03 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

“İstişâre eden pişman olmaz”


A+ | A-

Mahiyeti bir çok noksan sıfatlarla da yoğrulan insan, noksaniyetini gidermek için diğer insanlarla teşrik-i mesai etmeye mecbur olur. Bunlardan birisi de istişâre meselesidir.

Meşveret veya istişâre, bir meselede ehil, akıllı ve salih kişilere danışılarak, onların fikri alınarak icraât yapılmasıdır. Bu, o kadar önemli bir konudur ki, Sevgili Peygamberimiz (asm) “İstişâre eden pişman olmaz” hadisiyle ümmetini istişâre etmeye teşvik etmiştir. İstişârenin önemi hakkında bir çok hadis-i şerifler vardır. Onlardan birisi de “Kim bir işe girişmek ister de, o hususta Müslüman biri ile istişâre ederse, Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar” hadisidir. (Kütüb-ü Sitte 16. Cilt)

Aslında, meşveret ve istişâre Allah’ın emridir. Bu îtibarla, meşveret etmek aynı zamanda ibâdet etmektir. Zîrâ, Allah’ın yapın diye emrettiği şey ibâdet olur. Uhud Harbi öncesinde Hazret-i Peygamber Efendimiz (asm) sahabeleriyle istişâre etti. Kendi fikrinin hilâfına meşveretten meydan savaşı çıktı. Bir tepeye diktiği elli kadar okçudan, Resulullah’ın (asm) kesin emrine rağmen, ganimet için kırkı tepeyi terk ettiklerinde, arkadan dolanan Kureyş süvarileri, İslâm ordusunun galip iken mağlûbiyetine sebep oldu. Bu olay üzerine vahiy ile âyet indi. “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, Allah’ın onları bağışlaması için duâ et ve işlerinde onlarla istişâre et. İstişâre ile karar verip azmettiğinde ise, Allah’a güven ve O'na tevekkül et. Şüphesiz Allah, Kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran Sûresi, âyet: 159)

Hakkında âyet olmayan her meseleyi sahabeleriyle istişâre eden Peygamber Efendimize (asm), istişâre kararıyla çıkan Uhud’daki meydan muharebesinin sonucu mağlûbiyet olduğu halde, Cenâb-ı Hak yine istişâreyi emretmekte ve mağlûbiyetin sebebinin istişâre değil, daha başka sebep ve hikmetlere dayandığını bildirmektedir. Bir sahabe “Bu âyet nâzil olduktan sonra, sahabelerle bu kadar çok istişâre eden Resulullahtan başka birisine rastlamadım” diyor.

İstişâreden maksat, bir mesele hakkında en iyi hal çâresini bulmak ve bu yolda Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Ehil insanlardan oluşan bir meşveret heyetinin ekseriyeti bir hal çâresi üzerinde birleştikten sonra, ne yönde bir karar çıkarsa çıksın, herkesin o kararı benimseyerek sahip çıkıp tatbik etmesi esastır. Farklı düşünce ve teklifler istişâre esnasında söylenir, sonuç ise artık herkesin ortak kararı olur. İstişareden sonra “Zaten ben o fikre katılmamıştım, benim fikrim öyle değildi” diye konuşmalar yapmak meşveret rûhuna aykırı olduğu gibi, birlik ve beraberlik rûhunu da tahrip eder. Belli bir merhaleden sonra da fitneye dönüşür. Hadis-i şerife göre de “Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah lânet etsin” tehlikesi baş gösterir.

İstişâre etmek Allah’ın emri olduğu için, istişâre eden ehil kimseler ibâdet halinde olduklarının şuûru içinde olmak durumundadırlar. Risâle-i Nur’un üslûbu “nezihâne, nâzikâne ve kavl-i leyyin” olduğu için, Nur Talebeleri bu üslûbu istişâre esnasında aynen muhafaza ederler. Kaba, sert ve incitici ifadeler o zemine giremez. Başkalarının imanlarını kurtarmak için sarf edilen centilmence tavır ve ifadeler, aynı dâvâya gönül vermiş ve Allah’ın rızâsından başka arzusu olmayan dâvâ arkadaşlarından asla esirgenmez. Aksi takdirde riyakârlık olur.

“O kimseler ki, Rablerinin dâvetine icâbet ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri aralarında istişâre iledir. Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunurlar.” (Şûra Sûresi âyet: 38) İstişâre ibâdetinin, namaz ve başta zekât olarak diğer bağış ibâdetlerinin arasında bu âyetle dile getirilmesi, istişârenin ne kadar önemli olduğunu nazara verir. İstişârede fikr-i sabit olmaz. Herkese akıl verir gibi bir tavra zaten girilmez. Başkalarının aklından istifadeye çalışmak ise, akıllı olanların işidir. İnatlaşma, zıtlaşma ve tahakküm etme gibi haller ibâdetin rûhuna aykırıdır.

Hülâsa; akıllı, ehil ve salih kimselere danışıp onları dinleyen doğruyu bulur, dinlemeyen pişman olur. Onun için atalarımız “Danışan, istişâre eden dağları aşar, danışmayan zavallılar da düz yolda şaşar” demişlerdir. Evet, Allah Resulünün (asm) haber verdiği gibi “İstişâre eden pişman olmaz.”


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Karşılaştırma yapmak öfke doğurur


A+ | A-

Kıyas etmek, karşılaştırma yapmak hayatımızın her alanına öylesine girmiş ki… Sadece çocuklarımızı değil, kendimizi de başkalarıyla, yaptıklarıyla ve sahip olduklarıyla sürekli karşılaştırıyoruz. Eşimizi, çocuklarımızı, evimizi, eşyalarımızı, arabamızı hatta mutluluğumuzu bile bir diğerine göre, diğerine oranla değerlendiriyoruz. Kendi elimizdekiler ve yaptıklarımız hep daha az görünüyor. Başkasındaki her şey ise misliyle algılanıyor… Bu alışkanlığı çok küçük yaştan itibaren maalesef ki, yaşadığımız ve büyüdüğümüz çevre içinde öğreniyoruz. Anne babalar çocuklarını arkadaşlarıyla ve birbirleri ile sürekli karşılaştırıyorlar. Okul durumu ve ders başarısını diğer arkadaşlarına göre değerlendiriyorlar.

