Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

CHP-MHP tezgâhı



Gelecek yıl 4 Kasım’da yapılması öngörülen genel seçimden, AKP’yi uzaklaştırıp yerine ulusalcı bir koalisyon çıkarma hesaplarının yapıldığını daha önce yazmıştık.

Ama bunlar şimdilik derin mahfillerle irtibatlı kulis dedikoduları olarak dile getiriliyordu; henüz “ete kemiğe bürünmemişti.”

Ancak o aşamaya da ağır ağır geçilmekte olduğunun alâmetleri gözükmeye başladı.

Geçtiğimiz günlerde Washington Times gazetesinin, bugün seçim olsa AKP’nin yüzde 25 oy alarak çoğunluğu kaybedeceğini, CHP ve MHP’nin yüzde 20’şer oyla Mecliste temsil edileceğini öne süren haberi gibi.

Haberde dört partiden oluşan bir parlamento ihtimali kısaca geçiştirilirken, özellikle CHP ve MHP’nin öne çıkarılması dikkat çekici.

Yeni bir seçimden koalisyon çıkacağına kesin gözüyle bakan gazetenin, AKP ile CHP-MHP ikilisini “Amerikan karşıtlığı” açısından kıyaslarken yaptığı değerlendirme de ilginç:

“CHP ve MHP güçlü ve yaygın Amerikan karşıtı hissiyatını yansıtmakla birlikte, ikisinin ABD karşıtlığı, Mr. Erdoğan’ın iktidardaki partisine göre daha az şiddetlidir.” (Yeni Asya, 17.10.06)

Yani CHP-MHP koalisyonu Amerika için daha “ehven” ve “tercih edilir” bulunuyor.

Görünen o ki, AKP’yi defterden sildikleri çoktandır konuşulan neoconlar, alternatif noktasında da bir hayli mesafe kat etmişler.

Öngördükleri yeni siyasî iktidar yapısında AKP’ye de, DYP’ye de yer yok. Ağar’ın, öngördükleri yapıya meydan okuyan çıkışları üzerine DYP’yi tamamen “çizmiş” olmalılar.

Milliyet gazetesinin Washington temsilcisi Yasemin Çongar’ın “Bush yönetimi ile dirsek temasındaki bir ekip, 28 Şubatvari bir sürecin şakşakçılığına çoktan soyundu” gözlemi (16.10.06) ve neocon çeteden Michael Rubin’in aynı günkü Radikal’de çıkan yazısında, irtica tartışmalarını “kakofoni” olarak niteleyen ABD Büyükelçisi Ross Wilson’a “Türkiye’nin iç işlerine karıştı, istifa etsin” diye yüklenmesi de bu bağlamda birbiriyle bağlantılı işaretler gibi görünüyor.

Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın, Ekim sonlarında yapacağı belirtilen ABD ziyaretinde, teamüllerin dışına çıkan bir uygulama ile, Başkan Yardımcısı Cheney tarafından kabul edileceğine dair haberler de.

Mâlûm, Bush’un en yakınındaki isim olarak Cheney neocon çetenin de önde geleni.

Bu işaretlerden çıkacak neticeyi, “AKP’yi devirmek için kollarını sıvayan neoconlar, bundan on yıl önce RP’ye yapıldığı gibi yine irtica üzerinden çalışarak, 28 Şubat’ın farklı bir versiyonunu başlatmak istiyorlar” şeklinde özetlemek herhalde yanlış olmaz.

Refahyol çökertildikten sonra yapılan ilk seçimde kendi elimizle Anasol-M kâbusunu başımıza musallat ettiğimizi unutmayalım.

Ve 2007 seçiminde de aynı hatayı tekrarlayıp CHP-MHP koalisyonuna yol açarak çok daha büyük belâları davet etmeyelim.

Ağar’ın DYP’yi alternatif haline getirebilecek çıkışlarının bu oyunu bozması yönüyle de önemli olduğunu gözden kaçırmayalım.

20.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gizli kameramanlar



Sıradan bir insan sorumsuzca hareket etse pek umurunda olmaz. Ama toplumda belli bir konuma gelmiş, yüksek bir mevki ve makam sahibi olan insanlar sorumsuzca davranamaz, kontrol altında olduklarını düşünerek adımlarını dikkatle atar, aleyhlerine olabilecek söz ve davranışlardan uzak kalırlar.

İnsanın arkasında gizli bir polis olsa ve sürekli takip edildiğini, gizli kameralarla söz ve davranışlarının kayıt altına alındığını bilse kolay kolay suç işleyemez.

