Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Dünyaya ve âhirete çağıranlar



Cenâb-ı Hak şu dünyamızı kâinatın kalbi ve bir nev’i mânevi merkezi gibi yaratmıştır. Çünkü, muhtelif âyetlerinde onu semâvâta denk tutarak, dünyayı bir kefeye semâyı diğer kefeye koymaktadır.

Dünya, Esmâ-i Hüsnânın nihâyetsiz tecellilerine mazhar, nakışlarına vesile, âhiret âlemlerine bir tarla, ebedî manzaraların çekildiği yer, cin ve insanların işlediği amellerine zabt edildiği bir imtihan salonu ve nihayetsiz masnuât-ı İlâhiyenin yaratıldığı muhteşem bir san’at galerisi gibi nâmütenâhi maksatların gerçekleştiği bir mekândır. Dünyanın dışındaki gezegenlerde bu maksatlar tâkip edilmemiştir. Kâinatın Efendisi burada yaratılmış ve cin ve insanların imtihanları sadece bu dünyada yapılmaktadır. Dünya imtihanı da herkes için bir defaya mahsus olarak gerçekleşmektedir. İkinci bir deneme de yoktur.

Cenâb-ı Hak bir âyetinde “Bu dünya hayatı yalnız bir oyun ve oyalanmadır.” buyurmaktadır. “Mal ve evlâtlarınız bir imtihan vesilesidir.” âyeti de hayatın iç yüzünü nazara vermektedir. Yaratılışın gayesi Allah’ı tanımak ve O’na iman ile ibâdet olduğunu bilen samîmi mü’minler, imtihandan geçtiğini bilir ve hayatını boş hayaller ve eğlenceler ile bir oyalanma içinde geçirmezler. Çünkü, hayat çok kısa ve yapılacak işler pek çok ve ebedî hayatın saâdeti burada kazanılacaktır.

“Dünya sevgisi bütün hatâların başıdır.” hadisini açıklayan Bediüzzaman Hazretleri dünyanın üç yüzü olduğunu belirtmektedir. Birincisi, Esmâ-i İlâhiyeye aynalık yapan güzel yüzü. İkincisi de, âhirete tarlalık yapan bereketli yüzü. Üçüncüsü ise, insanların nefsâni ve şehevâni duygularına hitap eden ve ehl-i dünyanın oyalandıkları yüz. Evvelki iki yüzü sevmek Allah’ı ve âhireti sevmeye vesile olduğu halde, üçüncü yüzü Allah’ı unutturan ve âhireti yok saydırıp oraya çalışmaya engel olan çirkin yüzdür. Hadis-i şerifin lânetlediği ve kötülediği yüz, dünyanın bu üçüncü yüzüdür. Mal, mülk, para, makam, mevki ve şöhret gibi şeyler, eğer mahiyeti bilinmezse insanı baştan çıkarır, aklını başından uçurur ve âhiret hayatının mahvına sebep olur. Dünyanın üçüncü yüzünde bunlardan başka daha bir çok câzip şeyler ve fantâziyeler vardır ki onlar insan nefsini mıknatıs gibi kendine çeker ve insanın ulvî duygularını sukut ettirerek, melekler derecesinden hayvanların da altındaki derekelere sürükler.

Günde beş defa kılınan namazda kırk defa okunan Fatiha Sûresinde, Allah’tan bizi doğru yola iletmesini isteriz. Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salih kulların gittiği bu yol, Kur’ân-ı Kerim’de sırât-ı müstakim olarak bir çok âyette geçmektedir. Hadis-i şerife göre, etrafı sağlam duvarlarla örülü geniş ve dosdoğru yol olarak tarif edilen bu yolda helâllerin ne olduğu belirtilmiştir. Haramlar da bellidir ve duvarın arka tarafındadır. Bediüzzaman’ın ifâde ettiği gibi, “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” Evet, Kur’ân ve Sünnetin tarif ettiği bu dosdoğru yol, insan duygularının ihtiyacı olan bütün meşrû ve helâl keyiflere kâfi gelir, harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.

“İnsanlar bu dünyada rüyada gibidirler. Ancak, öldükleri zaman uyanırlar.” hadisi çok ilginçtir. “Şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.” diyen Bediüzzaman aynı gerçeğe açıklık getirmektedir. “Hele bana şöyle gelir. Bir göz yumup açmış gibi.” mısralarıyla Yunus Emre de aynı mânâya işâret etmektedir.

Mahiyeti bahsi geçen hakikatler çerçevesinde olan dünyanın bu câzibedâr yüzüne ekser insanlar dâvet etmektedir. Başka sebepler de vardır. Bunları nazara veren Bediüzzaman der ki; “Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbap çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın sûri tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulûvv-i himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye dâvet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâîleri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.” (Lem’alar S.304)

Evet, uhrevî bir cemaat kimliğiyle Ümmet-i Muhammed’i (asm) sahil-i selâmete çıkaran bir gemide çalışan hademeler olan ve ehl-i imanın imanını Risâle-i Nurlar ile muhafazaya çalışan Nur talebeleri, yüzleri âhirete dönük, dünyaya da âhiret hesabına bakan ve insanları âhirete çağıran şuurlu bir fedâiler topluluğudur. Bir parça da olsa dünyaya alıştırılmaya ihtiyaçları yoktur.