“Arkadaşın yüz almış, sen neden yetmiş aldın?”

“Kardeşin yemeğini yiyor, bak sen hâlâ bitirmedin” veya “Ablan odasını topluyor, ama sen çok dağınıksın” gibi söylemleri, çocuklar sık sık duyuyorlar.

Bazen bu tutumun yanlış olduğunu bildiğimiz halde yine de söylüyoruz. Bu şekilde konuştuğumuzda daha hırslanıp, motive olacaklarını ya da harekete geçeceklerini düşünüyoruz. Arkadaşını ya da kardeşini onun gözünün önünde takdir ettiğimizde, övgüde bulunduğumuzda, onun da sevmediğimiz ve yakındığımız davranışlarının düzeleceğini umuyoruz. Bazen bunu o kadar çok yapıyoruz ki, yetişkin bir insan olup, kendi hayatlarını kurdukları zaman bile çocuklarımızı birbirleriyle kıyaslıyoruz. Onların birbirlerine olan olumlu duygularını zedelediğimizi fark edemiyoruz. Birbirleriyle kıyaslanan insanlar, kardeş bile olsalar birbirlerine öfke duymaya başlarlar. Aralarındaki samimî ve güvene dayalı ilişki, yerini rekabete ve kıskançlığa bırakır. Anne babanın gözünde daha değerli olma ve onay alma beklentisi, onları hayata ve birbirlerine karşı öfkeli yapar. Aynı şekilde evlilik sürecinde, eşimiz bizi bir diğer kişi ile kıyas etse ne hissederdik. Onun yaptığı yemeklerin daha güzel olduğunu ya da ne kadar becerikli göründüğünü söylese duygularımız nasıl olurdu? Aynı şekilde bir bayanın da eşini, eşinin yeteneklerini, çalışma düzenini, yaklaşımını ve tutumlarını kıyaslaması ona hissettirirdi dersiniz. Eminim ki, bu tarz yaklaşımlar hiç kimseye mutluluk ve enerji getirmemiştir. Sadece çok hırslı ve kıskanç yapıda olan insanlar için motive edici olmuştur, ama onların da yüreklerinde ağır yükler oluşturmuştur. Kıskançlıkla elde edilen başarı insanı ne kadar mutlu edebilir… Böyle bir başarıdan ne kadar haz alınabilir ki?

Karşılaştırma yapmak, kendimizi başkalarıyla kıyaslamak bizi mutsuz ve tatminsiz eder. Bize verilen ve bizde olana dair farkındalığımızı azaltır. Elimizdekini göremez oluruz, aynı zamanda minnettarlığımızı da azaltır. Hep daha azmış, hep yetersizmiş gibi gelir. Bu ise, insanı mutsuz eder. Kronik bir hastalık gibi, üzerimize sinmiş bir hüznü ve tatminsizliği sürekli yaşarız. Belki de asrın insanının mutsuz olmasının bir sebebi de budur…

İnsanın eski haliyle yeni halini kıyaslaması daha sağlıklı sonuçlar doğurur diye düşünüyorum… Eskiden nasıl biriydim, içimde neler değişti? Daha önceki olumsuz hallerimin ne kadarını terk edebildim? Yoksunluğunu çektiğim, olmasını beklediğim şeylerin ne kadar çoğu gerçekleşmiş aslında. Bana o zamanlar asla olmazmış gibi gelen şeyler ne kadar da kolay gelmiş, ne kadar da kolay verilmiş… Hayalini kurduğum birçok şey, ben bile fark etmeden, önüme konulmuş… Ben bunların ne kadarının farkına varabiliyorum? Minnettarlığımı, O’na gösterebiliyor muyum? İçimde, yüreğimin en diplerinde sebepsiz mutluluklar yaşayabiliyor muyum? Kendimi sınırsız bir emniyet duygusunun kollarına bırakabiliyor muyum?

Kendimi ve sahip olduklarımı diğerlerine göre kıyaslamadığım ve değerlendirmediğim zaman, bana gerçek özgürlüğü ve güveni hissettirecek olan bu duyguları daha çok yaşayabileceğime inanıyorum. Ne zaman ki, hayata kendi gözlüklerimin camından olumlu bakmayı öğrendiğimde, olayların ve elimdekilerin gerçek kıymetlerini daha iyi hissedeceğimi biliyorum. Kaybetmekten korktuklarımı, onları her an kaybetme riskine rağmen, hâlâ sevebilmeyi başarabildiğimde, büyümenin inanılmaz hafifliğini de yaşayabileceğime inanıyorum.

Hayata nereden bakarsan, o da sana oradan seslenir…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ahiret hesabına önden göndermek


A+ | A-

Yunus Emre Bey: “Câmiü’s-Sağîr 3. Cildde geçen 2256 no’lu ‘Allah helâl kazanan, tutumlulukla harcayan, fazlasını da fakirlik ve ihtiyaç günü olan Kıyamet için önden gönderene merhamet etsin’ meâlindeki hadisi açıklar mısınız? Önden göndermek ne demektir?”

Bu hadis-i şerifte bir Peygamber (asm) duâsı vardır. Buna ulaşmanın yolu ise, helâlinden kazanmak, tutumlu harcamak ve fazlasını âhiret hesabına tasadduk etmek, yani hayır yollarında harcamak.

