Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Bir başka Burhan Altıntop hikâyesi



Burhan Altıntop, Anadolu’dan gelmiş ve İstanbul’da bir üniversitede okumaya hak kazanmıştı. Zekiydi, çalışkandı belki, ama taşralıydı. Konuşması, hareketleri, hayata bakışı diğer gençlerden farklıydı. Farklılıklara tahammülü olmayanlar en kolay yola başvurdu: onu dışladı, küçümsedi, onunla alay etti.

Burhan hiçbirine aldırmadan yoluna devam etti. Okulunu bitirdi. Komplekssizdi, ama onu çekemeyenler ona bu sıfatı lâyık görmekten çekinmedi.

Okurken her işini kendi yapmak, hem okuyup hem çalışmak zorunda kaldı. Okulda dersler, işte ağır bir tempo ve evde ev işleri onu bekliyordu. Okumayı seviyordu, ama en huzur bulduğu yer eviydi. Bu yüzden ev işlerinde ustalaşması, iyi bir aşçı olması uzun sürmedi. Oysa mutluluğu evinden başka yerlerde arayanların anlayacağı bir şey değildi bu.

Karşısındakine her zaman saygılıydı, ama bu saygıyı kendini başkalarına beğendirmek olarak yorumladılar. İnsanları olduğu gibi kabul etme alışkanlığını, değişim sandılar.

Oysa o hiç değişmedi. Nereden geldiğini hiç unutmadı. “Ne oldum” olmadı asla. Prestijli bir okulda okurken de böyleydi, prestijli bir işte çalışırken de.

O bıyık altından gülmeler, o hakir görmeler, aşağılamalar iş hayatında da peşini bırakmadı. Onlara göre Burhan, karikatürden fırlamış bir tipti. Kendine olan saygısına “Narsizm” adını taktılar; başkasına olan saygısına ise, özenti.

Belki aslında Burhan Altıntop böyle biriydi, ama onu “Beyaz Türkler” farklı gördükleri için, “Avrupa Yakası”nda gördükleri gibi anlattılar. O kötü, gıcık, sinir bozucu biri olarak girdi hayatımıza.

Hayatını sahte dostluklar, yalancı aşklar ve aşınmış sevgiler üzerine bina edenler ise “iyi insanlar” idi bu hikâyede. Evet “hikâyede”. Zira her türlü eleştiride, ellerinde aynı silâh yok muydu?: “Aman canım bu kadar ciddiye almayın, sadece bir senaryo!”

Aslında bu fark yeni değildi. Ekranda gördüğümüz iyi adamlar ve kadınlarla, bizim hayatımızdaki iyi adamlar ve kadınlar arasında dev bir uçurum yok muydu hep? Oradaki kötü insanlar, bizim dünyamızdaki kötü insanlardan ne kadar da farklıydı…

Bu farklardan doğdu zaten o “kötü imam” tiplemeleri ve gayri meşrû bir hayatı yaşayan “iyi insan” modelleri.

“Aman canım, sadece hikâye” diyenleri referans alarak sormalı: Acaba ekranın hangi tarafı daha sahici? “Sahici” tarafı mı, “hikâye” tarafı mı?

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Eyvah, gençler camide!”



Anketlerin ‘gerçekler’i ne kadar yansıttığı her zaman tartışılmıştır. Bu açıdan, ‘istatistik’ ilmi için; ‘rakamlara yalan söyletme’ ‘iftira’sı bile takılmıştır. Bilhassa seçim dönemlerinde yayınlanan anketlerin ‘doğru’ çıkmaması, anketlere karşı olan güvensizliği arttırmıştır.

Gençlerle yapılan bir anketin, ‘dizi yazı’ olarak bir gazetede (Sabah gazetesi) yer alması sonrasında değişik yorum ve değerlendirmeler yapıldı. Ankette çok farklı bilgi ve değerlendirmeler yer alırken, gençlerin namaz kılma oranlarıyla ilgili rakamlar bazı gazetecileri öfkelendirmiş.

Yayınlanan anketteki rakamlar, gençlerin yüzde 63’ünün ‘Cuma namazı kıldığını’ gösteriyordu. Bu bilgiyi değerlendiren bir yazar, “Eğer o yüzde 63 doğru ise Türkiye’nin geleceği karanlık” demiş. (Yalçın Doğan, Hürriyet, 28 Ekim 2006)

Yayınlanan anketteki rakamların doğru ya da yanlış olduğunu tesbit edebilecek durumda değiliz. Ancak ortada bir vakıa var: Gençlik, geçmiş yıllara nisbeten daha dindar. Bu durumdan rahatsız olanların varlığı da ortada. Ancak onlar çok derin bir çelişki yaşıyor. Meselâ, bir yandan uyuşturucu ve benzeri ‘zararlı alışkanlıklar’ın gençliği teslim almasına karşı çıktıklarını söylerler, öte yandan da bu zehirlere karşı en etkili ‘çare’ olan ‘dine/İslâma’ itiraz ederler.

Şöyle bir soru sorulsa acaba ne cevap verecekler: “Sizce, gençler alkolik ve uyuşturucu müptelası mı olsun, yoksa namazında niyazında ‘dürüst’ birer genç mi olsunlar?”

Gençlerin Cuma namazına gitmesini içlerine sindiremeyenlerin, ‘alkolik gençlik’ istediğini söylemek haksızlık mı olur? “Bu ikisinin ortası yok mu? Hem alkolik olmasın, hem de namaz kılmasın!” diyenler olursa onlara ‘maalesef’ cevabını vermek durumundayız. (Tabiî hüküm eksere göre verilir.) Çünkü gençleri cezbeden müstehcenlik, alkol, kumar ve uyuşturucu gibi ‘kötü’lüklere karşı koymanın yolu ‘kalplere Yaratıcının sevgisini’ koymakla mümkündür. Zaten başka çare olmuş olsa, bu güne kadar uygulanmaz mıydı?

Anketlere göre gençlerin yüzde 63’ünün Cuma namazına gidiyor oluşuna üzülenler, ‘gerçekler’i görüp biraz daha fazla üzülmelidirler. O gerçek de şudur: Bugünkü şartlarda, aksine yapılan bunca propaganda ve çalışmaya rağmen bu nisbet ortaya çıkıyorsa siz bir de “hür ve demokrat, aynı zamanda AB üyesi bir Türkiye”yi düşünün! Öğrenci ve memurlar başta olmak üzere çoğu kişinin Cuma namazına gitmesi ‘gizli yasak’ olan bir ülkede, bu yasakların kalktığını ve isteyen herkesin Cuma namazına gidebildiğini düşünün. Bugün itibarıyla her hangi bir liseden 10 öğrencinin Cuma namazına gittiğini varsayalım. ‘Yasak’ kalkınca bu rakam yüzlere, belki de binlere çıkmaz mı? Çıkar ve çıkacak inşallah...

Gençlik penceresinden bakınca elbette her şey toz pembe değil. İslâmı, hayatımıza tatbik etme bakımından gerek bilgi ve gerekse uygulama sıkıntılarımız vardır. Müstehcenlik ve uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklar gençleri tehdit ediyor ve ifsat şebekeleri gençleri bu tuzaklara düşürüyor. Ama buna rağmen ümitvarız. Çünkü kalplere hükmeden İslâm, gönülleri de fethedecektir.

“Aydın”lardan; gençleri camide görünce değil; “kumarhanede” görünce “eyvah” demelerini beklerdik...