Not:

Bütün okuyucularımızın ve âlem-i İslâmın Kurban Bayramını tebrik eder, hem Bayramın hem de yeni yılın hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Siyasette usûl-2



Dahilde silâh kullanmama kuralını en iyi işleyenlerden birisi Bediüzzaman olmuştur. On Altıncı Lem’a’da şöyle yazar:

“Sual: Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükümete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükümetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin membaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına ve bid’aların bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini duâ ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükümetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.

Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.

Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’âniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-ü rızamla, böyle kıymettar kardeşlerimin her birisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zararımızı hissediyordum. Hattâ Zekâi’nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar mânevî faydasını kaybettirdi. (Lem’alar, s. 107)...”

İran’ın dış siyaseti maslahat üzerine kaimdir. Azerilere karşı Ermenistan’la ittifakı bunu göstermekte olduğu gibi, Baas’ın iki kanadından biri olan Suriye Baas’ıyla yakın ilişkiler kurmasına karşılık, Irak Baas’ıyla çatışma noktasına gelmesi de maslahatçı bir tutumun sonucudur. Soğuk Savaş döneminde ABD’ye karşı Sovyetler’e yakınlığı, aynı doğrultuda Irak işgali sırasında da Saddam’a karşı ABD ile dolaylı işbirliği bu politikanın ipuçlarını vermektedir. Esat ile Saddam arasında pragmatik bir seçim yapılmıştır. Saddam’a karşı devrim, Hafız Esad’a karşı işbirliği politikası. Birisine devrim, diğerine evrim politikası. Bush yönetimi, Ayetullah Humeyni’nin gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediğini altın tepsi içinde kendi elleriyle takdim etmiştir.. Ama isteyerek değil. Pragmatik politikaların zorlamasıyla. Bununla birlikte ABD de yine Irak’ta maslahatçılığının kurbanı olmuştur. Merhum Ayetullah Humeyni’nin rüyasını gerçekleştirmesi buna delildir. Bu siyasî bir yenilgi olduğu gibi, Powell gibilerinin de itiraf ve ikrarıyla direniş karşısında askerî açıdan da bir yenilgidir. Siyaseten Şia’ya, askerî olarak da Sünnîlere yenilmiştir. ABD önce İran devrimini durdurabilmek için Saddam Hüseyin yönetimini arkalamış, ardından bölgeye yerleşebilmek için Saddam’ın Kuveyt’e girmesine göz yummuş, hatta azmettirmiş ve ardından da geriye sadece Irak’ın işgali kalmıştı. Zamanın olgunlaştığını görerek bizzat Irak’a girmek için de 11 Eylül’ü bahane etmiş ve kullanmıştır. İran da fırsatçılık yapınca, maslahat birliği iki zıt kutbu Irak’ta buluşturmuş ve tarihin en garip siyasî olaylarından birisi gerçekleşmiştir. İki düşman ‘müttefik’ olarak Irak’ta buluşmuştur. Bunlar pragmatizm üzerinden zıtların buluşmasıdır. İstikametleri ayrı olmakla birlikte, yöntemleri aynıdır. Bush ve Nejad gibi. Bu buluşmanın en büyük zararını genelde bütün Iraklılar, özelde ise Sünnîler çekmektedir. İran dolaylı bir biçimde ABD’ye karşı direnişi överken, kendi özel projesi için de Şiî milisleri ve partileri desteklemektedir.

İran’ın bu şekilde bağa destursuz girmesi, bölgesel dengeleri de altüst etmiş ve bozmuştur. Irak denklem dışında kalırken, kutuplaşmada Irak’ın yerini kısmî olarak Suudi Arabistan alıyor görünmektedir. Bütün bunların nedeni ileriyi görememek ve kardeşlik ve umumun maslahatı yerine, fırsatçılığı ve zümre maslahatçılığını öne çıkarmaktır. Önce Suriye, ardından da Irak politikaları göstermiştir ki, İran’ın çıkarları Sünnî dünyayı temsil etmemektedir. Hatta tezad arzetmektedir. Bütünü kuşatıcı politikalar yerine ‘gel bana tabi ol’ yaklaşımı benimsendiğinde ve bunun sonucu maslahatlar çatıştığında orta yol nasıl bulunacaktır? Orta yol bu durumda maslahatlar üzerinden bulunamaz. Daha doğrusu herkes maslahatını önceler ve başkasının maslahatını kendi maslahatı gibi değil de, kendi maslahatını başkalarının maslahatı gibi gösterirse çatışma kaçınılmazdır. Bunu önlemenin tek yolu ise, ahlâkî kriterleri ve maslahat yerine ilkeleri öne çıkarmaktır. İlkeler üzerinden hareket ettiğimizde de parçalı maslahatlar da temin edilmiş veya en azından çatışmamış olacaktır. Maslahatçılık hadde tecavüzü, hadde tecavüz de çatışmayı tetikler. Özel ilişkilerimizde de, siyasî ilişkilerimizde de ahlâkî boyutu yeniden keşfetmemiz ve ona riayet etmemiz gerekiyor. Bunu sağlayamazsak, kendi zeminimizi çürütür ve yok ederiz...

