29 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Fatma Nur ZENGİN

Kıvanç Tatlıtuğ Müslüman mı?


A+ | A-

Mısır’dan ayrılalı altı ay olmuştu. Uçağımız; İstanbul’dan Kahire’ye doğru yol alırken, verdiğim altı aylık aranın neleri değiştirmiş olacağını heyecanla bekliyordum. Artık Kahire’de toprak rengi olmayan bir gökyüzü olabilirdi, belki de dumansız hava sahası olmuştu tüm kapalı mekânlar? Belki taksiciler, artık yabancı olduğumuzu anladıklarında, bizi kandırmaya kalkmayacaklardı yahut boş yere yemin etmeyecekti insanlar? Tüm bu hayallerle uçağımız piste indiğinde, Türkiye’de yeterince ısınamamış kemiklerim, güneş ışığı gördü diye sevindim ve tüm hayalleri unuttum. Gelmesi zordu ama ilk dakikadan itibaren yeniden sevmesi çok kolaydı bu şehri.

Birçok şeyi neredeyse unutmuş olmanın vermiş olduğu “sudan çıkmış balık olma” hissini de atlatıp, günlük hayata geri döndüğümde ise, değişenleri gözlemlemeye başladım. Her zaman gittiğim restoranlardaki yemek fiyatları artmıştı, taksiciler ise artık çok daha fazla ücret talep ediyorlardı. “Taksimetre açan taksiye bineyim “ dediğinde ise insan, “ya çok dolaştırırsa” hissine kapılıyor yahut diğerlerinin uyardığı üzere o taksimetrelerin de fazla göstermesini sağlayacak bir mekanizmanın çoktan kurulduğunu söyleyenlerin dedikleri geliyordu aklına insanın. Tabii ki ilk anda hemen olumsuzluklar gözümüze batıyor, olumlu da birçok değişiklik olmuş, onu da diğer günlerde yazacağım İnşaallah.

Benim ve arkadaşımın dikkatini çeken en büyük şeylerden biri, ortalığı kasıp kavuran Türk dizilerinden sonra Türkiye’yi tanımaya başlayan ve ülkemizle ilgili araştırmalar yapmaya çalışan, Türkiye’ye ziyarete gelen, Türkçe öğrenmeye başlayan insanların sayısındaki artış. Ticari açıdan güzel bir gelişme gibi gözükse de, Türkiye’nin sadece dizilerden öğrenilmesi içimi acıtmıyor değil.

Geldiğimizden beri okulda, takside, yolda, markette, apartmanda kısacası her yerde en çok muhatap olduğumuz soru ise “Muhanned (yani Kıvanç Tatlıtuğ’un buradaki dizideki ismi) Müslüman mı?” oluyor. İsmini zoraki ezberlemiş bazı Mısırlı kızların yanımıza gelip, “Benim sana sormak istediğim bir şey var. Kıvanç Müslüman mı?” diye sormaları, bizi her seferinde hayrete düşürüyor. Derin bir nefes alıp, Türkiye’de azınlıkların dışında ve istisnaların dışında hemen hemen herkesin Müslüman olduğunu ve Mısır’daki gibi bir oran olmadığını, yani Mısırlılar içerisinde Müslümanlar ve Hıristiyanlar varken, Türkiye için bunun oldukça zor olduğunu, sözde bile olsa hemen hemen tüm Türklerin Müslüman olduğunu ve yüzde 99 Müslüman nüfusa sahip olan ülke olmamızın da buradan kaynaklandığını söylüyoruz. Tabii, bu arada da Bediüzzaman Said Nursi’nin Türk milleti hakkındaki enteresan tespiti aklımıza geliveriyor. Ve onu haykırası geliyor insanın bütün Mısır’lılara karşı. “…Türk milleti, anasır-ı İslamiye ( Müslüman kavimler) içinde en kesretli (çok) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar (diğer milletler -hatta Araplar da dahil-) gibi Müslim (Müslüman) ve gayr-ı Müslim (Müslüman olmayan-mesela Mısır’lıların Hıristiyanları gibi-) olarak iki kısma inkısam (ayrılmamış) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa müslümandır . Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır(Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda (milletlerde) dahi hem Müslim ve hem de gayr-i Müslim var….” Saded olarak “Tüm Türkler Müslüman” çıkartmasını yapan bu kişiler, bu sefer de “Peki Kıvanç da Müslüman mı?” diye bir kez daha sorarak bizi hayrete düşürüyorlar.

Bu konu üzerinde düşünerek bazı sonuçlara vardık.

Bir: Brezilya dizilerindeki özenilen hayatın kendilerine çok uzak olmasından dolayı hayal kuramayan Mısır halkı, Türk dizilerine hayran olup, bir de oyuncuların Müslüman olması durumunda çok daha rahat hayal kurma şansına erişiyorlar. Muhtemelen bu onları oldukça mutlu ediyor, ve ne olur ne olmaz diye günlerini düşünerek geçiriyorlar.