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Türkiye’de akılla duygunun kavgası



Gündemlerin sığlığı altında çare üretemeyen ve analiz yapamayan fabrikasyon düşünceler; aynı numara ayakkabı ve elbise üretip bedenleri üretim standardına uydurma garabetine devam edip dursunlar.

İtham edici, dışlayıcı, fişleyici ve karalayıcı bir ucuz söylemin kolaycılığında, farklı görüşleri ve çözümleri dinleyemez olsunlar. Otoritenin dayatmacı ruhundan beslenen demokrasi dışı hareketlenmelere varsın destek versinler, yanında yer alsınlar.

Artık suyu tersinden akıtmak mümkün olmadığına göre, denizler çaylara akmaz. Yanlışlar doğruları örtemez. Kamuoyu eskisi gibi yanıltılamaz. Toplum, yılların kaybedilmiş hafızası ile yaşayamaz.

Olumsuz canipten bakan ve kamu gücünü elinde tutan cenaha göre; her şey kötüye gitmekte. Birliğimiz tehlikede. Güvenlik kuvvetleri sağlam durmakta. AB bizi bölmekte. Kültürel haklar, demokrasi, özgürlük, hepsi bahane ve millete karşı bir tuzak. Güçlü devlet, güçlü ordu ve buna yaslanmış rejimle ancak yaşayabiliriz.

Diğer görüşe bakalım; toplum bilinçleniyor. Tartışmalar demokratik olgunluğumuzu arttırıyor. Güvenlik kuvvetleri, siyasetin emrinde kalmalı. AB kalkınmamız için zorunlu. Sivilleşme ve birey lehine düzenleme devam etmeli.

Elbette ki, iki tarafın da dayandığı gerekçeler var. İyi niyetli bakışlarını da göz ardı etmiyoruz. Mutlak doğru arayışında da değiliz. Sosyal bilimin ve siyasetin değişkenliğine ve sübjektifliğine de inanırız. Velâkin, buradaki görüşlerin ayrılık noktalarında iki farklı temellendirmenin yattığını belirtmek isteriz.

Birincisi, hazır kaynaklara dayanmış, alışkanlıklarını bozmak istemeyen, ötekini yok sayan ve her gelişmeyi kendisi için tehdit gören bir yaklaşım. Hakim gücünü koruma telâşında olan bir anlayış. Buna göre devlet kutsaldır. Halk her şeyi bilemez. Birileri onlar adına daha iyi düşünür ve onları yönlendirir, yönetir.

Diğer görüş; bireyi merkeze alır. Devlet bir araçtır, aygıttır ve sadece düzenleyicidir. Belirleyici değildir. Toplumun talepleri şartlara göre değişir ve çözümler de ona göre farklılaşır. Sabiteleri değişmez kabul edilen mutlakiyetçi bir çerçeve ile ülke yönetilemez. Katılımcılık esastır.

Görüldüğü gibi, ister adına güneydoğu problemi deyin, ister “Kürt sorunu”, isterse terör deyin. Burada demokratik pencereden birey lehine düşünenlerle, devletin tartışmasız doğrularına dayalı bir antidemokratik yaklaşımı ortaya koyanların örnek vak'aya yansıyan görüşleri var.

Alın Ermeni meselesini. Bunun tarih kayıtlarına bağlı kalarak ve dünün yanlışları üzerinden yeni istismar ve rencide alanları açmadan makulü aramakta mümkün, tersine mukabele-i bilmisil dediğimiz zalim kaide ile kısasa kısas, yanlışa yanlış, tahrike tahrikle cevap vermekte...

Sağduyulu, sakin, köpürmeden, soğukkanlılıkla problemlerin üzerine gidip çare bulmak, yeni yaklaşımlar geliştirmek, kucaklayıcı ve kuşatıcı olmakta bir yoldur. Buna mukabil, anında keskin sirkeye dönen, tez canlı, toplumun hassasiyetlerini galeyana getiren, nefret psikolojisiyle potansiyelini korumaya çalışan çatışmacı ve uzlaşmaz bir kültürü yaygınlaştırmak da bir yoldur. Tek fark; biri daha kalıcı ve uzun sürelidir. Diğeri okşayıcı bir tahrikle geçici ve ömürsüzdür.

Alın bir Orhan Pamuk olayını. “Edebî” kişiliğini edebiyatçılara bırakarak, bir çift söz söylemek gerekirse, Nobel ödülünü kutluyorum. Uluslar arası edebiyatta bir yazarın tanınması, aynı zamanda ülkenin tanınmasıdır. Bir çok dile tercüme edilmiş ve evrensel kabul görmüş bir başarıyı kabul edelim önce. Gün boyu aralıksız çalışma temposunu ve çalışma disiplinini da görmezlikten gelmeyelim.

“Gayr-i edebî” alanda, siyasî görüşlerini ve bazı fikirlerini beğenmeme hakkımızı da belirtelim. Nitekim beğenmediğim görüşleri de var.

Eğer resmî ideolojinin yörüngesinde olsaydı, Nobel ödülü aldığında yine bu kadar tukaka edilir miydi? Onun üzerinden bu halka kim bilir ne mesajlar verdirilir ve ezdirilirdi?

Şerif Mardin, Said Nursî’yi yazdı diye Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından ödüllendirilmekten vazgeçilmedi mi?

Görünen o ki, her olayı negatif görenlerle, pozitif görmeyi başaranların çatışması var; Hakkaniyetin sınırlarını doğru seçip, herkese hakkını vermek isteyenlerle, tamamen benzeşimi arayan ve kendine benzemeyeni affetmeyen bir “militan demokrasi” anlayışı bulunuyor.

Hepimizin tercih hakkı var; Demokrasiden yana olmak, ya da demokrasi dışı yollara tevessül etmek.

Kavganın iki tarafı var; Demokrat olanlar ve olmayanlar. Gerisi bu eksenlere göre yansıyor.

Türkiye’de akılla duygunun kavgası var. Biri düşünmeyi, diğeri hamaseti temsil ediyor.

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Bahtımızı açacak Cumhuriyet algısı



Cumhuriyet Bayramı sadece şekilden ibaret törenlerin ortaya konma zamanı oldukça, cumhurun hiçbir şekilde nazara alınmadığı cumhuriyet algıları sürüp gidecektir. Cumhurun sahiplendiği değerlerin hiçbir şekilde idareye yansımadığı ve onlar adına verilen “doğru” kararların uygulanmaya çalışıldığı bir cumhuriyet anlayışının törenlerle bayram şeklinde kutlanması farklı bir garabet olarak önümüze çıkıyor. Bu şekilde olay özünden uzaklaştırılarak bir oyalama taktiği şeklinde takdim ediliyor. Kamusal alanın tarifi gibi yaklaşımlarla problem çözülecekmiş gibi ortaya konuyor. Oysa yaşanan problem çok daha derinlerde, varlık anlayışını ilgilendiren ve insanlıkla ilgili temel kabuller alanında. Özünde bu problem çözülmedikçe, hayat, insan ve varlık ile ilgili temel yaklaşımlar aynı kaldıkça, bin kamusal alan tarifi yapılsa da problemi çözme yolunda en ufak bir adım atılamayacağı, şu ana kadar da atılmadığı açık bir şekilde gözleniyor. Bu oyuna gelmemek için, her şeyin arka planındaki işleyiş gerçeğini bilmek ve hadiselerin o açıdan değerlendirilmesini anlamak durumundayız. Yoksa oluşturulan sunî gündemlere tabi olmak zorunda kalırız.