Âhiret hesabına harcama yapmak Kur’ân’ın dilinde “önden göndermek” tabiriyle ifade edilmiştir.1 Bilindiği gibi, amellerimiz bizden önce âhirete ulaşmaktadır ve Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle insan kıyamette cismiyle, ismiyle, resmiyle halk edilecektir.2 Ebediyet yolcusu olan insan saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek; ya taltif veya tokat yiyecektir.3

Bu hadisin açıklaması olarak, bir uzunca hadis-i şerifi dikkatli nazarlarınıza sunalım:

“Geçmiş kavimlerden alaca ten hastalıklı, kel ve kör olmak üzere üç kişi vardı. Allah bunları imtihan etmek istedi de, onlara bir melek gönderdi. Melek alaca hastalığı olana geldi ve: ‘Bir dileğin var mı?’ dedi. Adam: ‘Güzel bir renk, güzel bir ten ve insanları tiksindiren bu hastalığımın benden gitmesi’ dedi. “Melek adamın vücudunu sıvazladı ve adamdan bu çirkinlik kalktı; güzel bir yüz ve güzel bir ten verildi. Sonra melek: ‘Nasıl bir mal dilersin?’ dedi. Adam: ‘Deve isterim’ dedi. Adama on aylık dişi bir deve verildi. Melek: ‘Allah sana bu devede bereket ihsan eylesin’ diye dua etti.

“Sonra melek, başı kel olan kişiye vardı ve: ‘Bir dileğin var mı?’ dedi. Adam:

‘Güzel bir saç ve insanları iğrendiren kelliğin benden gitmesini isterim’ dedi.

“Melek onun başını sıvazladı. Adamdan kellik gitti ve güzel bir saç verildi. Sonra melek:

‘Nasıl bir mal istersin?’ dedi. Adam: ‘Sığır isterim’ dedi. “Adama gebe bir sığır verildi. Melek ona: ‘Allah bu sığırda sana bereket ihsan eylesin’ diye dua etti.“Sonra melek, körün yanına geldi ve: ‘Bir dileğin var mı?’ dedi. Adam: ‘Allah’ın gözümü bana iade etmesidir. Görmek istiyorum’ dedi. Melek onun gözünü sıvazladı ve Allah ona gözünü iade buyurdu. Sonra melek: ‘Nasıl bir mal istersin?’ dedi. Adam: ‘Koyun isterim’ dedi. Kendisine kuzulu bir koyun verildi. Melek onun için de bereketle dua etti. “Bir müddet sonra deve, sığır ve koyun yavruladı. Deve isteyen kişinin bir vadi dolusu devesi, sığır isteyen kişinin bir vadi dolusu sığırı ve koyun isteyen kişinin de bir vadi dolusu koyunu oldu. Sonra melek, daha önce geldiği gibi, fakir bir adam kılığında tekrar geldi. Deve sahibine: ‘Ben fakir bir kişiyim. Yolcuyum. Yol azığım bitti. Memleketime dönecek param kalmadı. Elimden tutacak kimsem yok. Evime ulaşmak için Allah’tan başka yardımcım da yok. Şimdi ben, sana şu güzelliği veren Allah hakkı için, senden bir deve isterim ki, üzerine binip, evime dönebileyim’ dedi. Adam: “İyi de, bu malların hakları çoktur! Her gelene bir deve vermek de olmaz ki!” dedi. Melek tekrar: “Ben seni tanıyacak gibiyim. Sen, şu halkın iğrendiği alaca hastalıklı adam değil misin? Sen bir fakir idin de, bu malı sana Allah vermiş değil miydi?” dedi. Adam: “Bana bu mal atalarımdan miras kaldı!” dedi. Melek de: “Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin” dedi. Sonra melek kel adama geldi. Fakir olduğunu ve bir sığıra ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bu adam da aynı şeyleri söyledi ve reddetti. Melek de: “Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin” dedi. Melek daha sonra kör adamın yanına geldi. Fakir olduğunu, yolda kaldığını, memleketine ulaşmak için bir koyuna ihtiyacı olduğunu söyledi. Koyun sahibi ise: “Ben bir kör adam idim. Bir gün Allah bana gözlerimi geri verdi. Fakir idim. Allah beni zengin kıldı. İşte koyunlar vadide! Dilediğin kadar al, git! Dilediğin kadarını da bana bırak! Allah’a yemin ederim ki, bu gün Allah rızası için benden alacağın bir şeye sınır koyarak sana güçlük çıkarmayacağım” dedi. Melek: “Malın senin olsun! Allah sizleri imtihan etti. Senden razı oldu; fakat iki arkadaşını gazaba uğrattı!” dedi.4Demek Allah bizi hastalıkta, afiyette, iyi günde, kötü günde, fakirlikte, zenginlikte imtihan etmektedir. Karşımıza çıkan her ihtiyaç sahibi, melek olmayabilir şüphesiz. Fakat, Allah katında, beşerin “şiddetli ihtiyaç” içindeki duâsının, meleğin “istiğna ve zenginlik” içindeki duasından hiç de geri kalmayacağını nazara almalı ve insanlara yardımcı olmalıyız. Bunlar, bizim önden gönderdiğimiz hayırlı amellerimizdir.

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi, 36/12; Fecr Sûresi, 89/24.

2- Lem’alar: 119.

3- Lem’alar: 142.

4- Müslim, Zühd, 10.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Az ye, az uyu, az konuş


A+ | A-

Şeytanın tasallutundan kurtulmanın yollarından birisi rûhu/duyguları geliştirmek, tekâmül ettirmek ve dolayısıyla psiko-fizyolojik mekanizmayı kontrol edebilmektir. Onun yolu da bedene değil, ruha hizmet etmekten geçer. Onun da metotlarından birisi riyazettir.