İki: Dizilerdeki hayatlar öyle garip ve enteresan ki, “bunlar Müslüman mı?” diye sorguluyorlar.

Üç: “Kıvanç Tatlıtuğ kesinlikle Müslüman değildir” yargısı öyle bir yerleşmiş ki içlerine, bunu teyit etmek istiyorlar ve öyle olmadığını duyunca bir kere daha hayrete düşüyorlar.

Şimdiye kadar aldığımız tepkiler ve duyduklarımıza göre, birinci şık, duruma çok daha fazla uyuyor. Kadın-erkek herkesin, Türkiye’de hemen herkesin Müslüman olduğu ve dolayısıyla Kıvanç Tatlıtuğ’un da Müslüman olduğu açıklamasını yapışımızdan sonra, inanılmaz mutlu oldukları ve “Maşaallah” gibi yorumlarda bulunduklarını gördük. Hayal kurabilme potansiyellerinin artmış olmasından mıdır, “Maşaallah Müslümanlar da ne güzel başarılara imza atıyorlar (!)” düşüncelerinden midir bilinmez, bizim oyuncumuzun Müslüman olmasına pek bir seviniyor Mısır halkı. Ha tabii, ülkeler ve insanları hakkında ne kadar bilgisiz olduklarını bazen maalesef görüyoruz, başörtüsünü görmelerine rağmen “Müslüman mısın?” diye sormaları, Cuma namazı için camiye gitmek isteyen babamı, polisin durdurarak “Müslüman mısın?” diye sorması, bizleri zaman zaman rencide eden şeyler. Adamlar lisan-ı haliyle Müslüman olduğunu söyleyenlerin Müslüman olup olmadıklarını sorarlarken, dini unsurların neredeyse hiç yer etmediği dizilerdeki karakterleri tabii ki sorgulayacaklar!

29.12.2009

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

Her şey kendine yakışanı yapıyor


A+ | A-

Dünyayı ayağımıza getiren, çoğu zaman bizleri gereksiz meşguliyetlerle uğraştıran, aynı zamanda dünyaya açılan bir penceremiz olan, bazen de dünyadaki bin bir suratlılar hakkında bizi bilgi sahibi yapan, hatalarıyla sevaplarıyla nice elektronik eşyalarımız vardır.

Teknik geliştikçe kendimizden uzaklaşıyoruz. Ve kendimizden uzaklaştıkça da, bazen isteyerek, bazen de istemeyerek başkalarına yakınlaşıyoruz. Yakınlaştıklarımızın çoğu bizi bizden biraz daha uzaklaştırıyor. Böylece dünyanın dört bir yanında, ne maksatla olduğunu bilmediğimiz gezintilere çıkıyoruz.

Kendimizden uzaklarda gezinirken hep (veya çoğu zaman) insanlıktan uzaklaşmış insanlar görüyoruz. Maddesi insan gibi olanlar, duyguları isyanlarda koşturanlar, akılları bir karış havada gezinenler, kalpleri karalara bürünenler aydınlık dünyamıza karartılar göndermektedirler. Emanete ihanet edenlerle ve etmeyenlerle, varlıklara düşman olanlarla ve olmayanlarla, Yaratanı ve yaratılanı tanıyanlarla ve tanımayanlarla dünya dönmeye devam ediyor. Güneş dönerken bazen yakıcı sıcaklığıyla bize yaklaşıyor, bazen de bulutlarda geziniyor ve belli zamanlarda ufuklarda kaybolmaya devam ediyor. Ve insanlar da ölümle peyderpey dünyamızdan ayrılıyorlar. Yani hayat devam ediyor...

İnsanlar doğuyor, sonra büyüyor, sonra da mutlak sona oldukça yakın bir yerde bulunuyorlar. Ne yazık ki bunların önemli bir kısmı ihtiyarlık sabahında uykuya devam ediyor. Bunlardan bazıları ölümden ders almıyor, ölümden sonraki hayat için hazırlık yapmıyor ve küfür karanlıklarını etrafa yaymaya devam ediyor. Adı insan olanların insan olmaktan uzaklaşması, adı Müslüman olanın sadece ismen Müslüman olmaktan öteye gitmemesi gibi, mesleği hukukçu olanların hak ve hukuktan nasipdar olmaması, tarih okumuş olanların tarihte yaşayanların nereye gittikleri konusunda bir düşünceye sahip olmaması, ve adı ilim adamı olanların kâinattaki nizam ve intizamdan bir ders almaması gibi garabetlerle karşılaşıyoruz dünyamızda...

Kendimizden uzaklaşıp dünyanın garabetlerini seyre daldığımız zaman kendi kendimize yabancılaşıyor, bütün varlıkların dizgini elinde olan, her şeyin anahtarı Onun yanında olan Kâinatın Rabbinden uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz.