Ne yazık ki cumhurun önemli bir kısmını teşkil eden başörtülüler Cumhuriyet Bayramında bu vatanın evlâdı olmaları sebebiyle onlara verilmesi gereken değeri hissedememenin burukluğunu yaşıyorlar. Aslında şehitlerimizin kanı ile boyanmış bayrak kavramının içini dolduran mânâ bütünlüğü içinde iffet, namus ve bu uğurda canını dahi feda edebilme kararlılık ve azmi yer alıyor.

Şehitlerimizin uğruna döktüğü kanlar namuslu ve iffetli bir hayat azminin ifadesi olmalıdır. Bu anlamda bayrak şekline dönüşen kumaşlar ile baş örten kumaşlar arasında ciddî bir anlam bütünlüğü, aynı mânâyı ifade eden farklı semboller olma hali olmalıdır. Bu hal başını örtme davranışının gerisindeki iffet ve namusunu muhafaza duâsının özellikle vatanımızda cumhur olmak hakkını her vatandaş kadar, belki daha ön planda vermesi gerektiğini ortaya koymalıdır. Çünkü tesettür, uğrunda kanlar dökülen bir iffet ve namus mücadelesinin sembolik anlamdaki devamıdır. Sütçü İmam, Nene Hatun ruhunu günümüze taşıyan bir duygu bütünlüğünün sosyal yansımasıdır. Bu bayram, herkes ve cumhurun her ferdi kadar, tesettür ile Rabb’inin iffetini muhafaza emrini yerine getirme mücadelesi verenlerin bayramı olmalıdır. Onlar Türklüğün manevî alt yapısını teşkil eden temel değerlerin savunucusu ve vatanın manevî alt yapısını sosyal hayata yansıtan gerçek vatan evlâtlarıdır. Bu gururu yaşamayı fazlasıyla hak etmektedirler. Rab’lerinden mabetlerinin göğsüne namahrem eli değmemesini talep eden ruhun temsilcileridirler.

Başörtüsü, meşrûiyetini ne insan hakları evrensel beyannamesinden, ne Türkiye Cumhuriyeti anayasasından, ne de yönetmeliklerden almaktadır. Onun asıl meşrûiyet kaynağı kâinat anayasası, Zat-ı Ezeli’den bizlere mukaddes bir hitap ve hayatımızı yönlendiren emirler manzumesi olan Kur’ân-ı Azimüşşan’dır. Bu göz ardı edilince, gerek karşısında yer alanlar, gerekse savunanlar tartışmayı dünyevî zeminlerde yürüterek bir çözüm yolu bulma arayışı içinde çırpınmakta, ancak bunu da başaramamaktadırlar. Oysa cumhur anlayışı da, vatan sevgisi de bu zeminde ancak sağlıklı bir şekilde ortaya konabilir.

Kamusal alanın ne demek olduğu, Cumhurbaşkanının hangi resepsiyonda müsaade edip etmediği işin özü açısından hiçbir anlam taşımamaktadır. Konuyu savunanların da, olayı dünyevî bakışlarla aynı zemine taşıması olayın kudsiyetini gölgelemek ve aslî kaynağını göz ardı etmek gibi mahsurlar taşıyor kanaatindeyim.

Başını örtmek ya da örtmemek tercihi ile yüz yüze gelen bir bayanın aklına gelecek ilk soru bulunduğu yerin kamusal alan olup olmadığı, Cumhurbaşkanının buna izin verip vermediği, hatta evrensel tabiî hukuk kuralları dışındaki kurallara uyup uymadığı değil; bunun Allah’ın emri olup olmadığı olacaktır.

Şu anki tartışma zemininde gündeme getirilen konular başörtülünün iç âleminden, psikolojisinden, kaygılarından, beklentilerinden çok uzakta cereyan ediyor diye düşünüyorum. Bütün âlemi sonsuz kudreti ile çekip çeviren Rububiyet-i Mutlaka tarafından gelen bir emir ile, toplum ve devletin baskıları arasında yaşadığı çelişkiler, iç âleminde hissettiği bocalamalar, çaresizlikler, yalnızlıklar, tereddütler yaratılışları zayıf, nazik ve hissî olan hanımların ruh âleminde ciddi yaralar açmaktadır. Ne başını açan, ne de kapatan kendini huzurlu ve refah dolu bir ülkenin mensubu olarak hissedebilmekte, ideal vatandaşlık duygularını yaşamaktadır. Aslında her fert gibi o da insanlığını, medeniliğini, kendine güveni ve bunlarla uyum içerisinde algılamak istediği kulluğunu aramaktadır. İnsanlığın dünyevî bakışla bile ulaşmayı başardığı, bana göre esas itibariyle vahyin kontrolünde şekillenen insanî değerler insan hakları, dünyanın refah ve mutluluğu, tam hürriyet ve evrensel tabiî hukuk uzantısında şekillenmiş hukuk kurallarının üstünlüğü aslında ona bu imkânları sunmaktadır. Ancak asırlardır süren hakkın yerine kuvvetin üstün olduğu benlik etrafında şekillenmiş anlayış bunu engellemektedir.

Başörtüsüne engel olan herkes bilmelidir ki, iliklerine kadar işlemiş zerreleri dahi O’nu zikreden, her nefes alış verişinde yardımına koşan, her dakika kalp atışlarını kontrol eden bir rahmetin, depremlerle, salgın hastalıklarla, savaşlarla ve musibetlerle onları terbiye eden bir celalin karşısında yer almaktadırlar. İnsanlık tarihine bir göz attığımızda bu tavır dehşet verici ve insanı titretecek karşılıklar görmüştür.

Bu konuyu tartışan ve içinde yer alan herkes önce kendi konumunu iyi algılamalı dünyevî konumlarının ötesinde uçsuz bucaksız bir uzay boşluğunda esamesi okunmayan bir gezegende uçaktan bile bakıldığında görülemeyen, sistemin bütününde sinekten daha ehemmiyetsiz varlıklar olduklarını unutmamalıdırlar.

Dünyevî konumlar yalnızca günlük yaşantının darlığında izafî bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok, varlığın asıl sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O’nun hükmüdür. Bu sebeple varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makam değiştirmeyen insanlar birbirine dayanmalı hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Külli’şey’e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler.

Bu algı ancak sağlıklı bir cumhur tarifi doğuracak ve ancak bu tarif etrafında şekillenmiş bir cumhur fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir topluluk olacaktır. Bayram bu manevi alt yapı ile bütünleşmedikçe ve bu bütünleşmeyi baltalayıcı girişimler devam ettikçe, bir burukluk hep yaşanacaktır. Türk cumhurunun genlerine yerleşmiş İslâm algısını silmek mümkün değildir. Ruhunun derinliklerinde yer etmiş olan bu güçlü inanç elbette hayatının bütün renklerini ve tarihini, dolayısı ile bayramlarını etkileyecektir. Bu millet azizdir, müslimdir ve mü’mindir ancak bahtsızdır. Bahtını açacak ise Kur’ânın aydınlığı ile nurlanmış cumhuriyet algısı ve bunun idrak edildiği bayramlar olmalıdır.