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Bayramın üçünde bir sabah



Kurban Bayramının üçüncü sabahı. Oldukça erken bir saat. İnşirahın boy verdiği, rızkın bereketlendiği, fikirlerin filizlendiği bir zaman kesiti. Lemaat’tan “hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat” mevzuunun sürüklediği menfî/müsbet kıyasında, imanın ruhu ve ruhun cesedi “mütelezziz” kıldığı haletin anatomisine dalıyorsunuz. Akabinde vicdanın ruha yaşattığı “saadet-i acile” ile mündemiç potansiyeline ulaşıyorsunuz.

Hayal libasının hakikate dâvetkâr imajı ile başlayan yolculuğun altı yönlü boyutuna taşıyan konunun son paragraflarıydı yukarıdaki kodlamalar.

Çünkü firdevsî cennetin manevî hazzını şimdiden tadan bir dimağın/beynin kalbine işlenmiş düşünme ile deştikçe, şuur/bilinç “şiar-i raz” olarak ifade edilen gizli işaretlere gidiyor.

Gittikçe kendinize dönüyorsunuz, zaten mevzunun uzun hikâyesinde iki yolun tanımları, özellikleri ve tercih sebepleri ile sonuçlarını göz önüne seren inanılmaz bir kurgu var. Tam da senaryolaştırılması gereken bir konu.

Okurken, bir anda tasarlamaya başlıyorum zihnimin yeni dalgalarını. Bir yönetmen arıyorum o anda. Hatta gidip öğrenme geçiyor içimden. Bir çırak pahasına buradaki metni ekrana taşıyacak bir san’at ehline asistan olma kabulüne bile giriyorum.

Mevzunun orijinine dönersem; odaklayıcı ve şifreleyici ne kadar kavram varsa, ilim erbabının marifet gözüne hitap edecek bir mektup gibi geleceğe, nesl-i atiye, ilme, irfana postalamış Bediüzzaman.

Devamında müthiş bir finalin, gerginlikten uzaklaştırdığı ve doğru ilâçla teskin ettiği manevî hastasına, tebessüm eden bir doktor edasında tavsiyede bulunan hekim Bediüzzaman’ı dinliyorum:

“Şimdi ne kadar kalp ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse, lezzet ziyade olur; hem de döner, ateşi nur, şitası yaz.”

Anladığımla yetinirsem şu anda, hemen paylaşmak isterim; yakıcı ateş nura dönüşür, kış ise yaza.

“Kuvvet-i iman” nispetinde, her kişiye ve hale göre değişen bir derecelendirme ölçüsü de veriyor Bediüzzaman. Aksi halde, “herkes aynı şeyi anlamadı” diye sınırlayıcı bir çerçevenin boyunduruğunda fikri müheyya etmekten vazgeçebiliriz.

İman kuvveti oranında, “ruha bir halet verir” tesbiti, arz-talep dengesinin ilâhî sırrına bizi yakınlaştırıyor.

Sonunda ne oluyor?

Belki de çektiğimi tasavvur ettiğim filmin başına dönün, yani konunun en başına gidin. Okuyarak, seke seke gelin, söke söke öğrenin ve her durakta taaccüp halinin merak uyandıran tahrikiyle sonraki konuya bir manşet kavram taşıyın.

Sonra zihninizi kurcalayan yeni hazinelerin anahtarları arasında “acaba hangisi?” demeye kalmadan, bir inkişafın size yol açan manidarlığı ile buluşacaksınız.

Açılan kapılardan bu yola gireceksiniz? Hangi kapılar mı açılır?

Onun cevabını da Üstad Bediüzzaman’dan alalım:

“Vicdanda firdevslerin kapıları açılır; dünya olur bir cennet” müjdesinin harikulâde boyasıyla boyanmak ve kendimizi aşmanın derinliklerine tekrar dalarken, “Nasıl bir cennetin içindeyiz?” sorusu ile ayrıca kendimize yeni cevaplar aramaya gerek var mı?

“Gerek yok” diyenler, bundan sonrasını okumayabilir. Ancak “gerek var” diyenler “cennetin içini” büyük bir heyecanla merak edenlere Lemaat’ta cevap var:

“İçinde ruhlarımız, eder pervazüperdar, olur şehbazüşehnaz, yelpez namazüniyaz.”

Okunan sabah ezanı bizi dâvet ediyordu. Bütün iliklerimize işlercesine. O sırada Kanal 7 ekranlarında Kur’ân-ı Kerim Arapça yazılışı ve Türkçe mealiyle birlikte okunuyordu.

Kısa bir aradan sonra namaz dâvetine icabet ettik. Cemolduk. Toplandık. Tekrar dağılırken, içimizdeki cennet bizi yaşamaya devam etti. Uyumadı, hüşyar oldu ve bizi de uyutmadı.

Son paragraf “Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah’a ısmarladık. Gel beraber bir duâ ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız” diyerek, “Allah’ım, bizi doğru yola ilet. Amin” diye bitiyor.

