iki meyil arasında tercih yapmak anneye kalmıştır. Fakat büyük bir ihtimalle anneyi çocuğa meylettiren illet daha ağır basacaktır. İkinci kişi ise, namazını geciktiren bir baba olsun. Namazını kılmadığını hatırladığı an televizyon seyrederek namazını biraz daha geciktirme meyli ile hemen namazını kılma meyli arasında kalacaktır. Bu kritik anda hangisinin sebebi, illeti ağır basarsa kişi o davranışta bulunacaktır. Ya nefis ve şeytana mağlup olarak birinci davranışı, ya da onlara galip gelerek ikinci davranışı sergileyecektir.

12.11.2010


 

İbrahim Fakazlı (1912-2003)

Risâle-i Nur’da “Küçük İbrahim” diye de adı geçen İbrahim Fakazlı, 1912 tarihinde İnebolu’da dünyaya gelmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’yi ilk defa 1940’da, Kastamonu’da, zorunlu ikamete tabi tutulduğu karakolun karşısındaki evinde ziyaret etmiş ve Risâle-i Nur’u yazmaya, okumaya başlamıştır. İbrahim Fakazlı 1943 Denizli, 1948 Afyon mahkemelerinde yargılanmış ve Bediüzzaman’la beraber hapis yatmıştır. Uzun bir hastalık döneminden sonra 2 Kasım 2003’te İnebolu’da vefat etmiştir.

İbrahim Fakazlı’nın Üstad Hazretlerini ilk ziyaretini kendi ağzından dinleyelim:

“(Askerden) terhis olduktan sonra İnebolu’da Ahmed Nazif merhumun vermiş olduğu Onuncu Söz’ü yazarak Gülcü Hüseyin Efendi ile beraber Kastamonu’ya Üstadımızın ziyaretine gittik. Çaycı Emin Efendi bizi Hz. Üstadın evine götürdü. Fakat eve varmadan evi ve kapısını uzaktan göstererek kendisi geriye döndü.

“Sağı solu iyice kontrolden geçirdik. Çünkü evin tam karşısında polis karakolu bulunuyordu. Kapıya yaklaştık, dışarı sarkan ipi çektik ve kapı açıldı. Ev eski bir yapıydı, yukarıya tahta merdivenle çıkılıyordu. Yukarı çıktık, birkaç adım atarak bir odanın kapısına geldik. Kapı açıktı. Gülcü Hüseyin Usta önden girdi, ben de arkadan girdim. Üstad Hazretleri bizi görür görmez, birkaç tahtadan yapılmış ve üzerine ince bir şilte gibi basit bir yatak konmuş olan divanın üzerinde bir yay gibi fırlayarak ayağa kalktı. Hüseyin Efendinin, Üstadın ellerini ve ayaklarını öptüğünü fark etmedim. Zira ben Üstadımızı görür görmez, askerde gördüğüm rüya gözümün önüne geldi. Rüyada Peygamber Efendimizi (asm) aynı sarık, aynı kıyafet ve aynı endam ve nuraniyet içinde görmüştüm. Bunun için şaşkın ve perişan bir halde ağlayarak Üstadın mübarek ayaklarına kapanmışım. ‘Ancak gelebildim’ diyemiyordum. Mübarek elleriyle başımı kaldırdı ve bizi karşısına, yerdeki bir mindere oturttu. Rahmetli Mehmet Feyzi Efendi de bir dizini dikmiş bir risâleyi tebyiz ediyormuş. Bize hitaben kapının her zaman ipi içeride çekili olduğu halde, bir tevafuk olarak o anda ipi dışarıya bıraktığını, bizim gelmemizin de bir tevafuk eseri olduğunu, Risâle-i Nur’un imanları kurtaran bir nur olduğunu ve Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsinin on iki tarikatın temsilcisi olduğunu anlattı.”