Bazen muzır, biraz da hınzırca saldıran yaratıklarla da karşılaşırız. Elbette onlar da görevlerini yapmaktadır. Öte yandan bazen uçan kuşlara göz atarız. Bazen yerdeki karıncaların çalışmalarına dalar gideriz. Ağaçtaki yapraklar, buluttaki yağmurlar, nazlı bir şekilde esen rüzgârlar ve daha nice güzellikler dünyamızı şenlendirmeye devam etmektedir.

Allah’ın yeryüzündeki mahlukatı çoktur. Elbette hepsi görevlerini ifa etmektedir. İnsanlar da kendilerine yakışanı yapmaktadır. Cennet insan olan insanları beklerken, elbette Cehennem de kendi müşterilerine yerler hazırlayacaktır. Dünya hayatı bazı insanları paklamakta, onları güzellikler ülkesine hazırlamaktadır. Ve dünya hayatı her insanı aynı yere hazırlamamaktadır. Dünyaya geliş nedenini düşünmeyenler, hayatın veriliş gayesine kafa yormayanlar, verilen insanlık nimetini doğru bir şekilde değerlendirmeyenler, ve ne yazık ki büyük şeytanın avanesi olarak ‘insî şeytan’ sıfatına lâyık hâle gelenler, insanları hakir kendilerini Hint Kumaşı sananlar, inanmadığı halde inanmış gibi görünenler ve açık olmasa da bütün gayretleriyle Allah’ın dinine kendilerince savaş açanlar... Ve daha niceleri var dünyamızda.

Ve ölüm gelecek bir gün. Ölümü bekleyenler de, ölümü beklemeyenler de dünya hayatına gözlerini yumacaklar. İnsanî değerleri emanet bilip Sahib-i Hakikisi yolunda harcayanlarla, insanî değerlere ihanet edip ruhlarını şeytanlara satanlar aynı yere gitmeyeceklerdir elbette.

Amerika’daki tavuk sayısını bilsek ne kazanırız? Avaz avaz dinsizliklerini, üstü örtülü de olsa, ilân edenlerin bu kötü fiilleriyle fikren ve kalben meşgul olsak ne elde ederiz? Kâinatın Yüce Rabbi her şeyi görmektedir. Kimin ne olduğunu, kimin ölümden sonra nereye gideceğini, kimin insanlığını kime sattığını bütün teferruâtıyla ve bütün incelikleriyle bilmektedir Kadir-i Küll-i Şey olan Rabbimiz, şüphesiz...

29.12.2009

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

İnsan tevâzu ile yükselir


A+ | A-

İstiyorsan gönüllerde kalmayı,

Gönül meslek eyle gönül almayı

Bırak saraylarda mermer olmayı,

Toprak ol, bağrında güller açılsın.

A.Y.

T

evâzu, tekebbürün zıttı olup, gurur ve kibirden uzak olmaktır. Tevâzu en güzel insânî ve İslâmî sıfatlardandır. İnsana yakışan en güzel tavır, en tatlı simadır. Dostluğun, kardeşliğin, muhabbetin, birlik ve dirliğin, barış ve kardeşliğin yolu, tevâzu köprüsünden geçer.

Tevâzu, alçakgönüllü olma hâlidir. Mütevâzi insanın gönül kapıları herkese açıktır. Her isteyen o kapıdan içeri kolaylıkla girer. Kibirlinin gönlüne girmek ise çok zordur. Çünkü onun etrafında gurur taşlarından örülmüş kalın bir duvar vardır. Kendisini herkesin üzerinde, herkesten üstün ve ayrıcalıklı bir yerde kabul eder. “Benimle görüşmek isteyen benim dereceme çıksın” der. Halbuki, o seviye insanlığın en alt derekesidir. Oraya çıkılmaz, ancak inilir. Kibirli insan kendisini minare tepesinde zanneder ama, aslında bulunduğu mekân, bir kuyu dibidir.

Alçakgönüllü olmanın ne olduğunu anlamak için gönül ehli olmak gerekir. Pozitif bilimlerle, akıl ve mantık ölçüleri ile gönül hâlini idrak etmek mümkün değildir. Servet ve şöhret basamakları ile yükseldiğini zannedenler, aslında sefahat ve zilletin derekelerine doğru yol almaktadırlar. Aczinin ve fakrının farkında olarak mütevâzi bir hayat yaşayanlar ise, fazilet ve izzet yolunda yükselmektedirler. Zirâ alçakgönüllülük, eğilerek yükselmektir. Gönül ne kadar başını öne eğebilirse, insan o kadar fazilet ve kemâlâtın göklerine yükselir. “Alçakgönüllü ol ki yükselesin” sözü, bu hakikatı ifade etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu konuda da en ileri olduğunu, alçakgönüllüğün zirve noktasında bulunduğunu göstermiştir. “İnsan kendini beğenmese çatlar ölür” diye bir söz vardır. Üstad Hazretleri ise, bunun tam tersini söylüyor. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” diyerek, alçakgönüllülüğün zirvesine oturuyor. Onun için bugün en itibarlı insanlar arasında yer almaktadır. Bu mütevâzi hâli, kendisini en muteber bir mevkiye taşımış bulunmaktadır.