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Anlamak bir meziyettir



Üstüne kafa yormak, anlamaya çalışmak ya da hiç değilse saygı duymak yerine toptan reddetmeyi seçtiler. Kolay olan buydu çünkü. Artık baş edilemez bir hale gelmişti dinin simgesi. Türkiye’nin değil dünyanın karın ağrısı olmuştu bu hal. Aç insanların, hunharca öldürülen masumların, haksızlıkların görmezden gelinmesine aldırmadan saldırıyorlardı. Almanya’da, Fransa’da ve hatta İngiltere’de gün geçtikçe artan nefret bakışları, başörtüsünü yol ortasında başından çekme cüretine kadar uzandı.

Tahammül sınırları çoktan aşılmıştı. Irmak yatağından taşmış, gürül gürül çağlayanlara karışmıştı. Kalbleri mühürlü, gözleri kara insanların muhatabı olmak ne zordu. Onları muhatab almak ve konuşmaya çalışmak zaten baştan hataydı. Fakat seçme şansı bırakılmamıştı. Sessiz kalmak, çoğu zaman en güzel cevaptı, ta ki kabuk bağlamış yaralar dağlanana kadar.

Gittikçe artan bu nefret, komşuyu komşuya küstürdü. Eşinden utanır hale geldi kocalar. Evlilik öncesi erkekler, “Anne, bana kız bakarken meslek sahibi başı açık biri bak, ama namazında niyazında olsun” demeye başladılar. Sokakta sakince yürümek bile bir mucize oldu. Toplumsal suçlular olarak ilân edilmiş bir kalabalığın içine karışmak, her türlü riski göze almakla eşdeğer sayıldı.

Yapılan bütün haksızlıklara rağmen samimiyetsiz Müslümanlar gündem yapıldı. “Ben hiç olmazsa dürüstüm, kalbim temiz” teraneleri dönmeye başladı ortalıkta. Aynayı tersten tutuyorlardı. Sanki masumdular onlar, din samimiyetsiz Müslümanların eline geçince ne yapsınlardı, tabiî ki düşman olacaklardı. Yoksa hiç öyle davranırlar mıydı? Olacak iş miydi bu? Onlar da Müslümandı. Yazıktı onlara, hadi hep birlikte onlar için üzülelim şimdi. Kötü örnek olduğumuz için kafamızı taşlara vuralım. Eşit saflarda yaratılmadık sanki. Bir grup bir gruba örnek olmak vazifesi üstlendi sanki. Yazık ki model olmayı beceremedik, sonunda olan oldu herkese.

Basit bir bez parçasını neden taktıklarını anlamıyorlar(mış). Basit bir bez parçasının dünya gündemini oyalamasını anlamamak akla daha yakınken. Sürekli yapılan manevralarla aslında neye karşı olduklarını tam olarak bilmeyen insanımıza, kardeşi kardeşe düşman yapan bu anlayışa, adeta akıllara durgunluk veren bir örnek sunacağım.

Bir bayanın başörtüsünü, sadece “kendini daha rahat hissettiği” için taktığına inanabilir misiniz? Dinle hiç alâkası olmadığına göre ve dolayısıyla da siyasetle, bu mümkün müdür sizce?

Etiyopyalı bir Hıristiyan bayan (rahibe değil) için çok sıradan ve de çok rahat birşey başörtüsü. Hergün dışarı çıkarken başını örtüyor. Soğuktan sanmayın sakın, Kaliforniya’yı bilenler her mevsimin bahar gibi geçtiğini bilir. Hastalıktan olduğunu da sanmayın, bir ara örtüsünü düzeltirken saçları olduğunu da gördüm.

Onun Müslüman olduğunu sanmış ve bu konu hakkında konuşmaya başlamıştım ki o, “Ben Hıristiyanım” dedi. “Ama nasıl olur? Aynı Müslümanlar gibi saçının bir tek teli görünmeden başını örtüyor ve ona göre giyiniyorsun” dedim. O da, “Birçok insan kiliseye giderken başını örtüyor, ben de kendimi böyle çok daha rahat hissediyorum ve her zaman örtüyorum. Nedeni sadece bu” diyor.

Çok şaşırıyorum. “Aman Allahım, hiç anlamıyorum, bir kadın kendini nasıl gizlemek ister, onun doğasında sergilemek vardır” diyen gazetecilere duyrulur.

Bu örnekler bir tane ile de sınırlı değil üstelik. Rusya’dan gelmiş bir bayan da orada Hıristiyan bazı başörtülü arkadaşlarının olduğunu söyledi.

Sakın siz bu işe kafa yormayın, bırakın her şey dağınık kalsın. Eminim siz buna da siyasî bir kılıf uydurursunuz. Acaba hangi partiye yakın olmak istiyordur başını bağlayarak? Ya da o Hıristiyan bayanın beynini kim yıkadı da kadınlıktan bu kadar uzaklaştı, değil mi ya?

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Risale-i Nur ve insanlık



Risâle-i Nur denilince Kur’ân’ın asrımıza bakan bir tefsiri hatıra gelir. Madem Kur’ân bütün asırların kitabıdır. Risâle-i Nur da helâket ve felâket asrının insanlarına Allah’ın bir ihsanıdır. Pozitivizmin, materyalizmin hâkim olduğu bir dönemde bütün meselelerini akla tesbit ettiren, onaylatan Kur’ân’ın hükmetmesi kadar tabiî birşey olamaz.

Cenâb-ı Hak, Allah, ahiret gibi iman esaslarında şüpheye düşen, kafaları karışık; doğruyu, hakkı, hakikati arayan çağın aklı ve kalbi yaralı insanlarına akıl ve ilim yoluyla Kur’ân’ın hakikatlerini ispat eden, aklın gözü önüne seren eserleri, bizzat ilim erbabınca Bediüzzaman ismine lâyık görülen Said Nursî tarafından harika bir Kur’ân tefsiriyle ikram etmiştir. İslâm hakkında asırlardır yığılagelen şüpheleri, getirdiği delillerle yerle bir eden, yarayı deşmeden tedavî eden, en zor meselelere bile açıklık getiren, bizzat müellifinin ifadesiyle, “Kur’ân’ın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risâle-i Nur” özellikle barış ve mutluluk arayışı içerisinde olan insanlığın gündemine gelip oturdu.

Bugüne kadar dünyanın 33 diline çevrilen, hakkında 500’den fazla tebliğ sunulan, doktora tezlerine konu olan Risâle-i Nur bugün dünya ilim erbabının da dikkatini çekmekte. En cani, vahşî insanları dahi yola getiren, medenileştiren, insanlıkta terakki ettiren bu hakikatler manzumesine vahşet ve dehşetten ciğeri yanan insanlığın ilgisiz kalması elbet düşünülemezdi. Bugün artık dünyanın meraklı ilim aşıkları, konunun uzmanları ona özellikle eğilme, araştırma ihtiyacını duyuyor.

Yıllardır hakkında nice ulusal ve uluslar ası sempozyum, panel, açık oturum ve konferanslar verilen, ilmî araştırmalar yapılan, doktora tezleri hazırlanan, tebliğler sunulan Risâle-i Nur, Çarşamba günkü Yeni Asya Gazetesinde çıkan haberden öğrendiğimize göre Kasım ayı içerisinde yine konuyla ilgilenen dünya ilim ehlinin gündemine oturacak. Hem de dünyanın çeşitli ülkelerinden çok sayıda akademisyenin katılımıyla. Bu akademisyenler ABD, Bulgaristan ve Bosna Hersek’te düzenlenecek 4 konferansta tebliğ sunacaklar.