Yazılarından takip ettiğim Ali Ferşadoğlu ve Halil İbrahim Akgünler dostlarımızla, çalışmalarını bildiğim Mehmet Aybak Hocamız ve bu konuya odaklı diğer aşina beyinler! “Akıl, kalp, cesed, ruh, vicdan, duygu, şuur” kavramları üzerinde yıllara sarî bir yoğun çalışmanın çekirdeklerini Risâle-i Nur Enstitüsü’nde atmaya ne dersiniz?

Şimdilik Allah’a ısmarladık.

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Cumhurbaşkanını halk da seçebilir



Öteden beri bir cumhurbaşkanlığı ağız kavgasıdır gidiyor. Mesele sadece ağızlarla sınırlı kalsa iyi. Ama seçim zamanına doğru günler geçtikçe her konu cumhurbaşkanlığına dönüşüyor, her yol cumhurbaşkanlığına çıkıyor.

Askerden sivile, anayasal kurum başkanlarından YÖK üyelerine, siyasî parti genel başkanlarından, sanayi odaları, sendikalara, hatta sivil toplum örgütlerine kadar hemen herkes, artık bu konuyu mutlaka bir şekilde gündeme getirip görüşlerini, sakıncalarını, çekincelerini ve uyarılarını ilân ediyor. Açıklamalar peşpeşe geldikçe, siyasî ve ekonomik tansiyon da borsa endeksi gibi bir çıkıyor bir iniyor.

2007 bütçesinin Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında sayın Baykal’ın ortamı geren “başörtüsü” yorumu karşısında Başbakan Erdoğan’ın piyasalar karışmasın gerekçesiyle soğukkanlı davranması da gösteriyor ki, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları sadece piyasaları değil, bir takım siyasaları(!) da sarsabilir bir karaktere sahiptir..

Bundan önceki bir yazımızda Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanı, bu Meclisin içinden çıkacaktır. Dışarıdan seçilmesi Meclise hakarettir” şeklindeki beyanatını, “Alan daralması ve seçilecek kişinin kolayca tahmin edilerek Mayıs 2007’ye kadar yıpratılmasına yol açacağından” dolayı eleştirmiştik.

Yapılan anketlerde Erdoğan’ı sevdikleri halde, seçmenlerinin ülkede ve AKP’de gerilim, kaos ve kargaşa olmasın diye Köşk'e çıkmasına taraftar olmadıkları anlaşılmaktadır. Hukukî yönden çok, yazılı olmayan ve Türkiye’ye has hukuk teamülleri(!) açısından sakıncalı görüp de Erdoğan’ı uyaran bir çok yazar kitlesi de aynı noktaya parmak basıyorlar.

Cumhurbaşkanının ülkeyi ve dünyayı kucaklayıcı bir kişilik, devlet organlarıyla uyumlu bir konum, ülkeyi dışarıda temsil edebilecek bir misyon sahibi olması gibi bir takım ortak paydalar ileri sürülmektedir. Bu özellikler Erdoğan’da vardır, yoktur o ayrı mesele, ama tartışmaların gerekçelerinden en önemlisi bu.

İmdi, bu aşamada piyasaların karışmaması için Baykal’ın veya herhangi bir özel veya tüzel kişinin eleştirilerine temkinli yaklaşan sayın Başbakanın kendi mantığı ile olaya bakacak olursak, cumhurbaşkanlığına soyunmaktan vazgeçip daha az tartışılacak ve daha çok destek bulacak bir aday üzerinde yoğunlaşması daha isabetli olur kanaatindeyiz.

Adayda uzlaşma, yaygın kabul görme, kurumlar arası diyalogda tecrübeli gibi bir takım kriterleri ölçü alacak olursak, sözgelimi şu millet vekili veya falanca emekli bürokrat olabilir diyerek, ortak özelliklerinde uzlaşılacak bir kişiye destek verilebilir.

Sayın Demirel’in yıllar önce ileri sürdüğü “Cumhurbaşkanını halk seçsin” teklifi üzerinde ciddî ciddî durulsa yeridir. Yabana atılacak bir fikir değildir. Bu vesileyle Başkanlık sistemine de geçiş sağlanabilir.

Halkın desteğine mazhar olacağını kuvvetle ümit eden Erdoğan’dan Baykal’a, emekli bürokrattan emekli askere kadar şartları tutan hemen her vatandaş hiçbir engelle karşılaşmadan, rahat ve kendinden emin olarak Cumhurbaşkanlığına soyunur ve halkın iradesini arkasına alan o makama hiçbir kurum ve kuruluşun itirazı olmadan çıkabilir. Böylece bu kadar şaibe, Bizans entrikaları, lobiler, gözdağı vermeler, irtica, vatan haini gibi çirkin iftiralar da kendine zemin bulamaz. Milletin başı da ağrımaz.

Cumhuriyet ve demokrasinin temel esprisi halkın halk için, halk tarafından kendisi yönetmesiyse cumhurbaşkanını halkın seçmesinden kim, niye gocunsun ki?

Evet, bu teklif, bir çok tıkanıklığı rahatça açabilecek ve Türkiye’nin sıkıntılarını kolayca aşabileceği bir alternatiftir ki, gerçekten üzerinde durulması gerekir diye düşünüyoruz.