Peki, her an Kirâmen Kâtibin isimli iki meleğin sağ ve solunda yer alıp gizli birer polis gibi söylediği sözleri, yaptığı hareketleri kaydettiğini ve bütün bunların muhasebesi yapılacağını bilen insan nasıl suç işler?

Zerreden kürelere kadar herşey emrine verilen, en güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatılan, yeryüzünün halifesi yapılan insanın elbette diğer varlıklardan ayrı bir konumda olması kadar tabiî birşey olamaz.

İyilikleri boşa gitmeyecek, kötülükleri de yanına kâr kalmayacaktır. Mükâfat ve ceza mahalli olan Cennet ve Cehennem kendisi için yaratılan insan nasıl başıboş, sorgusuz-sualsiz ve sorumsuz olabilir?

Hiç mümkün müdür ki dağların, göklerin taşımaktan çekindiği büyük emaneti, sorumluluğu cesaretle yüklenen insanoğlunun iğneden ipliğe bütün yaptıkları kaydedilmesin? Kur’ân’da, “İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek olmasın,”1 “İnsanın önünde ve arkasında, Allah’ın emriyle onu koruyan ve yaptıklarını kaydeden melekler vardır”2 buyuruluyor.

Misyonu, görevi büyük olan insanın, Hafaza adında tabir yerindeyse gizli koruma polisleri, Kirâmen Kâtibin adında da yazıcı, kaydedici gizli kameramanları vardır.

Bütün bu kayıtlar sorgulama; mükâfat ve cezalandırma içindir. Kur’ân buna da şu âyetleriyle dikkat çeker: “Kim mü’min olduğu halde güzel işler yaparsa, emeği boşa gitmez. Biz onun her işini kaydediciyiz. Helâk ettiğimiz bir belde ahâlisinin de hesap vermek için huzurumuza dönmemesi mümkün değildir.”3

Bu gerçeğe Onuncu Söz’de bir temsille şöyle dikkat çekilir: “Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî her şeyi kemâl-i intizam ve mîzan içinde muhâfaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet, insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emânet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin Rubûbiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhâfaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, aslâ!”4

Dipnotlar:

1. Kaf Sûresi: 18.

2. Ra’d Sûresi: 11.

3. Enbiyâ Sûresi: 94-95.

4. Sözler, s. 75-76.

20.10.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Dâvetlere icabet



Mübarak Ramazan ayını, aziz milletimiz ve İslâm dünyası bütün şaşaasıyla, neşesiyle ve türlü türlü faaliyetleriyle kutlamakta ve deruhte etmektedir. Elbette iftar dâvetleri birinci sırada yer almıştır. Yazılı ve görsel basında da yer aldığı gibi, STK’lar, vakıflar, siyasi partiler, spor kulüpleri, ticaret dünyası, belediyeler başta olmak üzere inanan bütün insanlar iftarda çeşitli yerlerde bir araya gelmenin hazzını ve lezzetini yaşadılar, hayırda bulundular.

Hatta hatalarından özür dilemeyen Papa ve Fransa Meclisinin aldığı Ermeni kararı dahi bu Ramazan ve iftarın manevî havasında yıkıldı ve yıkılmaya mahkûm kılındı. Konya Yeni Asya Vakfı’ndaki iftar sonrası 45 dakikalık “Kur’ân’ın İçtimâî Hayata Bakan Âyetleri ve Batı Dünyasının Âlimleri” başlıklı sohbetimde de “Eğer Hz. İsa (as) hayatta olsa evvelâ şimdiki Papa’yı görevinden azleder, Fransa parlamentosunun kararını protesto eder ve Danimarka Başbakanına özür diletirdi” dedim. Çünkü bunlar yaptıkları hareketlerle, Hz. İsa’ya (as) ters düşmektedirler. Gerçek İsevî ruhaniler ise, tamir etmeye çalışıyorlar...

Elbette 73 milyonluk Türkiye’de 146 milyon göz var. Her bir gözün bakışı farklı ve yaşantısı da farklı. Çünkü Hz. Bediüzzaman’ın üzerinde ısrarla durduğu “Çocuklar, gençler, ihtiyarlar ve aile hayatı” var. Bu dört unsurun iftardaki durumu ve bakış açısı yine çok farklı. Düşünüyorum acaba bu görkemli iftarlarda bunlara riâyet ediliyor mu? Bazı yerlerde gördüm, dünyanın bu dört istinad duvarı bir arada iftar açma zemini ortaya çıkarılmıştır. Çünkü tek kişinin yaşaması ayrı, toplumun bir arada yaşaması ayrı...