Riyâzet; “şehvet gücünü” (yeme, içme, uyuma, eğlenme gibi her türlü menfaatli şeyi çeken, cezbeden yönümüzü) aşırılıklardan koruyup “orta çizgi”ye çekmektir. Dünyevî lezzet ve zevkleri asgariye indirip, meşrû yola girmek; az gıda, az uykuyla nefsi terbiye etmek; ulvî duyguları, pozitif enerjiyi yükseltmek de riyâzet kelimesiyle ifâde edilir. Meşrû dairenin keyfe kâfî geldiğinin şuurunda olarak alkol, kumar gibi gayr-i meşrû hayattan uzak kalmak icap eder. Meselâ, günlük ortalama 1000-1200 kalori kâfî gelir. Şâyet, daha yüksek kalorili yiyecekleri midemize doldurursak; bu mide fabrikasına kapasitesinin üstünde ham madde vermek demektir. Onu işlemek için; ayrıca mesâî sarf edecektir. Bu da onu yıpratacaktır. Eğer günde üç öğün yer; her seferinde midemizi tıka-basa doldurur; habire bir şeyler atıştırırsak oburlaşır; yemek bağımlısı oluruz. İşte burada devreye şeytan girmektedir. Çok yemeye ve onları gayr-i meşrû yoldan elde etmeye teşvik eder.

Peygamberimizin (asm), “Ademoğlu, mideden daha şerli bir kap doldurmaz. Oysa belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir. Ancak nefsin galebesiyle, illâ da mideyi doldurma işini yapacaksa bari onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefesine tahsis etsin, üçte birden fazlasına yemek koymasın. Her türlü hastalığın küpü midedir” 1 diye ikaz etmesinin sırlarından birisi bu değil mi?

Tıpçıların üstadı İbni Sinâ, tıp ilmini iki satırla toplayarak bu hadîsi şöyle açar: “Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemek yemektir. Yani, vücuda en muzır, dört beş saat ara vermeden yemek yemek, veyahut lezzet için çeşitli yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.” 2

Araştırmalar; çok yemek içmek değil; az, düzenli, ölçülü ve dengeli beslenmek; uyumak gerektiğini ortaya koyuyor. İşte, tasavvuf terbiyesinde, bu psiko-fizyolojik ve psişik kazanımlar, “kıllet-i taam, kıllet-i menam, kıllet-i kelâm” (az yemek, az uyumak, az konuşmak) şeklinde formüle edilmiştir.

Vücûdumuzun çok yemeğe ihtiyacı yoktur. Sigara tiryakiliği ve alkol bağımlılığı nasıl ihtiyaçtan değil, alışkanlıktan kaynaklanıyorsa; belli bir kalorinin dışındaki yemek ihtiyacı ve açlık da; fizyolojik şartlanma ve alışkanlıklardandır.

Özetle; Sünnet-i Seniyye, Peygamberimizin (asm) yaşadığı tarz üzere bir hayat sürmek, tıbbın da istediği en mükemmel yaşama şeklidir. Şeytanın dürtülerinden ancak “aklımız midemize, ruhumuz cesedimize, kalbimiz nefsimize” hâkim olursa korunabilir ve ruh ile beden formumuzu koruyabiliriz.

Dipnotlar:

1- Tirmizi, Zühd 47; İbnu Mace, Et’ime 50.

2- Lem’alar, s. 151.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Tevhid-i Tedrisattan Takrîr-i Sükûna


A+ | A-

Günün Tarihi: 3-4 Mart 1924-25

Başlıktaki tâbir ve tanımların mânâ ve mahiyetini bilmeyenler çoktur. Ama, bunları duymayan herhalde pek azdır.

Zira, tâ ilk mektepten itibaren sıklıkla söz edilir "Tevhid–i Tedrisat" ile "Takrir–i Sükûn" tabirlerinden.

Bu terkipli tâbirler, aynı zamanda birer kànun ismidir.

Tevhid–i Tedrisat Kànunu, 3 Mart 1924'te kabul edildi.

Takrir–i Sükûn Kànunu ise, tam tamına bir sene sonra aynı gün, yani 3 Mart 1925'te Meclis'in gündemine getirildi. Kànun maddesi, bir gün sonra da kabul edilerek yürürlüğe kondu.

* * *

Tevhid–i Tedrisat, kısaca "eğitim birliği", yani muhtevaca iki farklı eğitimin (din ile fen eğitiminin) birleştirilmesi, tevhid edilmesi anlamına gelir.

Takrir–i Sükûn ise, sükûneti sağlamak, huzur ve âsayişi temin etmek demektir.

Tevhid–i Tedrisatın mimarı, Vasıf Çınar'dır. (1896–1935) Bu şahıs, dönemin Millî Eğitim Bakanıdır, aynı zamanda M. Kemal'in de kullanılmaya müsait has adamıdır. Sürgün diyârı Girit doğumlu olup, isyancı Kürt Bedirhan Paşanın da torunudur. Bir başka ifadeyle "Türkçe İbadet"çi, Kemalist tarihçi Cemal Kutay'ın kuzenidir. Vasıf Beye "Çınar" soyadı, M. Kemal tarafından verilmiş.

(Gariptir, 1840'lı 50'li yıllarda Osmanlı'ya isyan eden Bedirhan Paşanın torunlarından bir kısmı Kürt–Tealiye girip Kürtçü olurken, az bir kısmı da Kemalizme yanaşıp Türkçülerin safında yer almışlardır.)

"Takrir–i Sükûn"un mimarı, mühendisi ve hatta müteahhidi durumundaki şahıs ise, 4 Mart 1925'ten tâ 1937'ye kadar aralıksız şekilde Başbakanlık yapmış olan İsmet Paşadır. Uygulatmış olduğu bu kànunla öldürtmüş olduğu vatan evlâdının sayısı bilinemeyecek kadar çoktur.

* * *

3 Mart 1924'te Hilâfet lağvedilip Medreseler kapatılırken, dinî eğitim boşluğunu güya okullardaki eğitim yoluyla doldurmak maksadıyla Tevhid–i Tedrisat Kànunu çıkartıldı.

Kâğıt üstünde, fen ilimleriyle birlikte okullarda din ilimlerinin de ders olarak okutulacağı ifade ediliyordu.

Ancak, aradan zaman geçip sıra uygulama safhasına gelince, söz konusu kànun metninin tamamen bir aldatmadan ibaret olduğu ortaya çıktı.

Demek ki, asıl maksat başkaymış. Kànun metnindeki "dinî tedrisat" ibaresi, sadece bir göz boyamadan ibaretmiş.

Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkartılan kànunların çooğu bu kabilden hep yanıltmaca, kandırmaca tabiatlıdır.

Dolayısıyla, ikinci sene çıkartılan Takrir–i Sükûn Kànunu da, aynı maksat ve mantık tornasından çıkmış bir hukuk ayıbıdır.

1925 yılı başlarında patlak veren Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek çıkartılan bu kànun, aynı zamanda bir baskının, bir dayatmanın ürünüdür.

Baskı ve dayatmanın ağırlığı altında ezilen Fethi Okyar kabinesi istifa etmek zorunda kalırken, Meclis'teki şahinlerin başı durumundaki İsmet Paşaya da gün doğmuştu.

4 Mart 1925'te yeni kabineyi kuran İsmet Paşa, isyan bölgesinde huzur ve sükûneti sağlamanın yegâne yolunu bağıra çağıra ilân ediyordu: Kan dökülecek, kelleler gidecek ve devletin kahredici eliyle önce itaat, sonra da sükûnet sağlanacak.

İşte, seksen beş yıldır hükmeden ve zaman zaman ortalığı kana bulayan bu anlayış, Şark bölgesinde maalesef ne itaati sağlayabildi, ne de huzur ve sükûneti.

Zaman gösterdi ki, dahilde sırf kuvvet kullanılarak huzur ve âsayiş sağlanamıyor.

Devletin güvenlik birimleri, eline silâh alanın, isyana kalkışanın, şiddete başvuranın elbette karşısına dikilecek ve bu işi yapanları caydırma cihetine gidecek ve gitmeli de...

Ne var ki, hemen silâhı doğrultmak yerine, öncelikle isyan ve kalkışmanın sebeplerini ortadan kaldırmaya çalışmak gerekiyor.

İşte, o tarihte bu yapılmadı. Hatta, tam aksi yönde gayretkeşlikler sergilendi.

Meselâ, Şeyh Said'in itirazları dikkate alınmadı. Bilâkis, daha da kışkırtılmaya, tepki vermeye zorlandı.

Şeyh Said, dine aykırı gelişmelere itiraz ediyordu. Gazetelerde, Hz. Peygamber (asm) hakkında hakarete varan yazılardan şiddetle muztarip idi. Aynı şekilde, hazırlık çalışması hızlandırılan şapka ve kıyafet mecburiyetinin getirilmesine muhalefet ediyordu.

İşte, bu gibi hassas konularda, temkinli davranmak yerine, Şeyh Said ve taraftarları daha da ajite edildi. Adeta silâhlı kalkışmaya doğru tahrik edildi. Onunla insanî çerçevede hiçbir görüşme, konuşma yapılmadı.

Ona, adeta "Sen silâha sarıl, biz de gösterelim sana gününü" denilmek istendi.

Ankara'daki zeki ekâbirler, belli ki Şeyh Said ve taraftarları için tuzak hazırlamışlardı. Onları oyuna getirip tuzağa düşürmekti bütün maksatları.

Esefler olsun ki, oyun başarıyla oynandı. Saf ve masum insanlar tuzağa düşürüldü.

Bu arada, binlerce insan birbirinin canına kıydı. Tam anlamıyla, iç savaş çıkartıldı ve kardeş kanı akıtıldı.

Şeyh Said'in hatası, onun niyet, fikir ve itikadında değil, maksadına ulaşmak için başvurduğu yöntemde idi.

Zira, bir kanlı boğuşmada, masum ve mazlumların zarar göreceği âşikârdı. Kardeşin kardeşi vuracağı apaçık ortadaydı.

Bu derece açık ve aleni bir durumda kan ve şiddet yolunu ihtiyar etmenin, doğru ve haklı bir tarafı yoktur ve olamaz. Zarar üstüne zarardır.

Hem, öyle bir zarar ki, seksen beş yıldır uğraşıldığı halde, bu zarar hâlâ telâfi edilebilmiş değil.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kâğıt parçaları


A+ | A-

Hemen her gün ‘şok’ dalgalarla sarsılan kamuoyu, alışkanlık peyda etmiş olacak ki ‘şok’lar eskisi kadar tesirli olmuyor. Son aylarda Türkiye’nin gündemini meşgul eden ve uğrunda generallerin bir araya gelip ortak açıklama yaptığı ‘ıslak imza’ konusu yine gündem konusu. Haberler doğru ise, düne kadar ‘kâğıt parçası’ olduğu söylenen ‘belge’deki ıslak imza gerçekmiş...

Polis ve Adlî Tıp’ın aynı yöndeki kararından sonra Jandarma Kriminal Laboratuvarı da ‘İrticayla Mücadele Planı’ndaki imzanın gerçek ‘ıslak imza’ olduğunu açıklamış. (Milliyet, 2 Mart 2010) Aynı haberlere göre askerî savcılığın ‘Islak imza sahibi tutuklansın’ talebi, askerî mahkemece uygun görülmemiş.

Bundan sonra hadiselerin nasıl gelişeceğini tahmin etmek zor, ama “hiçbir şey olmamış” gibi davrananlar hem Türkiye’ye hem de millete karşı iyi bir imtihan vermiyorlar. Düne kadar ‘imza sahte’ diyerek “hiçbir şey olmamış gibi” davranmak belki izah edilebilirdi. Ama imzanın gerçek olduğu anlaşıldıktan sonra da “hiçbir şey olmamış gibi” davranmayı izah etmek mümkün değil.

Herkesin bildiği bir gerçek var: Demokrasi, hesap sorma ve hesap verme rejiminin adıdır. Hiç kimse yaptığı işin, attığı imzanın hesabını vermekten uzak kalamaz. O halde, ‘darbe planı’ olduğu askerî savcılıkça da doğrulanan planları yapanlar nasıl bu kural dışında tutulur?

Hiç kimse milletin bu yanlışlara razı olduğunu düşünmesin. Millet, kurulan tuzakların ve dönen dolapların farkında. Tepkisini de hür iradesiyle, seçim sandıklarında ortaya koyar.