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hayvanlar kesilirken acı duymaz!



Bazı insanlar gayet hassas; uydurukçasıyla “duygusal!” ki, kurban edilmesi yanında, hayvanların kış-kıyamette telef olmasına, o nazik ve nâzenin mahlûkatın kısa zamanda ölmesine, sert tabiat şartları karşısında yok olmasına da tahammül edemiyor. Meselenin diğer boyutları değerlendirilse, akıl, kalp ve vicdan rahatlar. Başta şunu kabul etmeli:

Varlıkların yaratılmasının, bilemediğimiz çok güzellikleri, hikmetleri var. Sonsuz Şefkat Sahibi onlara dünyada bir resmî geçit töreni yaptırıyor. (Törenlerinde zahmet çeken öğrenci ve askerlere acımayız, bilâkis alkışlarız.) Askerden terhis, işten paydos edenlere acımadığımız gibi, terhis olan ve paydos veren bu varlıklara da bundan dolayı acımak kendimizi harap etmektir.

Rahim olan Allah, merhametinin gereği, vazifesi biten varlıklara dünyadan göçmek için merhametkârâne nefret ettirip usandırıyor; istirahate bir meyil veriyor, göçmeye bir şevk ihsan ediyor. Aslında hayvanların kesilip yenmesi veya bitkilerin ölümü; felsefe gözlüğüyle de bakıldığında, onlar için hayvan veya insan mertebesine bir yükselme, bir terakkî olduğu anlaşılır.1 Bitki ve otların da kendilerine göre bir hayatı vardır. Ve hayvanlar onları yiyor. Hiçbir “insancıl ve otçul” insan, “Niye onları yeyip mahvediyorsunuz?” diye bitkilere acımıyor. Hayvanlar için bitkiler ne ifâde ediyorsa, insanlar için de hayvanlar aynı şeyi ifâde eder. Meseleye biraz da bu açıdan bakıldığında, çabuk teessüre kapılan ince ruhlar rahat eder.

Diğer önemli bir nokta; insan çektiği acılarla kıyaslayarak onlara acımasıdır! Oysa, insanın her gördüğü lezzetinde binler elem izi var. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetin dahi zevâl elemi, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvanlar öyle değil. Şuûr, akıl, idrâk sahibi olmadıklarından, hem kesilmelerinde, hem de dünyadan gitmelerinde acı hissetmezler. Elemsiz bir lezzet, kedersiz bir zevk alırlar. Ne geçmiş zamanın elemleri onları incitir, ne istikbal korkuları onları ürkütür; rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükrederler.2 Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir.3

Öte yandan, mâsum bir insana veya hayvana gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer zihninin kavrayamadığı bazı sebep ve hikmetler var. Yalnız, Allah’ın koymuş olduğu tabiat kanunlarındaki hikmet ve prensipler, bizim aklımıza göre ayarlanmamış ki, kendimize göre değerlendirelim.

Ki, kâinatta mutlak bir adalet hâkimdir. Şuûrlu olsun, şuûrsuz olsun, hayvan olsun, insan olsun, yaptıkları fiiller, işlerle, şâyet kâinatın her zerresinde geçerli olan adâlete aykırı hareket ederlerse, cezâlarını, yine o adâletin gereği olarak, tabiî bir şekilde çekerler. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, şefkat hissine ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.4

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 13.; 2- Sözler, s. 293.; 3- Şuâlar, s. 182.; 4- Mesnevî-i Nûriye, s. 64.

03.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

İslâm ve meşveret



Meşveret İslâmın kesin emirlerinden biridir. Namaz, oruç ve zekât gibi farz bir ibadettir.

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresinde insanın yaratılışı konusunu anlatırken, meleklerine, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”1 diyerek onlara düşüncelerini sorarken, bizlere meşveret dersi vermektedir. Kur’ân’ın bir kısım âyetlerinde istişare emrinin açıkça yer aldığını da görürüz.

Kur’ân, Allah Resûlünün şahsında bütün Müslümanlara şu emri verir: “İş hususunda onlarla meşveret et”2 Mü’minlerin özellikleri arasında bu da vardır: “Onların aralarındaki işleri meşveret iledir.”3 Bu âyetin yer aldığı sûrenin isminin Şûrâ oluşu da meşveretin önemini teyid eden hususlardandır.

Resûlullahın (asm), Kur’ân’ın bu emrine alabildiğine bir titizlikle uyduğunu görüyoruz. Akıl, zekâ, feraset ve ilerigörüşlülükte kimse kendine yetişemediği halde, vahiyle bildirilmeyen hususlarda Ashabıyla istişareye son derece dikkat ederdi. Hz. Enes, “Arkadaşlarıyla istişarede Resûlullah kadar hassas olan birini görmedim”4 derken bu gerçeğe dikkat çeker.