Can dostlarımız, bu mübarek Ramazan ayında da bizi boş bırakmadılar, iftar adı altında dâvet ettiler. Elbette “Dâvete icabet sünnettir” hakikatının inancı içinde kimden dâvet gelse yıllardır hep koştum ve gittim. Oruçlu ağızla yolların ayrı bir zevki ve neşesi var. Bir tespitimi paylaşmak isterim. Şehirler arası otobüsler, âdetten arabaların içinde servis yaptılar. Fakat hiçbir yolcu içecek ikramını kabul etmedi. Hz. Allah’a şükürler ettim. Nereden nereye geldik? 2006 Türkiye’sinde yine geçen yıla nispeten oruç tutma nispetinde rekor kırıldı. Adeta herkes oruçlu. Sağcısı solcusu, açığı kapalısı...

Ürgüp’te, Nevşehir’de, Kayseri’de, Konya’da, Eskişehir’de, Konya Ereğlisi’nde ve tekrar Konya’da iftarlar açtık, sohbetler ettik. Kaynak Kur’ân-ı Kerim ve Güneşler Güneşi Hz. Peygamberimiz (asm) başta olmak üzere, Hz. Bediüzzaman’dan bütün gönül sultanlarına kadar nakiller yaptık, gönül tellerine vurduk. Farklı mekânlar da vardı. Meselâ Konya’da DYP İl başkanlığının dâveti üzerine Sn. Ağar’ın da bulunduğu iftar yemeğinde bizi duâ vazifesinde istihdam ettiler. Evvelki günde DYP Genel Başkanı yardımcılarının katıldığı Nevşehir İl başkanı Zafer Bey’in dâvetlisi olarak katıldığımız iftar yemeğinde “Duâ, Şehid Menderes ve 46 Ruhu” başlıklı bir hitabede bulunduk. Dün akşam da Çukurova’nın incisi Adana’da Zübeyir Gündüzalp Külliyesinde “Leyle-i Kadr’in Sosyal Hayata Bakan Yönü, İspatı ve İbadet Yönü” başlıklı sohbette bulunduk. Salonlar, mekânlar dopdolu, gönüller coşkun...

Bizce en güzelini en sona bıraktım. O da Ürgüp ilçemizdir. Türkiye’de 3250 civarında Belediyelik, 926 civarında ilçe merkezi ve 53 bin muhtarlık var. Osmanlı çok renkli, çok ırklı ve çok dinli bir devlet-i âliye idi. Türkiye bunun bir özü mesabesinde... Ürgüp ilçemiz de dış dünyaya bu cihetlerle bakan bir pencere. İşte böyle bir ilçede uzun zamandır A. Çakmak Ağabeyimizin ve oradaki gençlerin gayretiyle, bir hizmet ünitesi açıldı. Açılış dâvetine icabet ettik, kalabalık cemaate sohbet ettik, iftar ve sahuru sırtını tarihî mağaraya veren bu taş mekânda geçirdik. Harika saatlerimiz, vakitlerimiz oldu. Artık AB sürecinde bu nevî yerlerin diyaloglar için açılması lâzım.

Bizleri dâvet eden, iftar ve sahurda sofralarını açan ve geniş mekânlarda bizlere duâ ve konuşma fırsatı veren bütün dâvâ arkadaşlarıma binler teşekkür ve tebrikler. Bilvesîle mübarek Ramazan-ı Şerif bayramınızı tebrik ediyor, duâlarınızı intizar ediyorum…

20.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



İsimsiz okuyucumuz: “Gece ihtilâm olan, fakat gün içinde fark eden oruçlu birisi, çalıştığı iş yerinde gusül alma imkânına sahip değilse ne yapmalı? Orucu kaza mı etmeli?”

İlk fırsatta gusül yapar. Orucuna devam eder. Orucunu bozmadığı takdirde bu durumdan orucuna zarar gelmez.

***

Ahmed Bey: “Gençliğinde büyük günahları işleyip sonra pişman olan birisi, bulunduğu ortamda namaz kıldırmak için zorlansa, namaz kıldırabilir mi? Cemaat onun büyük günah işlediğini bilmiyor.”

Büyük günah işleyip pişman olan birisi, tövbekâr birisidir. Namaz kılmayı biliyor, duâ ve sûreleri yanlışsızca okuyorsa, cemaatin uygun görmesi halinde namaz kıldırmasında bir sakınca olmaz. Cenâb-ı Hak tövbesini tamamlamayı nasip etsin. Âmin.