Fakazlı, Üstad Hazretleri Kastamonu’da iken İnebolu’dan her fırsat bulduğunda ziyarete giderdi. Geceleri gazyağıyla aydınlatılan odalarda gizlice ders yaparlar ve Risâlelerin çoğaltılmasıyla meşgul olurlar. Bir gece yine ders esnasında jandarmalar baskın yapar ve 4-5 nüsha Risâle ele geçirirler. İbrahim Fakazlı’yı kendi dükkânına götürürler ve orada da birkaç Risâle bulurlar. Bu olaydan sonra İnebolu cezaevinde tevkif edilir. Orada birkaç ay kalır ve sonra İstanbul üzerinden vapurla İzmir’e ve oradan da Denizli’ye götürülerek 1943’te Denizli hapsine dahil edilir.

İbrahim Fakazlı bu süreci şöyle anlatıyor: “Vapurla İzmir’e vardık. Bir gece otelde yine serbest yattık. Bir gün sonra trenle Denizli’ye gittik. Orada savcılık kanalıyla Denizli Hapishanesine vardık. Hapishane kapısında jandarma ve gardiyanlar bizi tekrar sıkı bir aramadan geçirdiler. Koridor kapısından birer birer içeriye yürümemizi söylediler. Benim önümde giden bir kardeş sağ tarafta biraz bekledi. Ben de arkasındaydım. Demir parmaklıklı bir kapı gözüme ilişti. Etraf zifiri karanlık, bir de ne göreyim; Üstad. Hemen demirlerin arasından mübarek ellerine sarıldım ve öpmeye koyuldum: ‘İbrahim, kardeşim korkma! Hiç merak etme, korkma!’ diye teselli ediyordu.”

Denizli Mahkemesinden beraat ettikten sonra Üstad’ın isteği üzerine memleketine geri döner. Hizmetlere ara vermeden devam eder. Bir kaç sene sonra Afyon hadisesi meydana gelir ve Üstad ile birlikte birçok Nur Talebesi tutuklanır. İbrahim Fakazlı haberi alır almaz Afyon hapishanesine teselli mektupları göndermeye başlar. Üstadın ve diğer kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Afyon Hapishanesine de gider ve orada kimliği tesbit edilince 17 Ağustos 1948 tarihinde mahkeme heyeti gizli bir celse ile İbrahim Fakazlı’yı tevkif etme kararını İnebolu’ya gönderir.

10 Eylül 1948’de başlayan Afyon Hapis hayatı 9 Mart 1949’da sona erer. Hayatının geri kalan kısmını da Risâle-i Nur hizmetine vakfeder. Hayatının asıl amacını Risâle-i Nur’un hizmeti olarak gören bu fedakâr insan, Lâhikalarda da Üstad’ın övgüsüne mazhar olmuştur:

“Küçük İbrahim, Nazif’e ikinci bir Selahaddin hükmüne geçip çoluk çocuğuyla, kardeşiyle ve refikasıyla Nur’a ve makineye pek ciddî çalışması, (…) sebatkârâne, sarsılmadan Nur hizmetinde terakkî etmeleri bizleri çok mesrur ettikleri gibi, bu memleketi de ileride çok minnettar edecekler. Mâşâallah, İnebolu, küçük bir Isparta ve tam bir medrese-i Nuriye olduğunu ispat ettiler.’’ (Emirdağ Lâhikası, s. 163-164)

İbrahim Fakazlı’nın Üstad Hazretleriyle beraber kaldığı Afyon hapsinde de ağır ceza mahkemesine karşı müdafaası Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Şuâlar kitabında yer almıştır. O müdafaadan kısa bir bölüm:

“Sayın hâkimler! (...) benim de aklım şimdikinden yüz defa fazla olsa, Risâle-i Nur’un ve onun çok muhterem müellifinin bende bıraktığı manevî intiba ile bütün mevcudiyetimle bu geçici ve tükenici siyasî lezzet ve maceradan kaçıp âhirete iman ve Cehennemden kurtulmak yolunda sarf ederim. (...) Risâle-i Nur’dan aldığımız fikirle, bu nurlu varlıkları hiçbir suretle dünyevî ve maddî kıymetlere değişmeyiz. Bu bizde bir iman halinde ölünceye kadar yaşayacaktır.’’ (Şuâlar, s. 496)

12.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Bütün haberler

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.