Niçin meşverete bu derece önem verilmektedir? Bunun şüphesiz birçok faydaları vardır. İstişare sonucunda varılan fikir birliği gönül birliğinin de en sağlam dayanaklarından biridir. Meşveretle birlik, beraberlik, dayanışma, kaynaşma sağlanır. Tek kalb ve tekvücut haline gelinir. “Haklı şûrâ, ihlâs ve tesanüdü netice verir.”5

“Onların işleri aralarında meşveret iledir” âyetinin tefsirinde yer alan şu ifadeler de meşveretin temin ettiği bu önemli hakikate işaret eder:

“Onlar kendi işlerine kendileri sahiptirler; başkalarına esir olmazlar. Tesanütsüz, birlik ve beraberlikten mahrum, parça parça da değildirler. Toplanıp sözü bir etmesini de bilirler.“6

Meşverette hata oranı azalır, asgarîye iner. Doğruyu bulmak ve sonuca ulaşmak kolaylaşır.

Meşveret şevk ve gayreti arttırır. Kendilerine değer verildiğine inanan insanlar, meselelerine daha bir canla başla sarılırlar, şevkleri artar.

Meşveret, güveni de sağlar. Endişeleri, sû-i zanları izale eder.

Sonuçta ise başarı, gelişme, sevinç ve mutluluk yaşanır.

Dipnotlar:

1. Bakara Sûresi, 30.

2. Âl-i İmran Sûresi, 159.

3. Şûrâ Sûresi, 38.

4. Tirmizî, Cihad: 3

5. Hutbe-i Şâmiye, s. 67.

6. Hak Dini Kur’ân Dili, 6:4248.

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir iyiliğe bin sevabın hikmeti- 1



Adıyaman’dan bir okuyucumuz: “Yirmi Üçüncü Sözün 2. Mebhasında geçen “bir haseneyi bin yazmak...” Bunun sırrı ve hikmeti nedir? Kadir Gecesinde otuz bin sevabın ve bir haseneye binlerce sevap verilmesinin sırrı, hikmeti ve dayanağı var mıdır?”

Allah Cömerttir. Teşekkür Edendir. Karşılık Verendir. Bereket ve bolluk sahibidir. Rahmeti Geniştir. Merhameti Sonsuzdur. Bir iyilik yapan mü’min kuluna, bunun karşılığını fazlasıyla ve bolluk içinde lütfeder.

Çünkü Allah kullarının iyi olmasını ister. Kullarının iyi olmasından razı olur. Kullarının iyilik yapmasını sever. Kullarının negatif davranışlardan uzaklaşıp, pozitif davranışlar geliştirmesini ister. İyiliklere karşılık bolca ikram etmekten hoşlanır.

Bu haberin kaynağı ayet ve hadislerdir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.”1

Cenâb-ı Hak şu ayette de iyilik yapanlara yedi yüz misli sevap verileceğini müjdeliyor: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli bir daneye benzer ki, ondan yedi başak sümbüllenir. Her bir başakta da yüz dane bulunur. Allah dilediği kimseye yaptığı iyiliğin karşılığını böyle kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir ve ilmi her şeyi kaplar.”2

Bu rahmet ayetlerini Peygamber Efendimiz (asm) şöyle tefsir ediyor: “Allah buyuruyor ki: Kim huzuruma bir iyilik getirirse, ona getirdiğinin on misli mükâfat vardır. Hatta daha da artırırım. Kim huzuruma bir kötülük getirirse, onun cezası kendi kadar bir günahtır. Yahut Ben bağışlarım. Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım. Kim Bana hiçbir şeyi ortak koşmayarak, yer dolusu günahla da huzuruma gelse, Ben onu günahı kadar mağfiretle karşılarım.”3

Diğer bir hadiste de Peygamber Efendimiz (asm): “Kul Müslüman olup İslâm’ın gereklerini yerine getirdiğinde, Allah daha önce işlediği bütün kötülükleri affeder. Bundan sonra her amelinin karşılığı şu şekilde verilir: İyilik on katından yedi yüz katına kadar karşılık görür. Kötülük, Allah affetmediği takdirde misliyle cezalandırılır”4 buyuruyor.

Kadir Suresinde Cenâb-ı Hak, “Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır”5 buyuruyor. Bir gece bin aydan hayırlı olursa, o gecedeki bir saniyenin sevap değerini bulmak zor değildir: Bin ay, yaklaşık seksen dört yıla tekabül ediyor. Yani bir ömür.

Bu gecenin asgarî birim sevabını bulmak için şöyle bir hesaplama yapılabilir: Bin ay; gün değeriyle otuz bin gün, saat değeriyle yedi yüz yirmi bin saat, dakika değeriyle kırk üç milyon iki yüz bin dakika, saniye değeriyle ise iki milyar beş yüz doksan iki milyon saniye eder.

Diğer yandan bir günün saat değeri yirmi dört saat, dakika değeri bin dört yüz kırk dakika, saniye değeri ise seksen altı bin dört yüz saniyedir.

İki milyar beş yüz doksan iki milyon saniye, seksen altı bin dört yüz saniyeye bölünürse, otuz bin saniye çıkar ki, bu rakam Kadir gecesinin her bir saniyesinin, diğer günlerin her bir saniyesine oranla, sevap açısından otuz bin kat daha verimli olduğunu gösterir.