Şeytan kendini beğenip Cenâb-ı Hakk’ın emrine inkıyad etmediği (boyun eğmediği) için lânete maruz kalırken, “Kâlûbelâ” diyen ruhlar, secdeye kapandığı için rahmete nâil olmuşlardır.

Toprak, en alçakgönüllü element olarak bilinir. Çünkü yüzü yumuşaktır. Her mihnete katlanır. Zalimi, mazlumu, âlimi, cahili üzerinde barındırır. Ayaklar altında çiğnenir, rüzgârlarla savrulur, sularla sürüklenir. Ama o, vefasından ve dostluğundan hiçbir şey kaybetmez. Üzerinde böbürlenerek yürüyenleri de, kendisini çiğneyip geçenleri de sonunda bağrına basar. Ne kin tutar, ne kir tutar.

Toprak alçakgönüllü oldu da itibar mı kaybetti? Aksine, dünyadaki elementler arasında çok özel ve çok üstün bir yere sahip oldu. Zira insanın hamuru, çamurdan yoğrulmuştur. Topraktan yaratılan insan, diğer bütün yaratıklardan üstün kılınmış, “eşref-i mahlûkat” derecesine yükseltilmiştir. İnsanın yüzü yerde olmalıdır. Yüzü yerde olan insan, cesedinin topraktan geldiğini ve toprağa gideceğini bilir. Aslını, özünü hatırlar. Tekebbür yerine tevâzuyu meslek edinir. Böylece zilletten kurtulur, izzete kavuşur.

Gözü hep yükseklerde olan, kendisini en büyük makamlara lâyık gören, burnu ile bulut yırtan insanların, ne halk nazarında, ne de Hak yanında bir değeri yoktur. Onlar, şu Âyet-i Kerime’nin ikazına muhatap olan bedbahtlardan başkaları değildir:

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.” (İsrâ-37)

29.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Tefekkürü asla ihmâl etmemeli


A+ | A-

İnsî, cinnî şeytanların vesveselerinin tahribâtına hedef olmamanın, cazibedar çağrılarına kapılmamanın çârelerinden birisi tefekkür boyutuna uzanmaktır. Zihnimiz/kalbimiz, neredeyse sayısız bilgileri alabilecek bir kapasitede yaratılmıştır. Mutlaka ya olumlu/pozitif veya olumsuz/negatif şeyler alacaktır. Şâyet ulvî hakikatler, ebedî meseleler, İlâhî gerçekler, melekî ilhamlarla dolduramazsak; şeytanların vesveseleri işgal edecektir zihnimizi. Çünkü, akıl ve kalbin gıda ve enerjisi de tefekkürdür. Özellikle kalb; tefekkür ve zikirle işler.1

Cenâb-ı Hak, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatların bilinmesi için beşere akıl-ilim ve tefekkür kuvveti vermiş... Kâinat, dünya, semâ, deniz ve yeri karış karış İlâhî sanatlarla bezeyerek “hikmet” müzesi yaparak tefekkürhâneye çevirmiş.

Tefekkür etmeliyiz. Çünkü, yaratılışın, varoluşun sırrına; hayatın zevkine tefekkür melekemizle varırız. O, öyle bir iksirdir ki, gafleti dağıtır, cehâleti yok eder ve gayb-metafizik âlemlerle de irtibat kurdurarak enerjimizi, direncimizi, imân gücümüzü yükseltir.

* Tefekkür; hem “ibâdet”, hem nûr, hem enerji birikimidir. Bunun içindir ki Kur’ân mütemâdiyen tefekkürü ve gözlemi nazara verir; pek çok tekrar ile emreder.

* Zihnî bir egzersiz olan tefekkürle ruh/duygu ve beden üzerinde kontrolü, murakabeyi sağlayabiliriz. İçimizi tefekkürle dinleyebilir, kendimizi tefekkürle keşfedebiliriz. Kalp başta olmak üzere; esaslı duygularımızı tefekkürle işletebilir; fonksiyonlarını artırabiliriz.