Gerçekleri araştırmadan inkâra yeltenenlerin düştükleri duruma gerçekten acıyoruz. Allah hiç kimseyi, hiçbirimizi böyle sıkıntılı durumlara düşürmesin. (Âmin.) En güvendiğiniz kişilerin sizi yanılttığını düşünün. Kim böyle bir durumda olmak ister? Topraktan çıkan silâhlara ‘boru’, ortaya saçılan ‘belge’lere ‘kâğıt parçası’ diyenler acaba şimdi ne diyecek? İnadla ve ısrarla “hiçbir şey olmamış gibi” davranmayı mı tercih edecekler? İyi de nereye kadar?

Yapılması gereken şu: Prensip olarak her kurumda ‘çürük elmalar’ın olduğu kabul ediliyorsa, bunların ayıklanmasından da gocunmamak lâzım. Çünkü ‘çürük elmalar’ muhafaza ve müdafaa edildikçe, en büyük zararı o kurum ve kuruluşlar görüyor. Son hadiselerde de bu yaşandı. İnkâr ile bir yere varılamadığı ortaya çıktığına göre, milletten de özür dilenmeli. Bu da yetmez, yanlış bilgi vererek ‘üst’lerini yanıltanlara da hesap sorulmalı.

Bu noktada yargıya da büyük görevler düşüyor. Âdil davranıp, kılı kırk yararak gerçeklerin ortaya çıkarılması lâzım. Bu yapılabilirse belki ‘çürük elma’lar zarar görür, ama uzun dönemde kurumların kârlı çıktığı anlaşılır.

Bu tartışmaların “dördüncü devre” olduğu akla geliyor. Keyfî olarak insanlara haksızlık yapanlar, “dediğim dedik”çiler ve milleti “cahil oy çoğunluğu” olarak görenler gerçeklerle yüzleşmek durumunda. Gerçeklerin daha uzun süre gizlenemeyeceği bir defa daha görüldü.

Türkiye’yi idare edenlere düşen görev, gerçek olduğu anlaşılan ‘belge’lerin gereğini yapmaktır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz, olmamalı. Ülkemiz, “(yanlış) yapanın yanında kâr kaldığı” bir ülke olmak mecburiyetinde değil. Bu hararetli tartışmaların neticesinin hayırlı olması için duâ edelim...




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Yine “mağduriyete sığınma” olmasın!


A+ | A-

28 Şubat süreci ve âdeta unutulan “açılım” tartışmalarının ardından Başbakan Erdoğan’ın “Anayasa değişikliği”ne dair açıklaması, daha baştan “mini paket”te de “mağduriyet” politikasıyla geri adım endişelerini verdirdi.

Doğrusu, Başbakan’ın “kısa vâdede yönetmeliklerle, orta vadede yasalarla ilgili değişiklikleri” ve “yol haritası”nı hatırlatarak “uzun vâdedeki Anayasal değişiklikleri” birkaç maddelik “mini paket”e indirgemesi, “yeni demokratik anayasa”nın rafa kaldırıldığının en yetkili ağızdan resmen itirafı oldu.

Açık açık “Fakat biz yine basında yer aldığı gibi, böyle baştan aşağı a’dan z’ye bir anayasa değişikliğini konuşmuyoruz, böyle bir şey söz konusu değil’” cümlesi, bunun ikrarı.

Erdoğan’ın ifâdesiyle, “değişiklik paketi”, “ağırlıklı olarak insan hakları ve özgürlükler çatısı altında toplanabilecek konular”la kalıyor.

“Tabiî dışarıdan içeriye gelme konusunda da biliyorsunuz, bir istemediğimiz durumla karşılaştık” deyip, bu düzenlemelerin öncelikle “Mahmur’dan veya dağdan gelenlerle ilgili” olduğunu söylemesi, sözkonusu “özgürlükler”in çapını ele veriyor. Hükûmetin Mart ayı sonuna kadar Meclis’e göndereceği genelge ve yönetmeliklerin ve orta vadeli tasarıların mâhiyetindeki zâfiyeti ortaya koyuyor…

“AB SÜRECİNDE GÜNDEMDE

KALAN KONULAR…”

Gerçek şu ki Başbakan’ın belirttiği haliyle “mini paket” oldukça kısıtlı. Düzenlemeler “yargı reformu” adı altında HSYK’nin yapısı, “ombudsmanlık” ve “siyasi partilerle ilgili özellikle seçimlerde sandık güvenliği” ve “partilerin kapatılmasının zorlaştırılması”yla ve bazı “sendikal haklar”la sınırlandırılmakta.

Yıllardır kamuoyunu oyalamanın akabinde, “Fakat tabiî zaman itibariyle çok fazla bir zamana, elimizde böyle bir fırsat yok” diyen Başbakan’ın, bunun gerekçesini “AB sürecinde hep gündemde kalan konular”a bağlaması da çarpıcı. “AB heyecanı”ndan ve “vatandaşların sürece etkin katılımı”ndan dem vurması ilginç…

Oysa AB, sâdece “sandık güvenliği”nin değil, bütün siyasî kriterlerin AB standartlarına kavuşturulmasını şart koşuyor.

Siyasî partiler ve seçim kanunlarının ıslâhını istiyor. “Tercih sistemi”nin getirilmesini, parti üyelerinin hâkim nezâretinde yaptığı önseçimle oluşacak listelere seçmenin tercihine fırsat verilmesini, siyasî partilerin lider ve genel merkez sultasından kurtarılıp işleyişinin demokratikleşmesini öneriyor. “Seçim barajı”nın AB normlarına çekilmesini gerekli görüyor.

“Adlî sistem”in bir tek askere sivil mahkeme yolunun açılmasıyla iktifa edilmemesini; “yargı reformu”nun salt şekli ve sayısal değişiklerle değil, hukukun üstünlüğü içinde yargı bağımsızlığını, tarafsızlığını ve birliğini sağlayacak bir muhtevada tâdilini talep ediyor.