İşte Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği sevap değeri budur: Bir saniyede söylenebilen bir Kur’ân harfi, diğer günlerde bire on, bire yüz, bire yedi yüz sevap kazandırsa da, Kadir Gecesinde otuz bin sevap kazandırıyor.6

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- En’âm Sûresi: 160.

2- Bakara Sûresi: 261.

3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 313.

4- Buhârî, Îmân, 31; Câmiü’s-Sağîr, 1/151.

5- Kadir Sûresi: 1,2,3.

6- Sözler, s. 312.

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Tutanak ne diyor?



Başkan- Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 24 üncü birleşimini açıyorum. Toplantı yeter sayısı vardır.

Oturum 31 Ekim 1989 tarihinde yapıldı. Kürsüde TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut oturuyor, cumhurbaşkanı seçimi için üçüncü tur oymaya geçiliyordu.

Özal’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı oylanacak ve 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili hükmü ilk kez uygulanacaktı.

Mecliste 450 milletvekili bulunuyordu. DYP ile SHP’nin protesto edip katılmadığı oylamada, ANAP’tan 285 milletvekili bulundu. Üçüncü turda 263 oy alan Özal, cumhurbaşkanı seçildi.

Özal’a birçok itiraz oldu. Muhalefet protesto edip oylamaya girmedi. Bazı bölgelerde belediye başkanı onu cumhurbaşkanı olarak tanımadı.

Çok şey söylendi, ama bir şey söylenmedi. Kimse kalkıp, ‘Meclis dışından biri seçilsin’ demedi.

Ayrıca, kimse de çıkıp da ‘salonda üçte iki çoğunluk yok, oylamaya geçemezsin’ demedi.

Demeyi aklından bile geçirmedi.

Tarih 16 Mayıs 1993’tü.

Kürsüde Yılmaz Hocaoğlu oturuyordu.

ANAP’lı kimliğini ön plana çıkaran, birçok tartışmalı oturuma başkanlık eden, riyaset kürsüsünden muhalefetle mücadele eden bir başkandı. “Toplantı yeter sayısı vardır” dedi. 103’ncü birleşimi açtı. Doğrudan cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili oylamaya geçildi.

Demirel, 244 oy alıp cumhurbaşkanı seçildi. Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı seçildiği oturumu ANAP’lı Nejat Arseven yönetiyordu.

“Gündemimize göre cumhurbaşkanlığı seçimine devam edeceğiz” dedi. Genel Kurul salonunda kaç milletvekili olduğunu saymaya gerek bile duymadı.

Arseven’in yönettiği oturumda Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçildi.

Türkiye, ilk kez cumhurbaşkanı seçen bir ülke değil. Bu konuda doğru ya da yanlış bir geçmişi, gelenekleri ve yazılı kuralları olan bir ülke.

Bunları ısrarla vurgulamamın bir nedeni var. Merkez partilerin siyasî etkinliklerini kaybetmeleri, bize makul muhalefet yöntemlerini de unutturdu.

Bugün Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını önlemek adına, her gün şapkadan bir tavşan çıkarılıyor.

Bu kafa nedeniyle, “Muhtar bile olamaz” denilen Erdoğan, hem tek başına iktidar ve hem de başbakan oldu. Şimdi saçma sapan önerilerle Erdoğan’ın Çankaya yolunu bizzat kendi elleriyle açıyorlar. Ancak ülkeye de birçok gereksiz gerilim yaşatıyorlar.

Bir süredir Türkiye’nin asıl sorunu iktidar çıkarmak değil. Bir dönem tek başına iktidara ihtiyaç vardı. Ancak bir süreden sonra artık makul muhalefete ihtiyacımız var.

Hem yöntem olarak, hem söylem olarak güven verecek bir muhalefet, aynı zamanda rejimin sigortası olur.

Çünkü demokrasileri demokrasi yapan iktidar değil, muhalefettir.

Marjinal grupların peşine takılmayan, sağduyunun sesi, aydınlık geleceğin adresi olabilen bir muhalefet, aynı zamanda Türkiye’nin emniyet sübabı olur. Millet o tür bir muhalefet tarzını omuzlar, zamanı gelince de ülkeyi yönetme görevini ona verir. Ama, muhalefetin öncelikle bu ehliyeti ortaya koyması lâzım.

Bir dönemler Mesut Yılmaz’ın sağkolu olan, serveti şaibeli, her iki lafından biri, “Alçaklar, şerefsizler, ülkeyi satan namussuzlar” olan bir Tuncay Özkan’ın peşine takılmış muhalefet, bu ihtiyacı karşılayamıyor.

Bu tür muhalefet ilgi çeker. Mahalleye gelen seyyar satıcı ya da eski devirlerin çerçisi gibi sesi işitilir, merak uyandırır. Ama kimse seyyar satıcı çığırtkanlığına ülke idaresini teslim etmez.

Her açıdan zor bir yıl olacak 2007. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler nedeniyle. Ancak aynı zamanda demokrasimizin olgunluk sınavı vereceği bir yıl olacak. Türkiye 2007’yi demokratik teamülleri iyi işletip, siyasî istikrarı koruyarak tamamlayabilirse, gelecek dönemi bir sıçrama ve tüm göstergelerde ikiye katlama devri olarak görebiliriz.