* Yüksek enflasyon, ekonomik sıkıntılar, terör, trafik canavarı, hava kirliği, kalabalık, gürültü, iş bulamama, kaybetme, istikbâl endişesi, üniversiteyi kazanamama, iş sahibi olamama kaygısı; yakınlarını kaybetme ve nihayet hiç kurtuluş imkânı olmayan ve herkesi bekleyen ölüm korkusu, nefis ve şeytanın vesveseleri... Bu ve benzeri hâdiseler, nefis desiseleriyle, şeytan vesveseleriyle işler ve direnç gücümüzü kırarlar. Sonuçta hayatımıza yeis ve üzüntüyü hâkim kılarlar. Onun neticesi de huzursuzluk ve mutsuzluktur. Şeytanın da istediği budur. Öyle ise, Kur’ânî ve Sünnetî tefekkür ile, bu gizemli olayların önündeki perdeyi kaldırıp; gerçek mahiyetlerini öğrenip rahatlayabiliriz. Meselâ, her bahar; trilyonlarca ölmüş, çürümüş bitki ve hayvanların katrilyonlarca ferdlerinin diriltildiğini tefekkür ederek; bizim de dirilişimizi görebiliriz. Bu bizi rahatlatacak ve nefis ile şeytanın oyunlarına karşı uyanık tutacaktır.

Yine, felâket ve musibetlerin arkasındaki güzelikleri tefekkür ederek teskin olabilir, teselli bulabiliriz. Şöyle ki:

- Allah, isimlerinin nakışlarını göstermek için insana musîbet veriyor.

- Hayat musîbetlerle saflaşır, berraklaşır.

- Asıl musîbet dine gelen musîbettir.

- Başkasına gelen musîbet makamını yükseltmek için gelen bir imtihandır; kendimize gelen musîbet hatâlarımızın cezâsıdır diye düşünmeliyiz.

- Her musîbette bir rahmet ciheti var. Her musibetin arkasında bir hayır çıkar.

- Büyüklere dert, derman için yeter.

- Dünyayı âhireti severek tercih etmek, zamanın en dehşetli musîbetlerindendir.

- Kader, isyana karşılık musîbet verir.

- Maddî musîbitleri büyük gördükçe büyürler.

- Musîbete en çok maruz kalanlar insanların iyileridir.

- Musîbetler geçicidir.

- Musîbetler rıza ile karşılanmalı ve onlara karşı yegâne istinat noktası Allah Tealâdır.

- Musîbet mü’min için Allah’ın ikaz ve iltifâtı hükmündedir.

- Musîbet, mutlak şer değildir.

- Musîbetzedelerin zâyi olan malları sadaka hükmüne geçer.

- Ramazan’a hürmet etmemek umûmî musîbeti netice verir.

- Tahkiki imân sahibi musîbeti gülerek karşılar.

- Genel musîbet/felâketler, çoğunluğun hatasının sonucudur.

Dipnot:

1- Mektûbât, s. 429

29.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Anadolu, hayat dolu


A+ | A-

Hafta sonlarını mümkün mertebe İstanbul dışında geçiriyoruz. Anadolu'nun muhtelif merkezlerinden dâvetler geliyor. Bizler de, şartlar ve imkânlar elverdiği ölçüde bu dâvetlere icabet etmeye çalışıyoruz. Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerini, çoğu kez Anadolu seyahatleri şeklinde değerlendirmeye gayret ediyoruz.

Dâvetlerin çoğu üniversite camiasından geliyor. Yurdun muhtelif üniversitelerinde okuyan kardeşlerimizden gelen bu dâvetler, bizleri ziyadesiyle sevindiriyor, memnun ediyor.

Yani, talebelerden talep gelmesi... Ne kadar mânidar değil mi?

Bu seneki taleplerini karşılamaya çalıştığımız, yani yakın zamanda dâvetlerine icabet ederek gidip görüşebildiğimiz talebe kardeşlerimizin tahsil gördükleri üniversitelerin isimleri şöyle: Kocaeli, Kırıkkale, Balıkesir ve Sütçü İmam.

Tabiî, seyahatlerimiz sadece ismi yazılan merkezlerden ibaret değildir. Mümkün olduğunca, gittiğimiz merkezin çevresini de ziyaret etmeye çalışıyoruz. Bu meyanda, gittiğimiz şu hizmet mahallerinin isimlerini zikretmeden geçemeyiz: İzmit, Lalahan (Kırıkkale üniv.), Balıkesir, Bandırma, Sındırgı, Kahramanmaraş, Elbistan...

Bu seyahatler esnasında, kadim dostlarla görüşme imkânını bulduğumuz gibi, ayrıca yıllardır hiç görüşemediğimiz candan kardeş ve arkadaşlarla da görüşüp hasret giderme fırsatını bulduk.

Gittiğimiz hemen her yerde, talebelere olduğu kadar, ayrıca umuma yönelik sohbet ve seminerlerimiz oldu.

Bu programların bir kısmı, soru–cevap faslının da eklenmesiyle saatler boyu sürdü. Gece yarılarına, hatta sabah namazına kadar devam eden tatlı sohbet fasılları da yaşadık.