Konferanslardan ilki ABD Ohio eyaletinin Cleveland şehrindeki John Carrol Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Bediüzzaman Said Nursî kürsüsü tarafından gerçekleştirilecek. 6 Kasım 2006 günü yapılacak bu konferansın konusu “Modern Türkiye’de İslâm: Said Nursî Perspektifi.” Yine ABD’de ‘Risâle-i Nur’a Göre Kötülük Kavramı ve Haşir’ konulu uluslar arası bir konferans 19-20 Kasım 2006 tarihlerinde düzenlenecek. 23 Kasım 2006 tarihinde Bulgaristan’da Sofya Üniversitesi’nde “Çağdaş İslâm Düşünürü Said Nursî” konulu ve yine aynı tarihte Bosna Hersek’te, Bosna Hersek Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından uluslar arası Said Nursî Konferansı gerçekleştirilecek.

Evet, çağın içinden çıkılmaz hâle gelmiş problemlerine en etkili çözüm Kur’ân’ın çağdaş tefsiri olan Risâle-i Nurlarda.

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gençliğin ürküten gidişatı



En büyük meselemiz evâtlarımız. En büyük endişemiz yavrularımızın geleceği… Korkunç bir gafletin hüküm sürdüğü asrımızda hevesatlarının peşinden dolu dizgin giden gençlerin durumuna acımamak mümkün mü? İçimiz kan ağlıyor. Gençlerin vaziyetleri gözlerimizin ferlerini bulanıklaştırıyor, yüreklerimiz onların içinde bulunduğu hâletin ateşiyle adeta cayır cayır yanıyor.

Karanlıklardan beslenenlerin yavrularımız üzerindeki emelleri insan olan insanların kanlarını donduruyor. Sadece gençler değil, bir kısım analar da, bir kısım babalar da büyük bir gaflet gayyasında yüzmektedirler. Aklı başında olan ve tehlikenin farkında olan ebeveynleri gençler dinlemiyor artık. Özgürlüğün hayvanların hayatını çağrıştıran anlamı topluma hakim adeta…

Zamanın tehlikelerinden oğullarını, kızlarını kurtarmanın peşinde olan anne ve babalar büyük bir endişe ile kıvranmaktadırlar. Acaba yavruları da sokaklarda ar ve hayadan yoksun bir şekilde gezinenler gibi olabilir mi?.. Olursa ne yapabilecekler bu bîçare yürekleri yanık ebeveynler?..

Bir derin endişedir bizlerin uykusunu kaçıran. Ciğerparelerimiz için duâ etmekten başka çaremizin olmadığını düşünüyoruz. Bizler dünyanın fitne ve fesadından yavrularımızı kurtarmanın peşine düşerken, bazen en yakınlarımız bile yavrularımızın güya gelecekleri adına onları ateşe doğru sürüklemektedirler.

“Geleceğini güvenceye alsın” temennisi altında nice yavrular geleceğin karanlık vadilerine atılmaktadırlar. Bazen babalar, bazen analar ciğerparelerin elinden tutarak onları sonu belirsiz istikametlere yöneltmektedirler. Çünkü dünya çok cazip gelmektedir bizlere. Hem de gözümüz önünde örnek alacağımız çok kişiler vardır ki, fetvaya müracaat etmekten hiç çekinmeyiz.

Falanın oğlu da, fişmekanın kızı da oralarda değil mi canım? Hem ne derler? “Bu yavrucağı neden sosyal hayatın içine salmadın” demezler mi? “Sen ne biçim tahsil görmüş babasın” demezler mi? “Eh ne yapalım zaman böyle gerektiriyor, biz ne yapabiliriz ki” diyecek çok ukalalar çıkar karşımıza. Böylece bizler endişeliyken yavrularımız gözyaşlarıyla bize yalvarırlar, “Ne olursun babacığım, ne olursun anacığım beni de gönderin o mekânlara, ben de evde kapalı kalmayayım. Bakınız kimler vardır oralarda?”

Çok dayanırız ve belki de daha fazla direniriz, ama sonunda pes eder ve yavrularımızı dünyalıların insafına terk ederiz. Ve sonraları da vicdan azabımızı dindirmek için kendimizi alıştırmaya çalışırız. “Ne yapalım zaman böyle” der işin içinden çıkarız.

Neticede bir gün gelecek, sokakta görüp acıdığımız, hayamızdan dolayı başımızı kaldırıp bakamadığımız nice genç gibi, yavrularımızın da sokakların insafına terk edildiğini görürüz. İnsanın dili varmıyor böyle şeyler ifade etmeye. Ama başka ne yapabiliriz ki?..

“Ölüm var”, “Cehennem var” diye avazımız çıktığı kadar bağırsak da sesimizi ne yazık ki duyuramıyoruz. Yavrular, bağrı yanık ebeveynlerin, başkasının günahına ağlayan ulu kişilerin hissettiklerini görmekten, duymaktan uzaktırlar. Dünyanın yalancı güzellikleri ve geçici çekicilikleri onları esareti altına almıştır. Ne denilirse denilsin, onlar hoplamaya, zıplamaya devam etmektedirler. Sefih medeniyet katletmiştir insanlığımızı. Geleceğimizin teminatı olan gençler nefsin ve şeytanların tuzaklarına yakalanmış gibi görünmektedirler. Ama büsbütün de ümitsiz değiliz. Zira bizlere ümit verecek gençler de vardır dünyamızda. Onlar ulu orta görünmeyebilirler. Ama onların da bulunduğu aydınlık mekânlar vardır şüphesiz.

Hâsılı bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da huzur iklimine yelken açanların sevinciyle neşe alıyoruz. Bu neşemizin daha da mânâ kazanması için, yavrularımıza, sadece dünyevî bir gelecek biçmek yerine, uhrevî mânâların hâkim olacağı bir dünya kazandırmalıyız. Yoksa “Rızasıyla zarara girene acınmaz” hükmüne mâsadak oluruz. Allah korusun…

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cumhur, Cumhuriyet'ten vazgeçmez



Lâfı başka tarafa çekmenin, öyle iğneli iğneli konuşup durmanın hiç gereği yok. Zaten kendisi "cumhur" olan halkımızın mutlak çoğunluğu, sistem olarak Cumhuriyeti kabullenmiş, özümsemiş ve dahi sahiplenmiştir.

Demokratik cumhuriyeti ise, bir hayat tarzı olarak benimsemiş ve içine sindirmiştir.

Bunlardan vazgeçmesine veya kalkıp bir başka rejimi tercihe yönelmesine en ufak bir ihtimal dahi veremiyoruz.

Kaldı ki, bunları bırakıp başka türlü bir rejime geçelim diyen, böylesi bir teklifi seslendiren de yok, bugün için...

O halde ne oluyoruz öyle? Neden her vesileyle çıkıp tehlike çanları çalınıyor?

İkide bir âvazlanarak "Yok, cumhuriyet tehlikede. Yok, demokrasi tehlikede" deyip durmanın âlemi ne?

Cumhuriyet ilân edileli tam 83 yıl oldu. Kör topal gitmesine rağmen, demokrasimiz de 60 yaşında.

Şimdiye kadar, bu iki siyasî/sosyal nimeti yıkmaya, onları ortadan kaldırmaya kimsenin gücü yetmedi. Bundan sonra ise, hiç yetmez.