***

Gül hanım: “Çocukları namaza alıştırırken nelere dikkat etmeliyiz ve nasıl bir yol izlemeliyiz? Ödül vererek yaptırmak ileride bir sorun teşkil eder mi?”

Çocuklarımıza iyi örnek olmak, onları ibadete ve namaza alıştırmanın en fıtrî yolu. Önce kendimiz yapmalıyız. Çocuklarımız bizde gördükçe yapmak isteyeceklerdir. Eğer bizim noksanlarımız varsa, önce kendi noksanlarımızı gidermemiz gerekir. Kur’ân, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir”1 buyuruyor. Nitekim yapmadığımız bir şeyi çocuklarımızdan istememiz halinde inandırıcılığımız ve yaptırım gücümüz olmaz.

Diğer yandan onları teşvik etmek, onlara namazı sevdirmek, niçin namaz kıldığımızı akılları seviyesince anlatmak, sorularına elimizden geldiği kadar mantıklı cevap vermek, onları kendimize muhatap almak, hataları olduğunda bağışlayıcı olmak, onları küçümsememek, sorularını önemsemek, onlarla iyi iletişim kurmak onlara namazı ve ibadetleri sevdirmenin en etkin yollarından. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiği gibi, “Müjdeleyici olmak, nefret ettirici olmamak, kolaylaştırıcı olmak, zorlaştırıcı olmamak” önemli bir tebliğ metodu. Çocuklarımızla ilgili olarak bu metodu ihmal etmeyelim.

Bazen ödül teşvik edici olabilir, fakat her defasında ödül vermek sağlıklı olmaz. İbadet için maksat olarak Allah rızasını göstermek lâzım.

***

Fikih.info’dan “Deja vu” rumuzlu okuyucumuz: “Kullandığım bir ilacın yan etkisinden dolayı hayız halindeyim. Bir vakit namaz kılamayacak kadar. Yaklaşık 20 gündür bu durumdayım. Sizce namaza devam etmeli miyim? Namazda abdestim bozulursa namaza devam mı etmeli yoksa bırakmalı mıyım? Bu zamanlarda kılmasam kazasını yapmak mı zorundayım?”

Siz hayız değil; istihaza (yani özür) halindesiniz. Normal hayız günü gelen kanların dışında, hap, ilaç vs. sebeplerle gelen kanı özür kanı saymalısınız. Özür kanı kesilmediği zamanlarda hakkınızda özürlülerle ilgili hükümler geçerli olur. Yani namaz vakti girdiğinde namaz için normal temizliğinizi yaparsınız, abdestinizi alıp namazınızı—kanama devam etse de—hemen kılarsınız.

Periyodik hayız günleri dışında gelen kanlar istihaza (özür) kanıdır. Namaza ve ibadete mani olmaz. İstihaza günlerinde kılamadığınız namazları bilahare kaza etmeniz gerekir. Allah kabul etsin.

***

Emine hanım: “Ramazan ayı içinde farz olan oruca niyet etmeyip oruç tutmamanın kefareti altmış bir gün müdür? Kafama takılan aslında şu: Oruçluyken orucu isteyerek bozmak bunu gerektirir. Fakat niyet etmeyip oruçlu olması gerekirken oruç tutmamak da altmış bir gün kefareti gerektirir mi?”

Ramazan ayında özürsüz olarak oruca niyet etmeyip oruç tutmamak günahtır. Fakat bu durum altmış bir gün kefareti gerektirmez. Bunun kefareti, tövbe etmek ve tutulmayan oruçları günü gününe kaza etmektir.

***

Kâzım Bey: “Orucun fidyesi anne anneyle birlikte yaşayan teyzeye verilir mi?”

Orucun fidyesi eğer fakirse teyzenin şahsına verilir. Anne anneye verilmez. Nitekim torun anne annesine bakmakla yükümlüdür.

Teyzenin anne anneyle (kendi annesiyle) birlikte yaşıyor olması, teyzenin yeğeninden fidye almasını haram kılmaz. Fakat yeğeninin fidyesini kendi şahsî ihtiyaçları için kullanır.

Fakat şurası var ki, bilinmelidir: Yeğen, “ihtiyaç olursa anne annem için de kullanılsın” niyetiyle fidye veremez. Eğer anne anneye yardım edecekse, fidye, fıtra ve zekât hesabını düşünmeden, ayrıca gücü nispetinde yardım eder. Makbule de geçer.

Dipnotlar:

1- Saf Sûresi: 2,3

20.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yatırım: 1, Faiz: 3



2007 yılı için hazırlanan ‘devlet bütçesi,’ tam anlamıyla bir ‘faiz bütçesi.’ Yatırıma 1 YTL ayrılırken, faize 3 YTL ayrıldığını söylemek, hadisenin vehametini görmek için yeterli olsa gerek.

204.9 milyar YTL olarak meclise sunulan 2007 bütçesinin yüzde 25.8’i faiz olarak ödenecek. Türkiye, faiz hastalığıyla tabiî ki bugün tanışmıyor. Faizin, ülke kalkınmasının önünde bulunan engellerden biri olduğu biliniyor, ama nedense bu hastalığa kalıcı çözüm bulunamıyor.

Her ne kadar geçmiş yıllara nisbetle faizin ‘kurtulunması gereken bir hastalık’ olduğu noktasında geniş bir mutabat var ise de, bu yönde adımlar atıldığına şahit olmadık. Ama her yıl ‘çöpe’ atılan milyar dolarları görünce, faizin sebep olduğu yıkımı daha yakından görmüş oluyoruz.

Hazırlanan bütçenin ‘faiz bütçesi’ olmasına iş dünyası ve uzmanlardan da tepki geldi. ASKON Başkanı Mustafa Koca yaptığı açıklamada şunları söylemiş: “Bütçe, Meclise doğru geldikçe işler değişti. Harcama kalemleri arttı ve millî menfaatlere uygun bölümleri IMF ve faiz lobilerinin menfaatleri istikametinde değişti. Bu bütçe sadece ve sadece içte ve dışta ülkemizin faizinden geçinenleri memnun edecek bir bütçe haline dönüşmüştür.” (Yeni Asya, 19 Ekim 2006)

Gazi Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mustafa Altuntaş da bütçe ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmış: “Bütçede faize dönük kaynak bölümü söz konkusu. Büyümeyi özendirici bir bütçe özelliğini taşımıyor. IMF, hümümeti zam yapmaya zorluyor. Bu bütçe ile çalışanlar için tehlike çanı çalıyor. Bu bütçe ile dolaylı vergilerin artış göstereceği gözleniyor. Üretimi arttıracak gelir dağılımını düzenleyecek bir bütçe değil. Klasik IMF bütçesi.” (Dünya, 19 Ekim 2006)

Büyümeyi değil de, faiz ödemelerini ve zamları haber veren bu bütçenin, Türkiye’ye fayda vermesi mümkün mü? Problemlerimizden biri olan ‘gelir dağılımındaki adaletsizlik’ eğer bu bütçe ile bir nebze olsun düzelmeyecekse Türkiye nasıl düzlüğe çıkacak?

Faiz batağından kurtulmadan kalkınmak ve ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmak zor görünüyor...

*

Israrın sebebi

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde ‘sorun’ olarak önümüzde duran konulardan biri de, limanlarımızın Kıbrıs Rum Kesimi gemilerine kapalı olmasıdır. AB yetkilileri ve Rum Kesimi yöneticileri her fırsatta bunu dile getirip, “limanlarınızı açın” diyorlar.

Bu ısrarın sebebi bakın neymiş: “Türkiye’nin on misli büyük ticaret filosuna sahip olan Kıbrıs Rum Kesimi gemi siciline kayıtlı gemilerin hemen hemen tamamı Avrupa firmalarının. Türk limanlarına sefer yapamayan bu gemilerin sahipleri siyasiler, devlet başkanlarından ambargonun kaldırılması için Türkiye’ye baskı yapmalarını istiyorlar.” (Referans, 19 Ekim 2006)

İşini içende, ciddî bir ekonomik menfaat var anlaşılan...

20.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Gül açık ara önde



Son yılına giren Amerikan başkanlarına, ”topal ördek” muamelesi yapılıyor.

Gidecek olan başkan uğurlanırken, karar alıcılar, şirketler, uluslar arası çevreler kendilerini geleceğe göre konuşlandırıyorlar.

Radarlar muhtemel Başkana çevriliyor.

Bizde öyle bir gelenek yok, ama bu zımnî olarak yapılıyor.

Buna koku alma ya da önceden pozisyonunu belirleme de diyebilirsiniz.

Giden Başbakan Erdoğan, gelen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül…

Son birkaç gündür yazılanlarda bunu çok net bir şekilde görmek mümkün.

Şarkı sözleriyle anlatacak olursak, “Gidene bay bay, gelene hay hay” havası hakim.

Önce 17 Ekim tarihli Sabah Gazetesi’nden Aslı Aydıntaşbaş’ın satırları:

“On küsur yıldır dış politikayla uğraşan, 90’ların ortasında milletvekilliği yaptığı dönemden bu yana Avrupa Konseyi toplantılarına gelen, 4 yıldır da AB treninin en ön kompartımanında önce başbakanlık ardından dışişleri bakanlığı yapan Abdullah Gül, ‘devlet adamı’ kimliğini artık iyice içselleştirdi.”

Aydıntaşbaş bununla da yetinmiyor. Gül’le ilgili gözlemlerini satırlara şöyle yansıtıyor:

“Gül, artık AKP ve siyasetçi kimliğinin ötesinde ağırlığı ve saygınlığı olan bir Avrupalı devlet adamı sayılıyor.”

Klasik Türk dış politikasına yönelttiği esaslı eleştirileri ile tanınan Cengiz Çandar da, Gül’ün yükselen grafiğine dikkat çekiyor. Hem de Aydıntaşbaş’tan bir gün sonra.

”Bir yıldır Abdullah Gül’ü AB liderleriyle birlikte ‘uluslar arası podyum’da her izlediğimde, sürekli kendini geliştiren ‘ergin bir devlet adamı’ performansı sergilediğini görüyorum.”

Dış politikada uzman kişiliğinin altını bilmem çizmeye gerek var mı, ama Çandar, Abdullah Gül’le ilgili kanaati bir de bu pencereden pekiştiriyor:

“Türk diplomasisini şu dönemde Abdullah Gül’ün sırtlaması, Türkiye’nin şanslarından biri sayılabilir pekâlâ. Lüksemburg’daki basın toplantısında, ‘Biz, Fransa’nın düştüğü hataya asla düşmeyeceğiz’ demesi hem pek ‘ironik’ hem de ‘el diyarında’ biz, bir grup Türk’ün ‘göğsünü kabartacak’ cinstendi.”

Bunları sadece “Gelene hoş gel” gibi bir rol kapma hevesi olarak görmek eksiklik olur.

Uzun bir süredir gerginlik konularından uzak durması, parti içi çekişmelere tenezzül etmemesi, rotayı sürekli olarak dış politika da tutup, İran, Suriye, Lübnan gibi çetrefilli konularda uluslar arası çapta bir ağırlık koymasının yanı sıra 301. madde de tereddütsüz özgürlüklerin yanında yer alması Abdullah Gül’ün haklı olarak böyle bir imaja sahip olmasını sağlıyor.

En azından, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” gibi bir sözün sahibi değil.

Başbakan Erdoğan’ın anî rahatsızlığı sırasında hastahanede sergilediği soğukkanlı tutum da, “Erdoğan’dan sonra partiyi, ancak Abdullah Gül bir arada tutabilir” kanaatinin oluşmasına katkı yaptı. Örneğin Abdüllatif Şener hastahanede olmasına rağmen, sadece gelişmeleri izlemekle yetinip, hatta yakın çevrenin bulunduğu asma kata dahi çıkmaması, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın hastahaneye gelmek yerine telefonla ulaşmayı tercih etmesi, her ikisini de parti içi aktörler olma konusunda Gül’ün gerisinde bıraktı.

Yazdıklarının zaman zaman aksi çıksa da Hürriyet Gazetesi’nden Yalçın Doğan’ın tesbitleri de bu yönde.

“Önceki gün hastahanede, yoğun bakımın kapısında sadece Abdullah Gül var. Ne doktorlar, ne korumalar yoğun bakıma başka hiç kimseyi almıyor. Erdoğan kendine geldiğinde, doktorlardan sonra odaya ilk giren Gül. Bir ara Erdoğan işaret ediyor ve birkaç dakika odada Abdullah Gül ile yalnız kalmak istiyor. Doktorlar odadan çıkıyor.

Bu sahne bilinen gerçeği, en zor anda, bir kez daha ispatlıyor. Erdoğan Gül’ün, Gül Erdoğan’ın “kankası…”

Kankanın ötesinde bir durum var burada. Gül gücünü kendinden alan bir isim. Hükümet etme tarzı olarak da Erdoğan’dan çok farklı. Zaten tekrar Başbakan olduğunda, Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşları ile hükümeti yönetmeyeceği kesin.

“Gidene boş ver gelene hoş gel” havası olabilir.

Erdoğan’dan sonra AKP’nin dümenine geçmeye heveslenenler açısından kritik bir dönemden geçiyoruz. Siyasetin eleği eliyor, ateş çemberinin içinden geçiriliyorlar.

Özal sonrası ANAP’taki iktidar savaşı ile Demirel’in ardından DYP’de yaşananları, yakından takip eden birisi olarak o konuya şimdilik girmek istemiyorum, ama Erdoğan Çankaya’ya uğurlanırken Gül açık ara önde diyebiliriz…

20.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bayram tatlısı acıya dönüşmesin



Nereden adet haline gelmişse, dinî bayram günlerinde—ziyaretçilere ikram edilmek üzere—hemen her evde çeşit çeşit tatlılar yapılır.

Bayramda nereye gitseniz, kimi ziyaret etseniz, bir yandan şeker–çikolata ikramı, diğer yandan sütlü–hamurlu tatlı ikramıyla karşılaşırsınız.

Adeta içiniz–dışınız şeker olur, tatlı olur. Çünkü, yapılan ikramı kabul etmek durumundasınız. Karşı koymak, mazeret beyan etmek kolay değil.

Düşünmek lâzım: "Acaba bu işin dozu, ayarı kaçırılmadı mı?" diye...

Yâhû, kişi mecbur mu her gittiği yerde bir tabak (hadi bir dilim olsun) tatlı alıp yemeye?

Değil, ama mecbur tutuluyor. Almadı mı, yemedi mi, buna sitem eden, hatta alınganlık gösterenler bile var.

Oysa, aşırı tatlı yemenin çok riskli olduğu biliniyor. Uzmanlar şimdiden uyarmaya başladı bile. "Sakın" diyorlar, "Bayramda önünüze konulan her tatlıdan yemeyin" diye ikaz ediyorlar.

Aksi halde, kendinizi riske atarsınız. Zira, ifade edildiğine göre, "Oruçla zayıflayan metabolizma, bayramda alınacak yüksek kalorili, yağlı ve şekerli besinleri hemen yağa çeviriyor"muş.

Bunu bir diyet uzmanı söylüyor. Uzman Erkan Erdal, ayrıca şu tavsiyede bulunuyor: "Özellikle şeker ve yüksek tansiyon hastaları, bayramda yüksek kalorili, bol şekerli besinlerden uzak dursunlar. Tatlı olarak, mümkünse hamur tatlıları yerine süt tatlıları ve meyve salatalarını tercih etsinler."

Uzmanların tavsiyesini dikkate almakla beraber, şahsen—bayram ikramı olarak—en az tatlı kadar hafif tuzlu ve bilhassa zeytinyağlı yiyecekleri tercih ederim. Meselâ, zeytinyağlı sarma gibi...

Böyle bir ikramın, faydadan gayri herhangi bir riski olmasa gerek.

CHP

PES yani...

Cumhuriyet Halk Partisi, 1951'de "demokrasi olmadan sosyalizm olmaz” parolasıyla kurulan ve merkezi Frankfurt'ta bulunan Sosyalist Enternasyonal'in üyesidir.

Ancak, şu günlerde üyeliğinin gözden geçirildiği ve üyelikten çıkarılması ihtimalinin söz konusu olduğu belirtiliyor.

Temel sebep, bu partinin "solcu ve sosyalist olmadığı" yönünde bir kanaatin diğer üyelerde hasıl olması.

Şayet bu yönde bir hükme varılırsa, CHP'nin birlikten dışlanması kaçınılmaz olacak.

Öte yandan, Avrupa Parlamentosu'ndaki sosyalist grub (PES), 2006 Kasım ayında Türkiye'yle ilgili vereceği bir karara esas teşkil etmek üzere bir rapor hazırladı.

Bu raporla ilgili temasta bulunmak üzere, geçen yıl bir PES heyeti İstanbul ve Ankara'da temaslarda bulundu.

Neticede, hazırlanan raporlar ve yapılan temaslarda CHP lehinde yorumlanabilecek ciddî verilerin ortaya çıkmadığı görüldü.

Bu sebeple, üyelik durumunun bıçak sırtında olduğu yönünde yorumlar yapılıyor.

Demokratlığı zaten tartışmalı olan CHP'nin ne derece "solcu ve sosyalist" olduğunu bilemiyoruz. Ancak, kesin surette bildiğimiz şey, bu partinin "Kemalist" olarak geçindiğidir.

Türkiye'ye gelen PES heyeti, şayet bu hususu tesbit edememiş ise, pes doğrusu...

Günün Tarihi

12 Eylül Cuntasının Yunanistan'a NATO kıyağı

20 Ekim 1980: Yunanistan Başbakanı Yorgo Rallis, hükümet olarak Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşü ile ilgili olarak hazırlanan plânı (Rogers plânı) kabul ettiğini açıkladı.

Yunanistan daha önce de bağlı bulunduğu NATO üyeliğinden Temmuz 1974'teki Kıbrıs bunalımı günlerinde çekilmişti. Ardından, tekrar üye olmak için çok uğraştıysa da, buna muvaffak olamadı. Ta ki, bizde 12 Eylül cuntacıları işbaşına gelinceye kadar.

Yunanistan, bu tarihte hiçbir zorluk çekmeden ve Türkiye'nin hiçbir talebiyle karşılaşmadan tekrar NATO üyesi olabilme başarısını, "Türkiye'ye karşı kazanılmış bir diplomatik zafer" olarak niteledi.

Kısa bir tarihçe

Yunanistan’da 21 Nisan 1967’de bir askerî darbe yapıldı. Darbecilere "albaylar cuntası" ismi verildi.

Bu cunta, Yunanistan’ı 1974’e kadar, yani yedi yıl boyunca yönetmeye çalıştı. Aynı cunta, el altından Kıbrıs'a el attı ve orada da EOKA militanı Nikos Sampson öncülüğünde bir darbe gerçekleştirdi.

15 Temmuz 1974'te yapılan ve Rum lider Makarios'u deviren bu darbe esnasında, yaklaşık 2000 kadar da Rum katledildi. Papaz Makarios, İngiliz üsleri aracılığıyla Malta’ya kaçmayı başardı.

Kıbrıs üzerinde garantör devlet olan Türkiye ise, aynı gün harekete geçti ve 20 Temmuz’u adaya çıkartma yapma günü belirleyerek askerî hazırlıklara başladı.

Adına "Barış Harekâtı" denilen bu çıkarmanın hemen ardından, yani 23 Temmuz günü Yunanistan'da cunta karşıtı bir hükümet kuruldu. Karamanlis, bu hükümetin başkanı olarak göreve başladı ve adada derhal ateşkes ilân etti.

Aynı Karamanlis, 26 Temmuz 1974'te ülkesini NATO’nun askerî kanadından çıkardığını duyurdu.

Bu kopuşun iki ana sebebi vardı: Birincisi, NATO'nun albaylar cuntasını dolaylı şekilde desteklediği, en azından hoş gördüğüne kanat getirilmesi. İkincisi ise, Kıbrıs'taki olaylardan da NATO'nun dolaylı da olsa sorumlu tutulması idi.

Cunta ve diplomasi

Yunanistan, ümidini bir müddet Rusya'ya bağladı. Ancak, beklentilerine cevap bulamadı. Tekrar NATO kanadına dönmeye karar verdi.

Bunun için yıllarca uğraştı, ancak istediği sonucu alamadı. Türkiye, ileriye birtakım şartlar koşuyordu. Anlaşma sağlanamıyordu. 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonra ise, Yunanistan'ın diplomatik atakları sıklaştı ve neticeye de ulaştı.

Kendi cuntasını devre dışı bırakmayı başaran Yunanistan, Türkiye'deki cunta idaresini de yola getirmenin bir yolunu buldu ve 12 Eylül ihtilâlinden sadece 1 ay 8 gün sonra yeniden NATO üyesi olmayı başardı.

23 Ekim 1980 günü NATO'nun askerî kanadına dönüşü ile ilgili olarak Yunan parlamentosunda konuşan Başbakan Yorgo Rallis, kısaca şunları söylüyordu: "Yunanistan'ın NATO'dan tümüyle çekilmesi halinde, bu bölgede büyük bir boşluk meydana gelecekti. Ayrıca, NATO'nun güneydoğu kanadında tek temsilci olarak Türkiye'yi bırakmış olurduk ve ittifakın bütün yardımı normal olarak Türkiye'ye gitmiş olacaktı."

Türkiye, Yunanistan'ın NATO'ya geri dönüşünü onaylamayı, en azından kendisinin AB üyeliğini destekleme şartına kolaylıkla bağlayabilirdi. Fakat, maalesef ortaya hiçbir şart sürülmedi, sürülemedi. Çünkü, cuntacı kafa diplomasiden anlamıyordu.

20.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004