Okuyucularımızın ve bilhassa genç kardeşlerimizin meraklı ve tam yerindeki suâlleri, iştiyaklı zekice alâkadarlıkları, ciddi ve samimî paylaşımları, mevzulara mütevazı ölçüdeki katkıları, hürmetli ve muhabbetli muameleleri, hizmete âmade tavırları ve temel konulara muazzam açılımlar kazandıran ferasetleri, üstümüzdeki bütün yorgunluğu, hatta uykusuzluğu alıp götürüyordu.

Şunu kat'î bir kanaatle ifade edelim ki, ara ara yaptığımız bu Anadolu seyahatleri, üstümüze abanan, ruh ve bedenimize yapışan bütün toz ve gubarları söküp atıyor, silip temizliyor. Büyük şehirlerin ağır ve kasvetli atmosferinin yol açtığı kirleri, pasları temizliyor, duygu ve düşüncelerimize tazelik, zindelik kazandırıyor.

Seyahat dönüşlerinde, harikulâde bir hiffet, bir rahatlama hali hissediyoruz. Duygularımız adeta yıkanmış, yağlanmış, cilalanmış gibi, ruh ve kalbimiz tertemiz bir havada teneffüs etmiş, ciğerlerimiz oksijenle dolmuş ve adeta havada tayeran eden kuşlar kadar hafiflemiş gibi bir ruh haleti içinde görüyoruz kendimizi.

İşte, bütün bunlar, bize Anadolu'nun nasıl da temiz, coşkun ve dinamik bir hayat menbaı olduğunu gösteriyor.

Öylesine hasbi ve kalbî, öylesine ciddi ve samimi bir alâkadarlığa mazhar oluyorsunuz ki, onlara hizmet sunmaktan, onlara lâyık bir neşriyatta hizmette bulunmaktan dolayı, kendinizi cidden mutlu ve bahtiyar hissediyorsunuz.

Onlarla paylaştığınız dâvânın nasıl bir değer ve kudsiyet arz ettiğini, gidip o isimsiz kahramanları yerinde gördükten, yerinde ziyaret edip hemhal olduktan sonra çok daha iyi anlamaya başlıyorsunuz.

Yerinde ziyaret edip görüştüğümüz o insanların, hakikaten rıza–i İlâhî'den başka bir arzuları, bir talepleri yoktur. Makam–mevki hırsları, menfaat beklentileri yoktur. İnandıkları dâvâ uğrunda severek ve isteyerek masrafa girerler. Helâl bütçelerinden harcama yaparlar. Hizmet ünitelerini imar ve inşa ederler. Yaptıkları fedâkârlıkları da, mümkün olduğunca gizlemeye, perdelemeye çalışırlar. Gösterişten, riyâkârlıktan şiddetle kaçınırlar. Yapılan her türlü hizmetin, "şahs–ı mânevi"ye mal olmasını tercih ederler.

Siz, böylesine halis, muhlis, fedâkâr, vefâkâr dâvâ arkadaşlarınız için neler yapmazsınız? Onlar için hangi fedâkârlıktan kaçınabilirsiniz?

Birlikte yaşadığınız ve yaşatmaya çalıştığınız aynı dâvâya siz de baş koymaz mısınız? Hayatınızı ve herşeyinizi bu uğurda fedâ etmez misiniz?

Paylaştıkça anlıyorsunuz ki, onlarla aynı meydanda bulunmaktan, aynı kulvarda yürümekten, aynı baraja su taşımaktan, aynı yolda ter dökmekten, hatta aynı çileleri çekmekten daha zevkli, daha sevindirici, daha tatmin edici dünyada başka hiçbir hizmet yok, hiçbir faaliyet yoktur.

Ne mutlu, bu kudsî kervana dahil olanlara ve aynı istikamette yol yürüyenlere...

Tarihin yorumu - 29 Aralık 1975

İskenderun Demir Çelik (İSDEMİR)

Temeli 3 Ekim 1970'te atılan ve Türkiye–Rusya teknik işbirliğiyle inşaatı tamamlanan İskenderun Demir–Çelik Tesisleri (İSDEMİR), Başbakan Süleyman Demirel ve Sovyet Rusya Başbakanı Aleksey Kosigin'in katıldığı törenle resmî açılışı yapıldı.

Açılışla birlikte İSDEMİR'deki demir ve çelik üretimine de başlanmış oldu. (29 Aralık 1975)

İSDEMİR, Türkiye'de en uzun metrajlı mamül üreten ve aynı zamanda ülkenin en büyük entegre tesisi olma özelliğine sahip bulunan bir fabrikadır.