Demokratik cumhuriyet, arada bir vurulmadı, hançerlenmedi değil. Yaşandı bunlar; üstelik, çok derin yaralar açıldı.

Ancak, bu necip millet açılan o yaraları da vargücüyle kapatmaya çalıştı.

Yaraların sarılması sürecinde, halkımız cumhuriyetten caymak, demokrasiden soğumak bir yana, bilâkis bu erdemli sistemlere daha çok sarıldı, daha ziyade sahip çıktı.

Dolayısıyla, şuna herkes inanmalı ki, halkımız tarafından demokratik cumhuriyete gelebilecek herhangi bir tehdit, yahut tehlike ihtimali söz konusu dahi değil.

Kaldı ki, cumhuriyetin mânâsını zıddına inkılâp ettiren ve birkaç kez de demokrasiye süngü darbesi vuran halk değil, başka oluşumlardır.

Şayet, herhangi bir tehdit söz konusu ise, yine geçmişteki o sâbıkalı oluşumlardan, yani cuntalardan sakınmak gerekir.

Zira, bu millete ve bu ülkeye hiç kimse zarar verememiştir, onların verdiği kadar.

Şükür ki, artık cuntacılığın da cılkı çıktı ve bu tür teşebbüslerin hiçbir derde devâ olmadığı belleklere, vicdanlara iyice kazınmış oldu.

Vay canına

Medenî ülkede ser–seri cinayetler

Ülkemizde, sonunda seri cinayet işleyen serseri katiller de çıktı.

Çıkar abicim çıkar; işin ucunda ölüm (idam) yok ya...

* * *

Azizim, şu Türkiye nasıl bir ülke?

Gelişmekte olan medenî bir ülke.

Güzel. Peki, bu medeniliğin bâriz alâmeti ne?

Cevabı çok basit: İdam cezasının kaldırılması.

Nasıl yani? Pek anlayamadım. İdam cezasının kaldırılmasıyla medeniliğin, gelişmişliğin ne alâkası var?

Yahu, bu sorunun cevabı daha da basit: Meselâ, yakın bir tarihe kadar bile bakanların, hatta başbakanların bile idam edildiği bir Türkiye'de, bugün her türden câniler, zâniler, katiller, hatta en azgın teröristler bile idam edilmiyor. Yani, şimdi bu az bir gelişme midir?

Vay canına...

Demek ki, az bir zamanda çok büyük işler başarmışız. Bayağı da medenileşmişiz ha...

* * *

Yahu arkadaş, şu Amerika nasıl bir ülke?

O da medenî, üstelik gelişmiş bir ülke.

Peki, orada durum nasıl? Yani, meselâ orada idam var, idam?

Galiba varmış...

Haydaaa... Al sana bir kez daha vay canına.

Medeniyet adına ortada bir paradoks var, ama ne? Yoksa, "medeniyet çatışması" denen muammanın bir ucu da bu mu?

Günün Tarihi

Anadolu'yu yakan Mondros Ateşkesi

30 Ekim 1918: Limni Adasının Mondros sâhilinde biraraya gelen Osmanlı ve İtilâf Devletleri temsilcileri, Birinci Dünya Savaşını sona erdiren ateşkes (mütareke) antlaşmasına imza attılar.

Bu antlaşma, Osmanlı hükümetinin sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda ülke topraklarının yarıdan fazlasının işgal edilmesini de netice verdi.

Aynı zaman zarfında Anadolu ve Rumeli'nin hemen her tarafında kurulmaya başlayan Müdafaa–i Hukuk Cemiyetleri, mütareke şartlarını kabul etmeyerek ülkenin bağımsızlığı için bilfiil harekete geçti.

Kısa sürede yaşanan önemli gelişmeler

Dört yıl evvel başlayan Dünya Harbi, Eylül 1918’e gelindiğinde, bu savaşın Osmanlı ve müttefikleri açısından bir mağlûbiyet olduğu kesinlik kazandı.

Bunun üzerine, mağlûbiyeti kabul eden ülkelerden Bulgaristan 29 Eylülde, Almanya ise 4 Ekim'de ABD’ye başvurarak barış için arabuluculuk yapması teklifinde bulundu.

Bu durumda Osmanlı Devletinin de eli kolu bağlanmış oldu. Üstelik, ülkenin hemen her tarafında topyekûn işgal girişimleri başlamış durumdaydı. Yani, şartlar alabildiğine zorlaşmıştı.

İşte, bu ağır şartlar altında kalan Osmanlı da, 5 Ekimde ABD Başkanı Wilson’a başvurarak barış girişiminde bulunmasını istedi.

Bu arada, İttihatçı Talat Paşa kabinesi istifâ etmek zorunda kaldı. (8 Ekim) Onun yerine 14 Ekim'de İzzet Paşa geldi, yeni bir hükümet kuruldu.

İşte, Mondros Mütarekesini imzalayan da bu yeni hükümetin temsilcileriydi.

Ateşkes şartları işgalin kılıfı oldu

İki taraf arasında 30 Ekim günü imzalanan yirmi beş maddelik antlaşma metni, Osmanlı hükümetini her yönüyle pasif ve etkisiz bir hâle getirildi.

İşte, esaret şartlarına benzeyen o fecî antlaşmanın birkaç maddesi:

1) Boğazlar açılacak. Güvenliği sağlamak için de, İstanbul ve Çanakkale Boğazı Osmanlı'nın değil, İtilâf Devletlerinin kontrolü altında tutulacak.

2) Osmanlı sınırındaki bütün mayın alanları temizlenecek, gerekirse bu konuda yardım istenecek.

3) Asker sayısı azaltılacak, komutanların çoğu terhis edilecek ve bunların teçhizatı da İtilâf Devletlerine teslim edilecek.

4) Osmanlı donanmasına bağlı büyük gemiler silâhtan arındırılarak denetim altında tutulacak ve bu gemiler limanlardan dışarı çıkmayacak.

5) İtilâf Devletleri, bir direnişle karşılaşmaları halinde, silâhla müdahale etme, hatta işgal girişiminde bulunma hakkına sahip olacak.

6) Osmanlı hükümetinin bütün haberleşme işlemleri İtilâf Devletlerince denetlenecek.

7) Kuzey Afrika ve Arabistan'da bakiyesi kalmış olan Osmanlı orduları, İtilâf kuvvetlerine teslim edilecek.

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namazda tadil-i erkân



Şakir Bey: “Namazda rükün ne demektir? Tadil-i erkânın hükmü nedir? Uyulmaması namazı ifsad eder mi? Bu durumda sehiv secdesi yapmanın hükmü nedir?”

Namazın altısı namaz dışında, altısı da namaz içinde olmak üzere on iki farzı bulunmaktadır. Bu farzlardan namazın içinde olanlara aynı zamanda “rükün” de denmektedir. Yani namazın, üzerine bina edildiği ana çatı demektir. Bir bina düşünün; temel, sütun ve direkleri sağlamsa bina sağlamdır; çürükse bina da çürüktür ve her an yıkılmaya hazırdır. Namazın farz olan rükünlerini binanın üzerine kurulduğu ana sütunlara benzetirsek; bu rükünlerin sağlam olması, namazın da sıhhatinin şartlarındandır. Birisinin fesada uğraması ise namazın sıhhatine engeldir; namaz sahih olmaz. Meselâ namazda iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde ve teşehhüt miktarı oturmak farz olduğundan, bunların birinin eksik olması halinde namaz sahîh olmaz. Bu rükünlerden birisi unutularak da olsa özürsüz olarak yapılmamış olduğu sonradan anlaşılsa, namazı iâde etmek gerekir. Bunlardan birisini imamın da yapmadığı anlaşılırsa, yine namazın iâdesi şarttır.