İflah olmaz bir iyimser değilim, ama bunu başaracağımıza inanıyorum.

Çünkü milletin nabzı, siyaset çerçilerine, sirk cambazlarına prim vermeyen makul bir çizgide atıyor.

03.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kıyafetle kavgaları yokmuş!



CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bayramın ilk günü yayınlanan haberlere bakılırsa, kendisini ziyaret eden başörtülülere, “Bizim türbanla kıyafetle işimiz olmaz” demiş.

Kusura bakmasın, ama gerçeklerle örtüşmeyen bu beyana karşı; “İşiniz olsa ne yazar” ya da “İşiniz olsa şu an yaptığınızdan başka neler yapardınız?” demek gerekmiyor mu? Tabiî ki elimizde bir delil yok ve bu konuda gerek ziyarete giden başörtülüler ve gerek ziyaretçileri ağırlayanlara da bir şey sormadık; ama bu ziyaret tamamen ‘planlanan bir senaryo gereği’ yapılmış intibaını veriyor. Çünkü bu özel ziyareti medyadan sadece Sabah izlemiş ve haber yapmış. İkisi başörtülü, ikisi de başı açık ziyaretçiler Baykal’la güzelce sohbet etmiş ve bir anlamda onu ‘ibra’ etmişler. Meclis’te safrettiği “Başörtü eşlerin ayıplarını örtmez” sözleriyle kamuoyundan büyük tepki alan Baykal, kavgasının ‘türbanla’ olmadığını söyleyip şöyle konuşmuş: “Aydınlık bir Türkiye’den özellikle kadınların menfaati var. Başı ister açık, ister örtülü olsun. Bizim kılık kıyafetle kavgamız yok. Herkesin özgürce giyinmesinden yanayız.” Sabah, 31 Aralık 2006)

CHP Genel Merkezinde gerçekleşen buluşma ve ardından gelen ‘renkli sohbet’e, başörtüsünden siyasete kadar bir çok konu gündeme gelmiş. Sohbet sırasında Baykal’ın dedesinin “imam” olduğunu öğrenmek, güya muhafazakâr ziyaretçileri şaşırtmış! İşin doğrusu biz hiç şaşırmadık, çünkü kişinin dedesi ya da babasının değil imam, müftü, hatta diyanet işleri başkanı olması bir anlam ifade etmez. Kişinin yaptığına, ettiğine ve aldığı/verdiği kararlara bakılır!

Habere bakılırsa, ziyaretçi ‘türbanlı’ genç kız, Baykal’a hitaben; “Sizi yanlış anlamadık” demiş ve bu söz Baykal’ı çok sevindirmiş. Ziyaretçilerden N.I, Baykal’ı beklerken başı örtülü olmasına rağmen, odaya girerken örtüyü omuzlarına atmış. Bu ‘bilgi’ bile ziyaretin ‘sağlam’ bir ziyaret olmadığını fısıldıyor...

Habere göre başörtülü ziyaretçi D.N., Baykal’ın gönlünü almış: “Sözlerinizin çarpıtıldığını düşünüyorum. Sizin söylediğiniz sözleri o anlamda söylemediğinizi biz vatandaşlar olarak anladık. Sizi yanlış anlamadık. Benim çevremde de böyle.” N.’in sözlerine Baykal’ın ilk tepkisi “Harika” olmuş. Baykal, “Sizin bunu söylemeniz, buraya gelmeniz beni çok mutlu etti. Olayı çok iyi anlamışsınız. Evet, aynen öyle oldu. Sözlerimizi çarpıtmaya, saptırmaya çalıştılar” diyerek rahat bir nefes almış. Meğer başörtülü ziyaretçi D.N., Baykal’ı rüyasında görecek kadar muhabbet duyan bir isimmiş. Baykal’a “Sizi rüyamda görmüştüm” deyince CHP lideri şaşkınlığını gizleyememiş! Artık, CHP Genel Merkezinde yaşanan muhabbeti varın siz düşünün...

Ziyaret sonunda Baykal şöyle demiş: “Türkiye’nin sorunu başörtüsü değil. Biz vatandaşımızın kalkınmış, daha güvenceli, daha onurlu yaşamını istiyoruz. Vatandaşımızın karnını doyurmaya çalışıyoruz, vatandaşımızın bilgi dağarcığını geliştirmeye, dünya görgüsünü arttırmaya, yüzünü güldürmeye çalışıyoruz. Kıyafetine karar verecek olan vatandaşımızın kendisidir. (...) Ne yapacağına insanımız özgürce kendisi karar verecektir.” Tabiî ki “Türkiye’nin sorunu başörtüsü değil”, sorun; “Başörtüsünü yasaklamaktır!” “Kıyafetine karar verecek olan vatandaşımızın kendisi” ise, niçin müdahale ediliyor? Baykal ya da onun gibi düşünenler; ziyaretçilere başka, kamuoyuna başka konuşarak bir yere varamaz. Zaten başörtüsüyle kavga edenlerin kazanma ihtimali yoktur. Onlar ‘kökten kaybedenler’ sınıfında yer almaya aday...

03.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004