Bu fabrikanın, o tarihte Rus teknolojisinin yardımıyla yapılmış olması, birtakım tenkitlere yol açmıştı. Meselâ, Başbakan'a sıklıkla sorulan sorulardan biri şuydu: Siz, ant–i komünist olduğunuzu her defasında söylediğiniz halde, nasıl olur da komünist Rusya ile işbirliği cihetine gidiyorsunuz?

Başbakan ise, bu tür soruları üç ayrı madde halinde ele alıyor ve aşağıdaki başlıklar halinde kısa cevaplar veriyordu:

1) Bir fabrikanın komünisti, ya da faşisti olmaz. Fabrika fabrikadır.

2) Batı dünyası (Avrupa–Amerika), kendi teknolojisini bize hem minnetli, hem de pahalı satıyor. Bizim bir alternatif şansımızın olması gerekiyor.

3) Teknoloji yolunda kimsenin mecburu ve mahkûmu olmadığımızı gerek halkımıza ve gerekse dünyaya göstermemiz lâzım.

29.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Şeytanlar ne yerler, ne içerler?


A+ | A-

Acaba şeytanlar ne yerler, ne içerler?

Şeytanların bizim gibi yemeye ve içmeye ihtiyaçları var mıdır?

Bunu kendi aklımızla bilmemiz ve anlamamız herhalde mümkün değildir. Peygamber Efendimizden (asm) nakledilen bazı rivayetler bize bu konuda yol göstermektedir. Şöyle ki:

Şeytan, besmelesiz başlanan yemeğe ortak olur. Kişi evine döndüğünde, içeri girerken ve yemek yerken Besmele çekip Allah’ın adını zikretse, şeytan yardımcılarına “Size burada gecelemek de yok, akşam yemeği de yoktur” der. Ama o kişi, evine girerken Allah’ı zikreder fakat yemeğini yerken zikretmezse, şeytan yardımcılarına “Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil” der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekmezse, şeytan yardımcılarına “Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!” der.1

Hadis-i şeriflerde eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekilmesi hâlinde şeytanın o evden ve o sofradan uzaklaşacağı anlatılmakta, şeytanın besmelesiz yenilen yemeği ev sahipleriyle beraber yiyeceği, bu sebeple de yemeğin bereketinin gideceği bildirilmektedir. Burada aynı zamanda Müslümanlara eve girme ve yemek yeme adabı da öğretilmektedir. Başka bir rivayette ise Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Sol el ile yiyip içmeyin. Zira şeytan sol eliyle yer ve içer.”

İmam Gazalî, İhyâ’da şöyle bir rivayete yer verir:

“Bir gün bir mü’minin şeytanı ile bir kâfirin şeytanı karşılaşırlar. Kâfirin şeytanı kilolu, semiz, temiz ve şık giyimlidir. Mü’minin şeytanı ise, zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Kâfirin şeytanı, mü’minin şeytanına:

‘Bu ne hâl?’ diye sorar. Müminin şeytanı:

‘Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman besmeleyi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi besmele ile giyer, ben çıplak kalırım. Temizlendiği zaman besmele ile temizlenir, ben de pis kalırım’ der.

Bunun üzerine kâfirin şeytanı da:

‘Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki bunlardan hiçbirisine besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum’ der.”

Buradan öyle anlaşılıyor ki, insan yemesinde içmesinde besmele çekmemek veya şeytana uymakla kendi şeytanını beslemiş olmaktadır. Burada asrımıza ışık tutan ve bize müjdeler veren bir başka hadis-i şerifi de hatırlıyoruz: “Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”2

Sünnet-i Seniyye en güzel yoldur. Sünnet-i Seniyyeye uyduğumuzda âdetlerimiz de ibadet hükmünü alacaktır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resûl-i Ekrem’i (asm) hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhî hâtırasına inkılâp eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâât ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resûl-i Ekrem’e (asm) ittibâını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakk’a kalbi müteveccih olur. Bir nevî huzur ve ibadet kazanır. İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.”3

Şeytana uymamanın ve hem dünyada, hem de ahirette kazançlı çıkmanın yolu sünnet-i seniyyeye tâbi olmaktan geçiyor. Ne dersiniz?

Dipnotlar: 1- Müslim, Eşribe, 104-106; 2- İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; 3- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 174

29.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Haram, günah ve küfür


A+ | A-

Mücahit Bey: “Haramlığı kesin olan içki, zina, fal... vs. gibi fiillerle ilgili olarak birisi için ‘İnşallah içki içersin, fal baktırırsın’ dense ya da ‘İnşallah şu bahçeden elma çalarsın!’ dense; diyen kişinin imanı ve nikâhı gider mi? Ve bu söz küfrü gerektirir mi?”

Haramı, günahı ve küfrü tanımlayalım dilerseniz. Haram, Cenâb-ı Hakk’ın kesin bir biçimde yasakladığı fiil ve davranışlardır. Cenâb-ı Hakk’ın aslında hoşlanmadığı, fakat kesin bir dil ile yasaklamadığı fiil ve davranışlara ise mekruh diyoruz. Mekruhun gerisinde de mubah vardır ki, tercihi bize bırakılan, yasaklanmadığı kesin olarak bilinen fiil ve davranışlardır.

Dînimizde mü’min lehine bir rahmet eseri olarak, haram sınırı dar tutulmuş, mekruh sınırı biraz daha açıktan alınmış; mubah sınırı ise alabildiğine geniş bırakılmıştır. Başka bir ifâdeyle, yasak kılındığı hakkında Kitap ve Sünnetten delil bulunmayan her fiil ve davranış mubahtır.

Allah’ın haram kıldığı fiil ve davranışları işlemenin, yasaklarını çiğnemenin ve emirlerine aykırı davranmanın dinimizdeki karşılığı ise günahtır.

İki türlü haram vardır:

1-”Haram li-aynihî” (Bizzat haram): Haram kılınma hikmeti olan kötülük, zarar, kirlilik ve pislik kendi özünde bulunan ve kendisinden hiç ayrılmayan maddelerdir. Meselâ, içki ve domuz etinin özündeki zararlar, haram kılınmasına müreccih olmuştur. Fakat hakiki sebep yine ‘nehy-i İlâhî’dir (Allah’ın yasaklamasıdır).

2-”Haram li-gayrihî” (Dolaylı olarak haram): Haram kılınma hikmeti kendisinde bulunmayan, hâricî ve dıştan bir sebeple, elde etme ve kazanma şekline göre haram kılınmış olan maddelerdir. Meselâ elma aslında helâl kılınmışken; çalınıp yenildiğinde, kul hakkını ihlâl hikmetinden dolayı haram olur. Kazanç, içinde alın teri ve hak ediş olmadığında haramdır.

Küfür, inkâr ve şirke gelince: Birbirini tanımlayan her üç kavram da tevhid inancına zıt bir inanıştır, yargıdır, hükümdür, kabulleniştir; haramların en büyüğüdür. Şirk, inkâr ve küfür ile sâir günahların arasını net biçimde ayıran Kur’ân’dır. Cenâb-ı Hak şirki bağışlamayacağını, sâir günahları ise dilediği biçimde affedeceğini şu âyetle bildirir: “Allah Kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başka dilediği kimsenin günahını bağışlar. Allah’a ortak koşan, pek büyük bir günah ile iftirâda bulunmuştur.”1

İnsanı İslâm ve îmân dâiresinden çıkaran şey şirktir, inkârdır, küfürdür. Sâir günahlar kişinin îmân dâiresi haricine çıkmasını gerektirmez, kişiyi dâhilde bırakır. Dolayısıyla, mü’min günahkâr olabilir; ama münkir olamaz. Eğer münkir olsa, mü’min kalamaz. Yani inkâr ile îmân, aynı kalpte berâber bulunmaz. Diğer yandan, mü’min günahından dolayı şirkle, küfürle veya inkârla itham da edilemez. İnanarak “Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resûlullah” diyen; Allah’a, Kur’ân’a ve Kur’ân Peygamberine (asm) “bütünüyle” îmân eden herkes mü’mindir.

İster haram li-aynihî olsun, ister haram li-gayrihî olsun; haram kılınan şeyleri işlemekle günahkâr olacağımız gibi, teşvik etmekle de günahkâr oluruz. Bir mü’min kardeşimize ister duâ niyetine, ister bedduâ niyetine, “İnşaallah içki içersin!”, “İnşaallah fal baktırırsın!”, “İnşaallah şu bahçeden elma çalarsın!” gibi haram bir dilekte bulunmakla ancak günahkâr oluruz; ama bu fiillerle müşrik, kâfir ya da münkir olmayız. Yani fiilimizin şirk, küfür veya inkâr unsuru taşıması gerekir ki, küfre veya şirke girmiş olalım. Yani böyle bir “yanlış, isâbetsiz ve fâhiş dilekle” îmânımız gitmez, nikâhımız gitmez, küfre girmeyiz; fakat, günahkâr oluruz.

Şirk, küfür veya inkâr içinde gördüğümüz birisini derhal yargılayarak İslâm ve îmân dâiresinden çıkarmamız doğru değildir. Bizim, kul ile Rabb’i arasına girme yetkimiz yoktur. Ancak insanların lehine duâ edebiliriz, insanlar için îmân, salâhat ve hidâyet isteyebiliriz. Kucaklayıcı olmak, dışlayıcı olmaktan efdaldir. Yüce dînimizin rahmet yönünü göstermek ve Allah’tan rahmet dilemek, gazab-ı İlâhî’yi temennî etmekten daha fazîletlidir.

Dipnot:

1- Nisâ Sûresi, 4/48

29.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Ekrem KILIÇ

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl   oktay usta yemek tarifleri