Namazda tadil-i erkân, rükünleri rükün yapan temel davranışlar demektir. Tadil-i erkân Şafiî ve Mâlikî Mezhepleri ile Hanefî mezhebinden İmam-ı Ebû Yûsuf’a göre farzdır. İmam-ı Azam ile İmam-ı Muhammed’e göre ise vaciptir. Bu durumda tadil-i erkânı da namazın ana çatısı içinde düşünmeli ve namazda tadil-i erkân’a riayet etmelidir. Meselâ; kıyamda dimdik durmak, rükûda sırtın dümdüz olması ve en az bir defa “sübhane rabbiye’l-azîm” diyecek kadar beklemek, rükûdan kalktıktan sonra belini iyice doğrultmak ve burada “sübhanallah” diyecek kadar beklemek, secdede en az bir kere “sübhane rabbiy’el a’lâ” diyecek kadar beklemek, secdede alınla beraber burnu da yere koymak, iki secdeyi birbiri ardınca yapmak, iki secde arasında “sübhanallah” diyecek kadar beklemek tadil-i erkândandır.

Ebû Hüreyre (ra) rivâyet ediyor: Allah Resûlü (asm) mescitte iken bir adam geldi ve namaz kıldı. Peygamber Efendimiz (asm), adama: “Dön ve namazını tekrar kıl; sen namaz kılmış sayılmadın!” buyurdu. Adam namazını yeniden kıldı. Allah Resûlü (asm) daha sonra namazı şöyle anlattı: “Namaza durduğunda tekbir al. Sonra Kur’ân’dan Ümmü’l-Kur’an’ı (Fatiha’yı) ve sana kolay geleni oku. Sonra mutmain oluncaya kadar rükû yap. Sonra rükûdan dimdik oluncaya kadar kalk. Sonra secdeye var. Mutmain oluncaya kadar secdede kal. Sonra doğruluncaya kadar kalk. Bundan sonra bütün namazlarında böyle yap.”1

Peygamber Efendimiz (asm): “Namazdan çalanlar hırsızlık bakımından insanların kötüsüdür” buyurmuştu.

Ashab-ı Kiram; “Ya Resûlallah, insan namazdan nasıl hırsızlık yapar?” diye sorunca, Allah Resûlü (asm):

“Namazda rükû ve secdeyi tam olarak yapmazsa namazdan çalmış olur!” buyurmuştur.2

Bir başka hadislerinde ise Allah Resûlü (asm):

“Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kılmıştır. Kim abdestini güzelce alır; vaktinde namazını kılar; namazını huşû ile kılar, rükû ve secdesini tam yaparsa, Allah’ın onu affedeceğine dâir sözü vardır. Böyle yapmayanlar için Allah’ın sözü yoktur. Allah dilerse affeder, dilerse azap eder”3 buyurmuştur.

Görüldüğü gibi namazı tam ve eksiksiz kılmak, Allah’ın rızâsına vesile olması açısından önemli bir farîzadır. Şu halde rükünlere riâyet etmek ve tadil-i erkân üzere kılmak, namazın “tam” ve “kâmil” olması için önemli birer kilometre taşı mesabesindedir. Tadil-i erkâna bilerek riayet edilmediği takdirde, bu, namazın bozulmasına sebeb teşkil eder. Unutarak riâyet edilmez ise, “vacip” diyenlere göre sehiv secdesi kurtarmakla beraber; “farz” diyenlere göre namaz yine bozulmaktadır. İmam tadil-i erkana riayet etmemiş ise, namazın mühim rükünlerinde arızalar meydana gelmiş demektir, en azından sehiv secdesi gerekir. Bu da yapılmazsa namaz eksik kılınmış demektir. Tadil-i erkâna riayet etmeyen kimseler imamlık yapamazlar; böyle bir imamın arkasında kılınan namazın iade edilmesi ihtiyata daha uygundur.

Tadil-i erkâna bilerek riâyet etmemekten kaçınmalıdır. Sehven riâyet edilmediğinde ise sehiv secdesi yapılmalıdır. Bu durumda sehiv secdesi yapmak vaciptir.

Dipnotlar: 1- Müslim, Salât, 45 2- Müsned, 3/56 3- Ebû Davud, Salat, 8

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Toplantı haftası



2006 yılı sonbahar dönemi temsilciler toplantımız bu hafta sonu, 4 Kasım Cumartesi günü İstanbul-Güneşli’deki tesislerimizde yapılacak. Bu vesileyle, 20 Mayıs 2006’da yapılan bahar dönemi toplantısından bu yana gazetemizle ilgili olarak yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlayalım:

Faaliyetler:

1. Önceki toplantıdan bu yana geçen sürede gündem oluşturan Danıştay saldırısı, İsmail Ağa cinayeti, irtica tartışmaları, terör, TMK, askerin çıkışları, AB sürecindeki duraklama, demokratikleşme gibi konularda, Risâle-i Nur’dan aldığımız ölçülere dayanan ilkeli, tutarlı, yapıcı ve dengeli yayınlarımızla Yeni Asya farkını ortaya koymaya devam ettik.

2. Manşetlerimiz, köşe yazılarımız, röportajlarımız ve karikatürlerimiz ses getirmeye, bizim dışımızdaki yayın organlarında ve internet sitelerinde iktibas edilmeye devam etti.

3. Farklı organizasyon ve dâvetlerle katıldığımız dış geziler sürdü.

4. Hukukî baskılar, Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır’a, Danıştay saldırısı sonrasında attığımız “Oyun geri tepti” manşetimiz sebebiyle TCK 301 ve 288. maddelerden açılan dâvâ ile sürerken; bu dâvâ, basında bize destek veren yorumlara konu oldu. Şükrü Bulut’la Ali Ferşadoğlu’na ve Yazıişleri eski Müdürümüz Mustafa Döküler’e önceden açılan iki ayrı 216 dâvâsında ise beraat ettik.

5. Verdiğimiz promosyonlarla 6 yıldır kesintisiz süren kültür hizmetlerini devam ettirdik. Bu yolla ‘Vatan sathını bir mektep yapma’ gayesine önemli katkılar sağladık.

Hedefler:

1. Geçen yıl başlattığımız açılım sürecinin devam etmesi.

2. Gazeteyi güçlendirmek ve yetersiz olduğu alanlarda ikmal etmek için gerekli kadro ve altyapı takviyelerinin gerçekleştirilmesi.

3. Gazete tanıtım çalışmalarına ağırlık verilmesi.

***

Külliyat tamamlanıyor

Risâle-i Nur’u yeni bir tanzim ile yayınlama projesinde son aşamaya gelindi. Yeni Asya Neşriyat, alt yapı hazırlığıyla birlikte üç sene süren bir çalışma sonunda, bugüne kadar; Sözler, Mektûbât, Lem’alar, Şuâlar, Tarihçe-i Hayat, Asâ-yı Mûsâ, İman-Küfür Muvazeneleri, Mesnevî-i Nûriye, Kastamonu Lâhikası, Emirdağ Lâhikası, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî ve Muhakemat adlı eserleri renkli, büyük tarzıyla satışa sundu. Yeni Asya Neşriyat Koordinatörü Oğuz Umurca’nın verdiği bilgiye göre, Barla Lâhikası da baskı aşamasında bulunuyor. Külliyatın, yeni tanzimle yayınlanacak 14. ve son eseri olan İşârâtü’l-İ’câz’ın ise son gözden geçirmeleri yapılıyor.