Düşünce ve ifâde özgürlüğünün en geniş anlamıyla temini için “eylem” dışındaki her türlü ifâdenin serbest bırakılmasını, inanç hürriyetini, din eğitimi ve öğretimini önceliyor.

Yalnız terör örgütüne katılmış “teröristler” ve taş atan çocuklar için değil, bütün vatandaşların insan haklarından ve özgürlüklerden istifadesini esas alıyor…

Ne var ki “mini paket” AB’ye verilen taahhüdlerin çok gerisinde kalıyor…

“TEŞEBBÜS ETTİK, AMA

MÜSAADE ETMEDİLER’ DİYECEĞİZ”

Ancak yetersiz mevzubahis “dar mini paket” için bile “Hâlâ sıkıntı var; Parlamento içinde bu anayasa değişikliği gerçekleşmiyorsa referanduma götürebilme imkânını yakalayabilirsek referanduma götürmek suretiyle biz, böyle bir değişikliği yapmayı arzu ediyoruz” tarzında tereddütlü ve şartlı cümleler kullanan Erdoğan’ın kırılgan söylemi, kaygı verici.

“Biz teşebbüs edeceğiz. Olur-olur, olmaz-olmaz ama yarın kimse, ‘niye teşebbüs etmedin’ ‘niye yapmadın’ diyemeyecek” cümlesi, ciddî bir demokratikleşme çabasını değil, bir dizi istifhama sebebiyet veriyor.

AKP iktidarı, tıpkı “YÖK yasası”nda, “yeni anayasa taslağı”nda, “başörtüsü yasağı”nda, “katsayı konusu”nda, inanç özgürlüğünde, din eğitimi ve öğretiminde “yapmak istedik, ama yaptırmadılar” mağduriyetine mi sığınacak? “Dar mini paket”te bile “yapmak istedik, ama yaptırmadılar” diye millete karşı yine “mağduriyete sığınma” taktiğini mi güdecek?

Demokratikleşmeye zemin hazırlayacak yerde peşinen “demokratikleşme fiyaskosu”nun bahanesine hazırlanma hesâbını mi yapıyor?

Özetle Başbakan’ın, “Biz, ‘teşebbüs ettik, müsaade etmediler’ diyeceğiz” sözleri, “Siyasî iktidarın kamuoyu nezdinde yine bir politik gösteriye mi girişiyor?” sorusunu sorduruyor.

Millet, seçimlerden bu yana âlây-ı vâlâ ile büyük iddialarla ortaya atılan “demokratik anayasa”dan vazgeçmeyi değil, köklü bir demokratikleşme için güçlü bir irâdeyle kararlılık bekliyor…




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Hesap vermeye alışmak


A+ | A-

Ergenekon ve Balyoz başta olmak üzere, gündemdeki darbe planlarına ilişkin olarak yürütülen soruşturmalar, devam eden ve yenileri açılan dâvâlar, odağında askerle yargının yer aldığı inişli çıkışlı bir seyir takip ediyor.

Birbiriyle bağlantılı olarak açılan Ergenekon dâvâları sürerken, tahliyeler de sessiz sedasız devam ediyor ve serbest kalanların çoğu asker.

Gözaltına alınan, sorgulanıp ifadeleri alınan ve bazıları tutuklanıp kısa sürelerle içeride tutulan “or”dan emekli generallerin hepsi dışarıda.

Ergenekon savcılarını değiştirme girişimleri şimdiye kadar sonuç vermedi; ama bundan sonraki arama-gözaltı işlemleri, evvelce telefonları dinlemeye alınmış başsavcının onayı şartına bağlandı. Buna dair talimatın medyada yer alması üzerine de “Kim sızdırdı?” soruşturması açıldı.

Ergenekon’un Erzincan ayağı olarak görülen cenahtaki gelişmeler de daha ilginç hale geliyor.

Başsavcı tutuklandıktan sonra HSYK, soruşturmayı yürüten Erzurum savcılarının yetkisini alıp, yerlerine yenilerini tayin etti. Bu arada dosya İstanbul’daki Ergenekon savcılarına gelip gitti. İstanbul, “yetkisizlik” kararıyla dosyayı Erzurum’a geri gönderdi. Ve yeni atanan savcılardan birinin imzasıyla sunulan iddianame, mahkemeye intikal ettikten üç gün sonra kabul edildi.

Ve başsavcının tutukluluğuna yapılan üçüncü itiraz da aynı mahkeme tarafından reddedildi.

Bundan sonra sürecin akışını değiştirecek yeni bir müdahale olmazsa, başsavcı kendi görevine dair hususlar için Yargıtay’da, iddia konusu “terör örgütü” ile bağlantıları konusunda da Erzurum Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanacak.

İddianamede en çok dikkat çeken noktalardan biri, evvelce defaatle çağrıldığı halde ifade vermeyen 3. Ordu Komutanı Org. Berk’e, iddianamede “bir numaralı sanık” olarak yer verilmesi.

Muvazzaf bir ordu komutanının, terör örgütü yöneticisi olma ithamıyla yargılanması da bir ilk.

Berk’in, hakkındaki ağır suçlamalara rağmen o görevde bulunmaya devam etmesi de, izahı zor bir durum. Aynı gariplik, faili meçhul cinayetler dâvâsında—üstelik tutuklu olarak—yargılanan Albay Cemil Temizöz’ün durumunda da geçerli.

Keza “irtica ile mücadele eylem planı”ndaki ıslak imzası Jandarma Kriminal Dairesince de doğrulandıktan sonra Genelkurmay Askerî Savcılığı tarafından tutuklanması istenen, ama askerî mahkemenin buna gerek görmeyip talebi reddettiği Albay Dursun Çiçek’in vaziyeti de bu.

Tutuklama talebi için verilen bu red kararının gerekçelerinden biri, Çiçek’in Genelkurmay karargâhındaki görevini halen sürdürüyor olması.