Yeni tanzimle yayınlanan kitaplar Risâle-i Nur’u derinliğine anlama bakımından okuyucuya büyük kolaylıklar sağlıyor. Metne ait lûgatçenin aynı sayfalarda verildiği kitaplarda indeks, dipnot ve kronolojik bilgiler de yer alıyor.

Bundan sonraki aşamada ise aynı eserlerin renkli, orta boy tarzları baskıya hazırlanacak. Şu ana kadar Sözler, Mektubat ve Lem’alar’ın orta boy baskıları piyasaya sunuldu.

***

Yeni Asya TÜYAP Fuarında

TÜYAP İstanbul-Beylikdüzü Fuar ve Kongre Merkezinde gerçekleştirilen “İstanbul Kitap Fuarı,” kültür ve edebiyat dünyasını bir araya getirecek.

25. kez kitapseverlere kapılarını açan fuara, Yeni Asya Neşriyat da seçkin ürünleriyle katılıyor. Başta Risâle-i Nur Külliyatı olmak üzere, diğer kitapların da teşhir ve satışı yapılacak olan fuarda, imza günleri de düzenlenecek.

Yeni Asya, fuar alanında Salon 2, No 611/A’da bulunan standında 11:00-22:00 saatleri arasında ziyaretçilerini bekliyor. 28 Ekim'de açılan fuar 5 Kasım'a kadar devam edecek.

***

Dergilerimiz Kiler mağazalarında

Yeni Asya Medya Grubu tarafından yayınlanan Genç Yaklaşım, Bizim Aile ve Can Kardeş dergileri Kiler mağazalar zincirinin yurt çapına yayılmış olan 120 mağazasında, özel standında satışa sunulacak. Dergilerimizin her sayısına mağazanın tanıtım kataloglarında da yer verilecek.

Hepinize iyi haftalar dileriz.

30.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Sevmek istiyorum cumhuriyeti



83. yaşını kutladık Cumhuriyetin.

Daha nice 83 yıllara, devletimiz ve milletimizin ebediyen payidar olması dileğinde bulunduk.

Cumhuriyeti tek parti idaresinden ve 10. yıl marşından ibaret görenler, elbette ki, çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte rejimin amacından saptırıldığına inandılar.

Onlar için cumhuriyet demek, ortaokul öğrencilerinin dahi resmî şapkalarla okula gidip geldiği, yavru kurtların “Cumhuriyeti bir baştan yarattığı, memleketin demir ağlarla örülüp,” jandarma ve tahsildar korkusuyla idare edildiği, 10. yıl marşının her sabah söylenmesi demekti.

“10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan” denilirken, millî sanayinin çarıklı neferlerinin resmî geçit yapmasını arzu ettiler her zaman.

Birilerine göre de 83 yıl, Cumhuriyetin içinin neden demokrasi ile doldurulamadığı sorusunun sorulduğu gün demekti.

Başka bir göstergeye gerek yoktur.

Üç darbe, çok sayıda başarısız ihtilâl girişimi ve nihayet bir post modern darbe süreci ile demokrasiye karşı direnmiş bir cumhuriyetimiz var.

Ve bu Cumhuriyetin sorun çözme yeteneği gelişmemiş. Ancak kriz üretiminde oldukça mahir...

Ve bu Cumhuriyet hâlâ resmî ve buyurgan bir kesim tarafından millete karşı bir töhmet unsuru olarak gösterilebiliyor.

Anıtkabir’e gidenlerin çokluğu, gitmeyenlere karşı bir gövde gösterisi olarak takdim ediliyor, birileri ilk bulduğu fırsatta Cumhuriyeti yıkacakmış gibi bir ithamla yaşatılmak isteniyorsa, 83 yaşın verdiği olgunluğa rağmen, evlâtlarını, torunlarını, çocuklarını, gelinlerini, yakınlarını kucaklayamıyor demektir. Bizim cumhuriyetimiz biraz asabî ve huysuz ihtiyarı andırıyor. Kendisini sevip kucaklamak, dizine oturup, sakalını sıvazlayıp, hayat bulmak isteyenlere karşı hoşgörülü değil.

180 ülke arasında hayat standardımız 90. sırada. Bırakın cumhuriyetin ilk devirlerini. Elbette ki bu ülke kurtuluş savaşının küllerinin arasından doğdu. Ancak o külleri de bir türlü üzerimizden atamadığımız bir vakıa.

1960’da kalkınma yarışına birlikte çıktığımız İtalya, İspanya 20 bin dolar gelir seviyesine koşuyorlar.

Bizim çok gerimizde olan 1970’lerde dahi bize imrenen Uzakdoğu ülkeleri, komşumuz Yunanistan bizim 4-5 katımız gelir seviyesini yakaladılar.

83 yaşında vatandaşını kucaklayamayan ve demokratikleşmeye karşı direnen bir Cumhuriyetimiz var.

Ve bu “Cumhuriyetimizi koruma kollama” uğruna çoğu zaman demokratik haklarımız elimizden alınıyor. Partilerimiz kapatılıyor, Cumhuriyeti kuran parlamentomuzun kapısına kilit vuruluyor, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olanlar itilip, kakılıyor. Bu da Cumhuriyet ile millet arasında fay kırıkları oluşturuyor.

Ve bu Cumhuriyetimiz sorunları çözme yeteneğinden çok uzak.

Cumhuriyet kuruldu, bölünme korkusu vardı, hâlâ var.

Cumhuriyet kuruldu, irtica korkusu vardı, hâlâ var.

Cumhuriyet kuruldu, Kürt devleti korkusu vardı, hâlâ var.

Demek ki 83 yılda bu sorunları çözememişiz.

Ve 83 yılında istikrarı arıyor Türkiye.

İstikrar o denli önemli ki...

17 Aralık 2004’te AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasından bu yana 2.5 yılda istikrar uğruna ülkeye gelen yabancı sermaye yatırım 17 milyar dolar. Bu rakam 1980’den 2003 yılına kadar gelen yabancı sermayeye eşit.

Demokratikleştirip bizi kucaklaşmasını istiyoruz Cumhuriyetin.

Kriz üretmesini değil, çözüm bulmasını, ülkeyi geren bir unsur olmasını değil, kucaklamasını arzu ediyoruz.

Biz adı Cumhuriyet olan 83 yaşındaki bu dedemizi, sevip, okşamak, dizinin dibine oturup, onun başımızı sıvazlayıp, öğütler vermesini talep ediyoruz.

Cumhuriyet düşmanı filan değiliz.

Sadece Cumhuriyetin özgürlükçü, kalkınmacı, demokratik bir rejime dönüşmesi için çaba gösteriyoruz.

Evimizin içini düzeltip, sokağımızın önüne temizlemek istiyoruz.

Tencereyi pisletenler diye her defasında bir araba dayak yiyoruz, ama çok iyi biliyoruz ki, onlar iş başına gelince, demokrasinin iffetini kirletiyor…

30.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004