Daha önce Çiçek imzalı belge için “kâğıt parçası” deyip, askerî savcılığın takipsizlik kararına vurgu yapan, ama yeni bir belge ortaya çıkar ve aksi yönde bir gelişme olursa bu kararın değişebileceğini belirterek açık kapı bırakan Genelkurmay’ın geldiği nokta, hayli geç de olsa olumlu.

Ama burada da çelişki var. Çelişkinin kaynağı ise tutuklanması istenen kişinin görevde olması.

Elbette ki, masumiyet karinesi gereğince, suç mahkeme kararıyla sabit oluncaya kadar, yargılanan kişi “suçlu” sayılamaz. Ama bu, hakkında ciddî iddialar söz konusu olan kişinin, hiçbir şey yokmuş gibi görevine devam etmesine de imkân vermez. Nitekim sivil bürokrasideki kural, hakkında şu veya bu sebeple soruşturma açılan kişinin, netice ortaya çıkıncaya kadar açığa alınması. Peki, bu prensip askeriyede neden işletilmiyor?

Berk, Çiçek ve Temizöz örnekleri, TSK’nın yeni sürece farklı yöntemlerle de olsa direndiğine mi, yoksa intibak zorluğu çektiğine mi işaret?

Belirtiler, daha ziyade ikinci şıkkın geçerli olduğunu düşündürüyor. Dediğim dedikçi, “Ben yaptım, oldu” esasına dayalı, hep buyurgan ve hesap sorucu konumda bulunmuş, dolayısıyla hesap vermeye hazır ve alışık olmayan bir anlayış ve kültürden bir çırpıda kopmak, pek kolay birşey olmasa gerek. Onun sancıları yaşanıyor.

Süreç iyi yönetilirse, sonu hayır olur inşaallah.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Sırp kasabı Karadziç’le Bosna kahramanı Ganiç


A+ | A-

En ağır suçlular bile suçlarına haklı bir gerekçe bularak, vicdanlarını rahatlatırlar. Bosna Savaşı’nda yüzbin masumun katline komutanlık eden Sırp kasabı Radovan Karadziç, Uluslar arası Ceza Mahkemesi önündeki ilk savunmasında aynı kurala uyuyordu.

“Burada kendimi değil ulusumu ve onun adil ve kutsal dâvâsını savunacağım” diyor. Ona göre Sırplar mazlûm, Bosnalılarla Hırvatlar zalimmiş. Hatta Türkiye’yi bile suçlayarak, ülkemizin Balkanlardaki Osmanlı varlığını yeniden kurmayı amaçladığını ileri sürüyor. Zavallı Sırplar da bu şiddetli güçlere karşı kendilerini savunmuşlar.

Sırp olmayan herkesin toplanıp, işkencelerle öldürüldüğü toplama kamplarının yalnızca mülteci kampları olduğu yalanına dünyanın inanmasını bekliyor Karadziç. Halbuki savcılar bu toplama kamplarında yalnızca 1995 yılı Temmuz ayının bir haftasında 8000 Müslüman erkeğin öldürüldüğünün delillerini sundu mahkemeye.

Saraybosna’da Pazar yerini yaylım ateşine tutarak 68 masumu öldürdüklerini inkâr ediyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük katliâm olan Srebrenitza katliâmını Sırpların yaptığını kabul etmiyor. Birleşmiş Milletlerin güvenli bölge ilân ettiği bu şehirde binlerce insan, Birleşmiş Milletler ve dünyanın gözü önünde katledilmişti. Hatta bu insanları korumakla görevli Hollandalı askerlerin Sırplara destek verdikleri ortaya çıkmıştı.

İşte şimdi bu Sırp kasabı, masum pozlarıyla, katliâmını savunuyor mahkeme önünde. Hem de hiç utanmadan ve sıkılmadan. Yargılamayı uzatmak için elinden geleni yapıyor. Ama 11 ayrı katliâmdan sorumlu tutulan Karadziç’in bu yargılamadan kurtulmasının tek yolu var: Katliâm arkadaşı eski Yugoslavya devlet başkanı Slobodan Miloseviç gibi dâvâ bitmeden ölmek.

Bu Sırp Kasabın açılış savunmasını yaptığı gün, İngilizler yine hainliklerini gösterdiler. Sırbistan’ın talebiyle Bosna Savaşı dönemindeki Bosna Hersek Devlet Başkan Yardımcısı, sonraki dönemde ise iki kez devlet başkanlığı yapan Eyüp Ganiç’i tutukladılar. Güya Ganiç Sırp askerlerin bulunduğu bir konvoyu kaçırarak Sırp askerleri öldürtmüş. Halbuki bu operasyon, Aliya İzzetbegoviç’i kaçırmaya çalışan Sırplardan onu kurtarmaya yönelik bir operasyondu ve dünya bunu biliyordu.

İngilizler, Karadziç’in yargılanmasının başladığı günlerde, Sırplara bu jesti yaparak ne gibi bir çıkar elde etmeyi amaçlıyorlar, bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey varsa; 20. yüzyılın sonunda Avrupa’nın göbeğinde 100 binden fazla masumun katledilmesine göz yuman sözde insan hakları düşkünü Avrupalıların, içlerindeki Haçlı fikrini pek atamadıklarıdır. Önümüzdeki günlerde, Ganiç’in yargılanması ya da iadesine yönelik akla sığmayacak senaryolar uygulanırsa hiç şaşırmayın.

Yüzden fazla eseri, kalbinde İslâm sevgisi ve bitmek bilmeyen azmiyle, ülkesinin hizmetinde yılmadan çalışan bu kahramana sahip çıkmalıyız. Başbakan’ın bir kez de Prof. Dr. Eyüp Ganiç için, hem de gecikmeksizin “one minute” demesini bekliyoruz. Ganiç asla Sırbistan’a iade edilmemeli.

Sırpların Karadziç’in intikamını Ganiç’ten almalarına izin verilmemelidir.




HABER - YORUM - ANALİZ
www.sentezhaber.com

03.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl