15 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

‘Birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler’*


A+ | A-

Cemiyet içindeki farklılıklar, çeşitlilikler, Allah’ın ehadiyetinin tecellileridir. Farklılıkların zenginlik olması, herkesin kendi dünyasında hissettiği bir durumdur. Zira hiç kimse tek düze bir hayattan, aynı manzaraya bakmaktan, aynı şeyleri duymaktan hoşlanmaz. Yaratıcı, ehadiyetin cilvelerini önce duygularımıza kodlamıştır. Bundandır ki, bir an önceki hâlet-i ruhiye ile bir an sonraki hâlet-i ruhiye farklılık arz eder. Bütün bu iniş çıkışlar, farklılıklar, hareketlilikler hayatiyetin işaretidir. Bilindiği gibi, hayatın merkezi olan maddî kalbin grafik göstergesinde de iniş çıkışlar, zikzaklar hayatiyeti, canlılığı işaret ederken, düz çizgi ölümü, ademi işaret etmektedir.

İnsan nevînde farklılıkların bir faydası, fikirlerin çarpışması ve farklı görüş ve bakış açıları ile hakikatin bütün yönleriyle ortaya çıkmasıdır. Müsbet ihtilâflar, rahmettir, hayırdır.

Farklılıkların hayır ve rahmet olması, ehl-i muhabbet insanların oluşturduğu cemiyet için geçerlidir. Eğer içtimâî hayatta adavet hâkim ise, işte o zaman bu farklılıklar, muhalefetler, ihtilâflar bırakın rahmet olmayı, tam bir zulme, kâbusa ve rezalete dönüşür.

Böyle bir cemiyette farklılıklar hazmedilemez ve muhalifler birbirlerinin tahribine ve iptaline çalışır. Çünkü kalp zeminleri, adavet hastalığına bulaştığı için oradan çıkan hisler ve o hislerin davranışları, garazkârâne, adavetkârâne ve tahripkârâne olacaktır. İşte böyle ortamlardaki insanlar, birbirlerine tahammül edemezler ve müsbet hareket de yapamazlar.

Bu açıdan bakıldığında, siyasî arenadaki muhalefet, hükûmet çekişmeleri aslında halk tabanındaki hastalıkların geniş dairedeki tezahürleri olduğu gibi, geniş dairenin bulaştırdıkları da küçük dairede yaşanılır olmaktadır. Yani küçük dairelerde yaşanan rezaletler, devletin zirvesinde de yaşanmakta; devletin zirvesinde yaşananlar, küçük dairelerde daha bir meşrûlaşmakta ve toplumsal ahlâkı ciddî anlamda sarsmaktadır.

Erdemler, faziletler hayatımızda dirilmelidir. Aksi halde, insanlığın temelleri sarsılacaktır. Maalesef, gelinen noktada masumiyet hızla kaybolmakta ve yitirilen değerlerin yerini de hızla fesat doldurmaktadır. Çünkü güven hissinin kaybolduğu, itimadın zedelendiği ortamlar en fesat, en zulümlü ve adaletsiz ortamlardır.

Sefih medeniyetin çirkinliklerinin iyice ayyuka çıktığı şu günlerde insaf düsturlarına, toplumsal empatiye, zindan-ı ataletten kurtulmaya, hâsılı yeniden insan olmaya ne çok ihtiyaç vardır. Her bir aile reisi ve şefkat kahramanı anneler tv ekranlarında çıkan rezaletlerin, çocukların ruh dünyasını tahrip etmemesi, büyük dediği insanların rezil yaşantılarını duymaması için, birer paratonel olup, koruyucu tedbirler almalıdır. Zira gözlerden, kulaklardan giren her çirkinlik zihin dünyasında, kalplerde kirlenmeler yapacak ve olumsuz hisleri büyütecektir.

Müslümanlar olarak, yanlışlara yanlışla cevap vermemek bizim mizacımız olmalıdır. Muhalifi olduğumuz insanların hayatlarındaki çirkinliklere dikkat-i nazar etmemek, iyi oldu yaklaşımları sergilememek bize yakışanıdır. Çünkü böyle bir yaklaşım Müslümanların da içine düştüğü adavet hastalığının bir tezahürü olacaktır. Böyle zamanlarda insaf düsturu ile yaklaşmak, kişilerin şahsiyetlerine saldırmadan, yaptıkları kabahati zemmetmek ve kişinin yaptığı ile bütün camiasını mes’ul tutmamak gibi Kur’ân’î yaklaşımlarda bulunmak gerekecektir.

Bütün yaşananlar, sefih medeniyetin mensubu insanların menfaat çatışmaları, fasıkların halleri, ehl-i adavetin psikolojik ruh halleri gibi bir çok hâl, Risâle-i Nur derslerini hayatın içinde okumamızı netice verdi. Şükür olsun ki, bizler cemiyetin hastalıklarını Risâle-i Nurlar sayesinde hem teşhis edebiliyor, hem de tedavi metotlarını biliyoruz. Diğerleri gibi mütehayyir kalıp, ne yapacağını bilmez bir halde bakmıyoruz. Risâle-i Nur Talebeleri, her zaman ve zeminde itidalin, vasatın sembolü olmuştur. Türkiye’nin geçtiği bu zor süreçlerde de, yine dindar camialardaki ifratları ve muhalif kanatlardaki şaşkınlık ve hezeyanları dengeleyecek elbette Nur Talebeleri olacaktır.

Boğuşmaların olduğu, insanların belden aşağı vurup insanlık kalitesini iyice düşürdüğü ortamlar, insafın kalktığı, her türlü alçakça işlerin yapılabileceği, düşmanlık ve kinin doruğa yükseldiği anlar olması bakımından öncelikle toplumsal tansiyonu düşürecek tedbirler, müdahaleler yapılmalıdır. Burada hiç şüphesiz kilit nokta, dindarların tavırlarıdır.

Gelinen noktada toplumsal empatiye ihtiyaç vardır. Fakat bu empatinin yapılmasına engel olan tarafgirlik, inat ve adavet hisleri, adalet duygularını bozmakta, insaf hislerini yok etmekte ve zulüm damarlarını harekete geçirmektedir.

Böyle bir hengâmede sessiz kalmak, elbette müsbet hareket anlamında gelmez. Nemelâzım diyemeyeceğimiz hadiseler üzerinde yorumlar yapmak, kendimizi ve ailemizi bu çirkefliklerden korumak, toplumsal bilinç oluşturup güzel ahlâkı ihya etmek adına, elbette medyanın yaptığı gibi, yapılan fiili görmemezlikten gelip, mağduriyet ve komplo düşüncelerinin arkasında sığınıp hedef çarpıtma yerine, insânî zaafları nasıl frenlemek gerektiği, bunun için insanın vicdan mekanizmasının nasıl çalışması gerektiği gibi bir dizi meseleleri gündeme getirmek ve tartışmak gerekecektir.

Dünyayı düzeltmeye kalkanlar önce kendilerini düzeltmelidir. İçlerindeki köpürüp duran kin, nefret, kıskançlık duygularını temizlemelidir. Kendi içini kontrol edemeyen, nefsiyle mücadele edemeyen kimsenin de vatan millet adına zaten yapacağı bir şey yoktur. Her kademedeki insan için doğruluk, emniyet ve iffet şarttır. Bir idareci bu vasıflarını kaybettiği zaman, bu ciddî bir yıkım ve sapmadır. Nitekim pek çok devletlerin yıkımı, idarecilerinin bu insânî zaaflarına yenik düşmelerinin sonucu olmuştur.

Dipnot:

* Bediüzzaman, Mektûbât, s. 259

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Rızık ile dinî yaşantı ilişkisi


A+ | A-

Günümüzde hemen çoğu insan hâlinden şikâyetçi. Fakir zengin olmanın çabasında, zengin de daha zengin olmanın arayışında. Kanaat ve şükür olmayınca fakir fakirliğini dert ediniyor, zengin de verilen nimetleri görememenin azabını çekiyor. Kanaatin yerini hırs; şükrün yerini açgözlülük ve doyumsuzluk alınca fakir zaten halinden müşteki, zengin daha da şükürsüz ve müşteki…

Koşturmaca bir hayata kaptırdık kendimizi gidiyoruz meçhule. Gayretimiz, himmetimiz hep dünyaya… Her ne ki elde yoksa, hayalde varsa onu ihtiyaç olarak görmenin tatminsizliğini, doyumsuzluğunu yaşıyoruz galiba. Dünyalık zevk ve lezzetlerin peşinden hep koşuyoruz, belki de bir kısmına erişiyoruz. Bir süre sonra o zevk ve lezzetlerin de gerçek ve kalıcı olmadığını anlıyoruz, ama yine aldatıcı, belki de zararlı zevk ve lezzetleri kovalamaya devam ediyoruz.

Tuhaftır, zengin de ekmek kavgası ediyor, fakir de… Debdebeli bir yaşantı içinde olan da derd-i maişetten müşteki… Birisi daha yeni aldığı son model arabasının biçimini, boyasını beğenmediği için huzursuz; diğeri asgarî ücretle çalıştığı için istediği gibi tatil yapamadığından, özel bir araba alamadığından sıkıntılı…

Anlaşılan günümüz insanı rahatı, huzuru malda mülkte, parada pulda aramanın boş ve beyhude bir hayal olduğunu anlayıncaya kadar, böyle bir koşturma hayata devam edecekler her halde. Dünyaya bakan keyif ve lezzetlerin, zevk ve tatların aldatıcı ve geçici bir meşgaleden başka bir işe yaramadığını derk edinceye kadar daha çok yorulacaklar galiba. Gerçek lezzetlerin, hakikî zevklerin imanda, ibadette-tâatte olduğunu anlayıncaya kadar dünyalık meşgalelerinden vazgeçmeyecekler her halde. Bu dünyanın zevk-ü safa yeri olmadığını, gerçek zevk ve safa yurdunun ahiret yurdu olduğunu derk edinceye kadar, daha bir süre dünyalık, yorucu meşgalelerini terk etmeyecek günümüz insanı.

Bu koşturmaca, yorucu hayat tarzımızın iyi bir muhasebesini yapsak diyorum. Dünya ve ahiret hayatımız yönünden getirisini, götürüsünü bir hesabını yapsak nasıl olur? Açgözlülükle, hırsla, sonu gelmez bir doyumsuzlukla dünyalık meşgalelere girdiğimiz halde neden istediğimiz sonucu alamıyoruz? Niçin arzuladığımız rahatı, huzuru bulamıyoruz? Neden özlemini çektiğimiz sermayeye, mala-mülke kavuşamıyoruz? Bütün bunların doğru bir hesabını yapabilsek, belki o zaman hırsla dünyaya yönelmekten vazgeçebiliriz.

Zannediyoruz ki, zengin olmanın yolu çok çalışmaktan veya çok bilmekten geçiyor. Veya aciz, zayıf insanlar fakirliğe mahkûm, güçlü olanlar da mutlaka mal-mülk, servet sahibi olurlar. Bu durumun çoğu zaman tersine işlediğini, yani zayıf, nahif mahlûkatın bazen güçlü kuvvetli mahlûkattan daha kolay beslendiklerini, daha bol rızıkla rızıklandıklarını belki de düşünemiyoruz.

Halbuki rızkın arkasından bu kadar koşacağımıza, Rezzak’ın peşinden koşsak, kulluk vazifelerimizi yerine getirmenin gayretinde olsak, verdiği nimetlere karşı şükretme mes’uliyetimizi bihakkın yerine getirsek, belki o zaman umduğumuz imkânlara, arzuladığımız nimetlere daha kolay erişebiliriz. Rezzak-ı Hakiki’nin rızası dairesinde, helâl-haram sınırlarını gözeterek, hırs ve açgözlülüğü bir tarafa koyarak, kanaat ve iktisada riayet ederek çalışıp çabalamayı adet edinsek, belki daha kolay, daha bol ve bereketli, bir kazancı elde ederiz.

Yüce Allah’ın “Şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız” (Âl-i İmran Sûresi: 145), “Şükrederseniz, elbette daha çok veririm” (İbrahim Sûresi: 7) şeklindeki şükretmenin sonucunu belirten kelâmlarını iyi okumak gerek. Ayrıca, Efendimizin (asm) “Bir kul yaptığı günahtan dolayı rızıktan mahrum edilir” hadisini… Yüce Allah’a karşı kulluk vazifelerimizi yerine getirmeyip, ayrıca günah işlemenin rızıkla doğrudan olan alâkasını göz ardı etmemekte fayda var.

Dinî yaşantımızdaki durumun, yine peşinden koştuğumuz rızkın derecesiyle olan irtibatını da Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifinden anlamak mümkün: “Takva rızkı celbettiği gibi, takvayı terk de fakirliği celbeder.”

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Sosyalleşmenin psiko-sosyal boyutu


A+ | A-

Medenî varlıklarız. Hemcinslerimizle bir arada yaşayabilmemiz sosyalleşmemize bağlı. Sosyalleşme; âilemiz ve içinde yaşadığımız toplumla olumlu iletişim kurup uyum sağlayabilme nispetindedir.

Canlılar içinde en müstesna, en ince, en lâtîf, en hassas, en nâzik, en nâzenin bir yapıda yaratılmışız. En seçkin, en kaliteli, en güzel şeyleri isteriz. Sayısız ihtiyaç, meyil ve arzularımız var. Son derece de âciz, zayıfız. İhtiyaçlarımızı karşılamak, arzularımızı tatmin için de çok sanatlara muhtâcız. Ancak bir-iki san'atta ihtisas sahibi olabiliriz. Yaratılışımıza uygun bir hayat için teşrik-i mesâiye, yâni iş bölümü, dayanışma, yardımlaşma ve ürettiklerimizi paylaşmaya mecburuz.1

Taklitçi bir yapıya da sahip olduğumuzdan düşünce, duygu, davranış olarak birbirimizi etkiler ve taklit ederiz. Bu süreçte ilk ve en büyük hocamız, eğitimcimiz annemizdir. Ardından diğer âile ferdleri; içinde bulunduğumuz cemiyet ve ardından da çevre; tabiî, ekonomik, kültürel şartlar gelir.

Duygu, düşünce, davranış, algılama biçimlerimiz de farklı. Fakat, farklılıklarımız kadar benzer yönlerimiz de var. Farklılık; şahsiyetimizi/kişiliğimizi oluşturur. Benzerliklerimiz ise; yaklaşma, dayanışma, gruplaşma/cemaatleşmeyi doğurur. Grupta bulunma, cemaatle bütünleşme ihtiyacı; ferdleri benzer davranış biçimlerine yönlendirir. Birlikte yaşama zarûreti de ortak değerleri icap ettirir.

Benzerlikler; benzer hayat ve öğrenme şartlarından kaynaklanır. Benzer davranışlar ve öğrenme biçimleri de, iletişim ve etkileşimi; o da birlik ve uyumu sağlar. Böylece, başkalarına nasıl davranacağımızı ve başkalarının davranışlarını öğrenir; kendimizi ona göre ayarlarız.

Sosyalleşme, otomatik işleyen bir süreçtir. Zamanla şuûrlu bir harekete dönüştürerek belli gayeler güder, hedeflere yöneliriz. Zaten grup/cemaat, belli bir gayesi olan ve hedeflere varmak isteyenlerden oluşur.

Kur’ân; ferdî kabiliyet, hak ve hürriyetleri alabildiğine ihyâ ederken; “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın”2 beyanıyla birlik ve beraberliği tavsiye eder.

Bugün; ferdiyetçilik (bireysellik) öne çıkmış ise de; grup/cemaat/cemiyetçilik daha da geçerlidir. Çünkü, zaman cemaat (ekip) zamanıdır. Cemaatin (grubun) rûhu olan şahs-ı mânevî (ferdlerin bir araya gelmesiyle oluşturdukları mânevî güç, kişilik) daha sağlamdır.3

Atomlardan galaksilere kadar her şeyin bir arada ahenkle çalışması, omuz omuza vermesi, yardımlaşması birliği, cemaatleşmeyi ders verir. Ferdin cemaat/grup şuûru, genel bir şuûru; o da içtimâî birliği; o da güç ve kuvveti gerekli kılar. İslâm tarihi boyunca hemen her zaman Müslümanlar daha az maddî kuvvete; fakat güçlü bir cemaat şuûruna sahip olduklarında galibiyetler yüzlerine gülmüştür. Bugünkü perişanlığımızın sebebi de; cemaat şuûrundan gafil, enerjisinden mahrûmiyetimiz değil mi?

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.

2- Kur’ân, Al-i İmran, 103, 105.

3- Mesnevî-i Nûriye, s. 87.

15.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sorulara cevaplar (5)


A+ | A-

1960'tan sonraki durum

Suâl: Az sayıda da olsa bazı kimseler, Nur Talebelerinin 1950'li yıllarda da siyaseten yanlış tercihte bulunduğunu söylüyor. Onlara göre, o dönemde DP değil, dindar şahıs ve kadroların ağırlık teşkil ettiği Millet Partisi (MP, ardından CMP) ile İslâm Demokrat Partisinin desteklenmesi gerekiyordu. Bunlar ekseriyetle camiamız dışından kimseler olduğu için, söylediklerini fazla ciddiye almıyoruz.

Ancak, camia içinde görünmekle beraber, yine de Nur Talebelerinin, Üstad Bediüzzaman'ın vefatı olan 1960'tan sonraki dönemlerde AP'yi desteklemekle hatalı bir yola girdiklerini, yanlış tercihte bulunduklarını, ehliyetsiz ve liyâkatsiz siyasî liderlerin peşinden gittiklerini, dolayısıyla yanlış yaptıklarını söylüyorlar.

Bütün bunlara karşı ne demek lâzım, nasıl cevap vermek icap eder?

Cevap: Öyle anlaşılıyor ki, şahıs takıntısı olanlar, yahut şahıs saplantısı içine girenler, bütün sermayesini şahıs muhabbetine yahut şahıs adavetine bina edenler, başkasını da aynı saplantı içinde görüyor veya öyle görmek istiyor.

İşte, birinci yanlışlık burada başlıyor. Başlangıç noktası yanlış olunca da, ne yazık ki sonradan doğruya ulaşmada büyük müşkilât çekiliyor.

Üstad Bediüzzaman hayatta iken, 1950'li yıllarda Demokratları eski Ahrarların devamı ve aynı misyonun takipçileri olarak görmüş, onları vatan, millet ve İslâmiyet adına desteklemiştir. (Birkaç talebesi, daha o zaman bile Üstad'ın siyasî kanaatini paylaşmadıklarını ve aynı görüşe katılmadıklarını bir şekilde belli etmişlerdir.)

Bediüzzaman ve talebeleri, lider ve yönetim kadrosu itibariyle zahiren dindar görünmeyen Demokratları desteklemesine mukabil, diğer dinî grup, cemaat ve tarîkat mensupları, kendilerince "daha dindar" gördükleri Milletçileri ve akabinde İslâm Demokrat Partiyi destekleme cihetine gitmişlerdir.

1960'tan sonra ise, ortaya yine aynı siyasî eğilimlerin takipçisi olan partiler çıkmıştır.

1961'de Amblem olarak "Demir kırat"ı seçen Adalet Partisi, fikir, misyon ve kadroları itibariyle de Demokratların devamı olduklarını izhar etti.

Bu partinin başında, 1964 yılı ortalarına kadar da darbe mağduru Emekli Org. Ragıp Gümüşpala vardı. Onun vefatından sonra da Süleyman Demirel başa geçti.

Nur Talebeleri, partinin başında kim olduğuna bakmaksızın, yani şahıs meselesine takılmaksızın, 1964'ten önce de, sonra da bu siyasî hareketi desteklemişlerdir.

Başta Zübeyir Gündüzalp, Tahirî Mutlu, Bekir Berk, N. Mustafa Polat olmak üzere, camianın tanınmış şahsiyetleri ile meşveret heyetleri, gerek şifahî konuşmalarında ve gerekse neşriyat yoluyla, bu yöndeki desteklerini açıkça izhar etmişler. Siyasî kanaat ve düşüncelerini, hatta tercihlerini gizleme cihetine asla gitmemişler.

Bu arada şunu da hatırlatmakta fayda var. Türkiye'de, sadece Nur Talebelerinin desteklemiş oldukları Ahrar ve Demokrat çizgideki partiler yüzde 50'nin üzerinde oy desteği alabilmişlerdir. 1950'li ve 1960'lı yıllarda hür ortamda yapılan genel seçimler ile, 1979'da yapılan kısmî seçimler bu gerçeğin birer ispatı mahiyetindedir.

Dolayısıyla, 60 yıllık demokrasi tarihimizde, DP ile AP dışındaki hiçbir partiye, milletin ekseriyetini teşkil eden yüzde 50'nin üzerindeki bir oy desteği nasip olmamıştır.

Ahrar ve Demokrat misyonu, yine Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle II. Meşrûtiyet devrinde iki defa darbeye mâruz kaldıkları gibi, istikbâle mâtuf vermiş olduğu endişeli haber ile, aynı misyon iki kez daha darbeye mâruz kalmıştır. (Emirdağ Lâhikası, s. 271. YAN, 1994.)

İki darbe arasındaki dehşetli bir şer ise (Şuâlar, s. 241), 12 Mart (1971) Muhtırasıdır.

Yeni Asya'nın da içinde bulunduğu geniş Nur camiası, tam bir müştereklik içinde 27 Mayıs Darbesi gibi 12 Mart Muhtırasına muhalefet etmiş ve bu tavrının bedelini de hapisler, mahkemeler yoluyla ödemiştir.

12 Eylül 1980 Darbesi ise, dehşet verici bir kırılma noktasını teşkil etmiş ve bu kırılganlık sonraki yıllarda da devam edip gelmiştir. Halen devam eden dağınıklık, bulanıklık ve ihtilâfın başlangıç noktası, işte bu tarihte baş göstermiş ve daha sonraki yıllarda darbe tasarrufu olarak gündeme gelen 1982 ile 1987 referandumlarında keskinlik kazanmıştır.

1977'deki kahramanlık destanı

Kur'ân'ın işarî ve remzî mânâsıyla 1971'deki "dehşetli şer"den haber veren Üstad Bediüzzaman, Nur Talebelerinin tam bir dayanışma içinde bulunarak yine "dehşetli bir zulûmat"ı bertaraf ettikleri 1977'deki kahramanlıklarından da bahsediyor.

İşte, Tevbe Sûresi 32. âyetinin sarih mânâ altınaki gaybî ihbaratın bir ifadesi:

"Avrupa kâfirleri, devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek, Rusları tahrik edip Rus’un ’93 muharebe–i meş’umesiyle âlem–i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n–Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.

"Şimdi hatıra geldi ki, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret–i Mehdînin şakirtleri olabilir. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var." (Şualar, s. 620. YAN, 1998)

TAHLİL: Yukarıda bahsedilen "63 Harbi"nin, 1877'de patlak veren Osmanlı–Rus Harbi olduğuna şüphe yok. Buna kimsenin itiraz edeceğine ihtimal dahi veremiyoruz.

"Küçük Kıyamet" diye tâbir edilen tarihteki harpten yüz sene sonrası ise, tam tamına 1977 senesidir.

1877'de Çarlık Rusyası, Osmanlıya ağır zayiatlar verdirmiş, büyük can, mal ve toprak kaybını yaşatmış ve Hilafet merkezine 13 km'lik bir mesafeye kadar (Yeşilköy) gelip harem–i ismetimize dayanmıştı. Gümüşhanevî Hazretlerinin de dahil olduğu Mevlânâ Halid'in talebeleri seferberlik içine girdiler, kahramanca bir mücadele verdiler ve o tarihteki zulûmatı dağıtmada muvaffak oldular.

İşte, o tarihten tam yüz sene sonra ise, bu kez Hazret–i Mehdi'nin şakirtleri, bu kez komünist Rusya ile bağlantılı ve yine 13 rakamlı bir zulûmatı dağıtmaya muvaffak oldular.

1977 Haziran seçimlerinde, Türkiye'nin her yerinde seferber olan Kur'ân şakirtleri, CHP kanadı altında bu vatana hakim olmaya çalışan komünizm tehlikesini bertaraf ettiler.

O yılki seçimde, demokrasi tarihinde ilk kez olmak üzere yüzde 42 civarında oy alan Halk Partisi, tam organize olmuş dehşetli komünist komitalarının tesiri, hatta istilâsı altındaydı.

Öyle ki, seçimde mükerrer oyların dışında, ayrıca hastaların, hapistekilerin, hatta ölmüş kimselerin yerine dahi gelip oy kullandılar.

Nitekim, bu kànun ve ahlâk dışı teşebbüsler sebebiyle, 1979'daki kısmî seçimlerde, Türkiye'de ilk kez olmak üzere Hindistan'dan getirtilen parmak boyası kullanıldı.

Allah muhafaza, tek başına iktidara gelmek için 13 milletvekilliği eksik kalan CHP, eğer o tarihte muvaffak olabilseydi, komünist kuvveti bu vatana hakim olacak ve belki de bir "erken kıyâmet"in kopmasına sebebiyet verecekti.

Zira komünizm, esasta bir "ibaha mesleği" olup "maddiyûnluk tâunu"nu bütün beşeriyete yaymaya çalışan bir cereyandır.

İşte, Nur Talebeleri, bu dehşetli cereyan karşısında tam bir kahramanlık destanını yazdılar ki, ne kadar övülse, yine de elyaktır.

Ama, siz gelin görün ki, güya dindar olan bazı siyasetçiler, o dönemlerdeki hizmetleri küçümsüyorlar. Nur Talebelerine "Yanlış yaptınız, yanlış gittiniz, şahısların peşine takılıp hata ettiniz" diye bühtan ediyorlar.

Nur Talebeleri, o devirde böyle yapmayacaklar da, ne yapacaklardı? Alternatifiniz nedir?

Siyaset, alternatifsiz konuşulmaz, tartışılmaz, müzakere edilmez.

Bize "O tarihte yanlış yaptınız" diyenlere teessüf etmek, "Evet, biz yanlış yaptık" diyen kardeşlere de, yazıklar olsun demek geliyor içimden.

Dâvâ izzeti, camia haysiyeti itibariyle, bu yöndeki itham ve isnatlara karşı içimde bir feverân uyanıyor.

Bazı kardeşlerimiz itiraf ediyorlar ki: Geçmişimizi kötülemeden, karalamadan, 30–40 sene yanlış gittik demeden, günümüz bazı siyasîlerine yaranamıyoruz, onların nezdinde itibar göremiyoruz.

Oysa, bizim başkasının itibar göstermesine ihtiyacımız yok. Hak memnun olsun, Hakk'ın hatırı yüksek olsun yeter. Kasdî bir niyetimiz yok; ancak, kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yeter ki, Hakk'ın hatırı kırılmasın.

(Devamı var)

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Kur’ân fıtrata hitap ediyor


A+ | A-

Mekke devrinin ilk yılları…Müslümanların sayısı parmakla sayılacak kadar da az…

Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’i yüksek sesle okuyordu. Her sınıftan Mekkeli insanlar da, akşamları onun Kur’ân okuyuşunu dinlemek için düzenli olarak evinin önünde toplanırlardı.

Resul-i Ekrem (asm), insanları uyarmak için, Kur’ân-ı Kerim’i okuyup Allah’a dâvet ettikçe, Mekke’nin azılı müşrikleri kıskançlıklarından alaya alırlar, Peygamberimize (asm) ve okuduklarına karşı kalblerinin kapalı, kulaklarının tıkalı ve aralarında bir perde olduğunu söylerlerdi.1

Müşrikler, Resul-i Ekrem’in (asm) Kur’ân-ı Kerim okuduğunu gördükleri zaman, yaygara koparırlardı. Bu husus da Kur’ân’da şöyle haber verilmektedir:

“Bir de kâfirler dediler ki: ‘Şu Kur’ân okunduğunda ona kulak vermediğiniz gibi, ona karşı yaygara koparıp onun, başkaları tarafından anlaşılmasını da engelleyin. Ancak böyle yaparak üstünlük sağlayıp onu bastırmayı umabilirsiniz.”2

Müşriklerin ileri gelenleri, başkalarını Kur’ân’ı dinlemekten sakındırdıkları halde, kendileri gidip bir köşede dinlerlerdi. Fakat ondan faydalanmayı değil, şeytanlıklar düşünürlerdi.

Bir gün Mekke’nin ileri gelenlerinden üç kişi, Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Ahnes b. Şerik birbirinden habersiz teker teker ve gizlice Peygamberimizin (asm) evinde geceleyin namaz kılarken okuduğu Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek için gittiler. Her biri bir köşeye saklandı.

Hiçbirisi de arkadaşlarının orada olduğunu bilmiyorlardı. Bunlar Peygamberimizi (asm) dinleyerek sabahladılar. Tanyeri ağarınca başkası görmesin diye hemen yerlerinden ayrıldılar. Yolda beklemedikleri bir anda birbirleriyle karşılaşıverdiler. Karşılaştıklarında, “Halka Muhammed’in yanına gelmesini yasaklamamız hiç uygun değil, çünkü biz de onun akşam ‘şarkılarına (!)’ sık sık geliyoruz. Sizin bu yaptığınızı, yarım akıllılardan bazıları görecek olurlarsa, ne yapmazlar!” diyerek birbirlerini kınadılar.

Sonra, bundan böyle oraya bir daha gitmeyeceklerine dair birbirlerine söz verdiler. Ertesi gece yine her biri, gecenin karanlığına sığınarak gizlice oraya gelmişti. Dönüşte tekrar karşılaştılar ve yine bir daha buraya gelmemek üzere sözleştiler. Böylece, verdikleri sözü unutarak, üç gece üst üste birbirleriyle karşılaştılar! Orada birbirlerine:

“Bir daha böyle bir gece geçirmeyi tekrarlamamaya yemin edelim!” dediler. Bu konuda sözleştiler ve oradan ayrıldılar.

Akılları kabile taassubu namına kabul etmese de ruhları, vicdanları oradan ayrılamıyordu. Çünkü vicdanları “ebed, ebed!” diyordu. Her fırsatta Kur’ân’ı dinlemek için koşuyorlardı. Ahnes b. Şerik, sabaha çıkınca sopasını eline aldı. Ebû Süfyân’ın evinin yolunu tuttu. Gidip içeri daldı ve:

“Ey Hanzala’nın babası! Muhammed’den dinlemiş olduğun şey hakkındaki kanaatini, görüşünü bana bildir?” dedi.

Ebu Süfyan:

“Ey Salebe’nin babası! Vallahi, işittiğim şeylerden bazısını anladım ve onunla ne denilmek istediğini de kavradım. İşittiğim şeylerden bazısının ise, ne mânâsını anlayabildim, ne de onunla anlatılmak istenileni!” dedi. Ahnes:

“Ben de seninki gibi” diyerek Ebu Süfyan’ın yanından ayrılıp Ebu Cehil’in evine gitti. Ona:

“Ey Hakem’in babası! Muhammed’den dinlemiş olduğun şey hakkındaki senin kanaatin ve görüşün nedir?” diye sordu. Ebu Cehil:

“Ne dinlemişim? Biz ve Haşimiler, şeref ve şan hususunda şimdiye kadar yarışıp durduk: Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar, arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de! Onlar halka ihsanda bulundular, biz de! Onlarla binekler üzerinde at başı beraber oluncaya kadar, at yarıştırırcasına yarıştık durduk! Şimdi ise, onlar, ‘Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var!’ dediler. Biz bunun dengini nereden bulur, onlara yetişebiliriz? Vallahi! Biz, hiçbir zaman ona inanamayız ve onu tasdik etmeyiz!” dedi. Bunun üzerine Ahnes, Ebu Cehil’in yanından kalkıp evine gitti.3

İçlerindeki “doğru”ları bastırmaya ve susturmaya çalıştılar. Onlar nefis ve şeytanlarına uymuşlardı. Kabile asabiyetinden bir türlü kurtulamıyorlardı.

İnsanların fıtratına yerleştirilen iman duygusunu ne yaparsanız yapın söküp atamazsınız! Bu durum imanın ne kadar fıtrî olduğunu göstermektedir. Küfür ise fıtrata hiç uymuyor. Çünkü, “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” 4

Dipnotlar:

1- Fussılet Sûresi, 5.

2- Fussılet Sûresi, 26.

3- İbn İshak, Sire, 1: 337-338.

4- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 502.

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Serbest kıyafet


A+ | A-

Eğitim sistemimizin onlarca probleminden biri de orta öğretimdeki ‘mecburî kıyafet’ uygulamasıdır. Uzun yıllar çocuklarımız ‘siyah önlük’lerle okullara gitmeye mecbur bırakıldı ve bu uygulama güya öğrenciler arasında ‘eşitlik’ sağladığı gerekçesiyle savunuldu.

Yaşı müsait olanlar hatırlarlar; ‘siyah önlük’lerden ‘renkli önlük’lere geçiş bile tartışmalı olmuştu. Neymiş, ‘siyah önlük’ öğrenciler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırıyormuş, bir anlamda eşit hâle getiriyormuş. O zaman deniliyordu ki, renkli önlüklere izin verilirse zengin öğrenciler ile fakir öğrenciler arasındaki uçurum ortaya çıkar. Bu da sosyal barışı bozar! Öğrencileri ‘fakirlik’ çizgisinde bir araya getirmek bu şekilde savunuluyordu.

Neticede dünya ile birlikte Türkiye de değişti ve kademeli olarak ‘siyah önlük’ mecburiyeti sona erdi. İsteyen okullar renkli önlükleri tercih etti ve Türkiye çatırdamadı!

Şimdi çok daha önemli bir adımın atılması aşamasındayız. Eğer ciddî bir ‘lobi baskısı’ yaşanmazsa belki de önümüzdeki yıldan itibaren ilk ve orta öğretimde ‘serbest kıyafet’e geçilecek, yani ‘önlük’ mecburiyeti sona ercek.

Hemen ifade edelim ki, atılabilirse bu önemli bir adımdır. Fakat bu adımın atılması pratikte eğitim kalitesiyle ilgili değildir. Nasıl ki ‘siyah önlük’ten ‘renkli önlük’e geçiş, eğitimin kalitesini arttırmadıysa, önlük mecburiyetinin sona ermesi de imtihanlarda ‘sıfır’ alan öğrencilerin sayısını azaltmaz. Fakat yine de bir yanlış uygulamaya son verilmiş olacağından dolayı önemli görülmelidir.

Serbest kıyafete geçişle ilgili tartışmalar artarken, ‘okul kıyafeti’ üreten firmalar da harekete geçip Millî Eğitim Bakanına ‘açık mektup’ yazmak sûretiyle mevcut uygulamanın devam etmesini istiyorlar. (Yeni Şafak, 13 Mayıs 2010) Onlara göre kıyafetler serbest olursa 3 milyon insan işsiz kalacak, 5 milyar dolarlık ‘piyasa’ iflâs edecek ve okul önlerini ‘balici’ler işgal edecek. Değişiklik teklifine karşı çıkanların bir iddiası da, geçilirse yeni uygulamanın zengin öğrenci ve fakir öğrenci arasında bir ‘ayrışma’ yaşanacağı yönünde.

Elbette herkes hadiseye kendi penceresinden bakmakta haklıdır. ‘Kıyafet üreten firmalar’ı kınama hakkımız yok. Belki de yeni uygulama sebebiyle belli miktarda işsiz kalanlar ve ‘iflâs’ edenler de olabilir. Ancak ‘Zengin ve fakir öğrenci arasında ayrışma olur’ iddiası tutarlı değildir. Çünkü aynı ayrışmanın bugün de yaşanmadığını kim söyleyebilir? Ailesi zengin olan çocuklar teneffüs aralarında ‘kantin’lere koşup her istediğini satın alırken, ailesi fakir olan öğrenciler kantinin penceresine doğru bakmaktan bile çekiniyorlar. Aynı şekilde zengin çocuklar ‘resmî kıyafet’ de olsa en kalitesini giyerken, fakir olanlar pazardan giyinmenin peşinde...

Bu iddialarla kıyafetlerin serbest olmasına karşı çıkmanın bir anlamı yok. Elbette sıkıntılar ve problemler çıkabilir, ama bunları aşmak zor olmasa gerek. Neticede öğrenciler bir kıyafet satın alıp okula gideceğine göre piyasa kendini düzenler ve zamanla işler rayına oturur.

Bazı ülkelerin serbest kıyafete geçtiği ve sonradan bu uygulamadan vazgeçtiği de engelleyici bir gerekçe olamaz. Nihayetinde bu bir uygulama ve eğer ciddî problemler çıkarsa—ki, hiç ihtimal vermiyoruz—yeniden ‘resmî kıyafet’e de dönülebilir.

İnşaallah ‘uyanık okullar’ kıyafet serbestisini de özel ve keyfî uygulamalar ile ‘kâr kapısı’na çevirmeye kalkmazlar. Gelecek yeni uygulama, gidecek olan uygulamayı aratmasın da...

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Veto yerine “şerh” çözüm mü?


A+ | A-

Anayasa değişikliğinin tartışmalı, kavgalı ve bol polemikli görüşmelerinden sonra iki fireli değişikliğin Köşk’te incelemede olduğu ve milletvekillerinin yoğun çalışma temposu içinde yorgun ve uykusuz düşmesinin ardından tatilde olduğu bir günde…

Tam da Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığından istifa ettiğini açıkladığı günde…

Başbakan Erdoğan İstanbul’da İslâm Konferansı Örgütü Parlamento Birliği Genişletilmiş II. Olağanüstü Toplantısında İsrail’e tepki gösterirken “Kudüs’te barış olmadan dünyada barış olmaz” dediği bir günde yaşanan önemli bir gelişme Türkiye’nin çok da gündeminde yerini alamadı.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), İsrail, Estonya ve Slovenya’nın üyeliğini kabul etti. Bilindiği gibi OECD’ye üye veya bu örgüte üyelik talebinde bulunan ülkeler, sosyo-politik ve ekonomik hayatta, “demokrasi, insan hakları ve yurttaş özgürlüğüne bağlılık ve açık pazar ekonomisi çerçevesinde istikrarlı gelişim” ilkelerini “vazgeçilmez değerler” olarak benimsemeleri gerekiyor. Bu ilkeler dikkate alındığında İsrail’in üyeliğinin kabul edilmesi insaf sahibi kişilerce hemen tepkilere sebep oldu.

Dünyanın en büyük ekonomik işbirliği örgütü olan OECD’nin İsrail’i bu değerlerin içine nasıl aldığını anlamak mümkün olmadığı gibi, bu durumu örgütün tek Müslüman ülkesi olan Türkiye’nin “One minute” ile başlayan İsrail politikalarının neresine koyduğu da merak ediliyor.

İsrail, ekonomisine büyük bir katkı sağlayacağını bildiği için bu örgüte girmek için yıllardır büyük çabalar harcarken, OECD ülkelerinin herhangi birinin veto etmesi durumunda OECD’ye giremeyeceği dikkate alındığında Türkiye’nin tutumu gerçekten ibretlik ve düşündürücü. Hele hele Filistinlilerin bunu engellemek için büyük gayretler sarf ettiğini düşünürsek bu Türkiye’nin İsrail politikalarının aslında görünürdeki gibi olmadığını ortaya koyacaktır. Filistin yönetiminin OECD ülkelerine bir mektup göndererek, İsrail’in Filistin’de insan hakları ihlâllerini sürdürerek OECD değerlerini ihlâl ettiği gerekçesiyle OECD’ye alınmasını protesto etmesini istediği de biliniyordu.

Karar onaylanırken yaşanan ibretlik açıklamalara bakmak yararlı olacaktır:

Türkiye İsrail’in OECD üyeliğini “olumlu” karşıladığını belirtirken, İsrail’in OECD üyeliğinin hiçbir şekilde Filistin topraklarındaki işgalin zımnen onaylanması veya meşrulaştırılması olarak görülemeyeceği uyarısında bulunduğu haberlerde yer aldı. İsrail’in, üyeliğinden doğan sorumlulukları eksiksiz olarak ifa etmek ve uluslararası hukuk ihlâllerine son vermek zorunda olduğu, bu bağlamda, BM Güvenlik Konseyi’nin 1860 sayılı kararı uyarınca Gazze Şeridi’ndeki ablukayı kaldırması ve dayanılmaz boyutlara varan insanî trajediye son vermesi istendiği de söylendi. Muhtemel gelecek tepkiler göz önüne alınarak, “İsrail’in OECD üyeliğinin hiçbir şekilde işgalin zımnen onaylanması veya meşrulaştırılması olarak görülemeyeceği” ibaresi de açıklamada yer almış…

Peki, burada bir yanlışlık yok mu? İsrail’in üyeliğini veto etmeden, “Biz sizi üyeliğe kabul ettik, ama siz de şunları yapın” anlamına gelecek bu sözler ne kadar inandırıcıdır. İsrail şimdiye kadar yüzlerce BM kararına uydu mu ki, bunları yerine getirsin.

***

Merkezi İngiltere’de bulunan İslâm İnsan Hakları Komisyonu, İsrail’in üyeliğine karşı bir kampanya başlatmıştı. Bu amaçla, başkanlığını, Londra merkezli İslâmî İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Massoud Shadjareh’in yaptığı bir heyet günler öncesinden Türkiye’ye gelerek kararı veto etmesi için sivil toplum örgütleri, partiler ve hükümet yetkilileri ile görüştü. Heyetin MAZLUMDER Genel Merkezi’nde Ankara Haber Müdürümüz Umut Yavuz’la birlikte takip ettiğimiz toplantısında söylenen sözlere bakılarsa heyet büyük bir hayal kırıklığı yaşamış.

Delegasyon adına açıklamada bulunan IHRC Genel Başkanı Shadjareh, “İsrail’in OECD’ye kabul edilmesinin OECD’nin temel ilke ve prensiplerine aykırı olmasının yanında, insanlık ve insan hakları adına endişe verici bir gelişme” olduğunu söylerken, “İsrail’in dünyanın böyle prestijli bir kuruluşuna girmemesi gerekiyordu” diyerek tepkisini dile getirdi.

Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmeyi, “güzel ve içten bir görüşme oldu” diye özetlerken, “ama istediğimizi elde edemedik” demesi de durumun özetiydi.

Shadjareh Türkiye’nin kararın altına “şerh” düşmesini de hatırlatırken, İsrail’in üyeliğinin kabul edilmesine üzüldüklerini söyledi. Ama bunun sadece Türkiye’ye yüklenmemesini, Avrupa ülkelerinin de tutumunun Müslümanları üzdüğünü söyledi.

Hükümet bir yandan İsrail’e sert tepki gösterirken, diğer yandan veto etmesi durumunda İsrail’in üyeliğinin kabul edilmemesini sağlayabilecekken, bunu yapmadı. Bu tam manasıyla bir çelişkidir. Samimiyetin de ölçüsüdür. Türkiye bu tarihî sorumlulukta zayıf not almıştır. Bir bakıma İsrail’in kanlı ellerini temizleme fırsatı verilmiş oldu. Türkiye İsrail’e tam manasıyla bir jest yaptı. Akıbeti hayrola…

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Yunanistan çıkartması


A+ | A-

Türkiye’nin dış politika gündemi o kadar hızlı gelişiyor ki, olup bitenleri değerlendirmeye yetişmek bile zorlaşıyor. Bugün için amacımız aslında Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in Türkiye ziyaretinin bir değerlendirmesini yapmaktı. Ancak Başbakan Erdoğan’ın üç uçak dolusu heyetle yaptığı Yunanistan çıkartmasını da atlamak mümkün değildi. Bu yüzden Yunanistan gezisini öncelikle ele almayı tercih ettik.

Yunanistan ziyaretinin en önemli yönü zamanlaması. Zira Yunanistan’ın borç batağından kurtulabilmek ve ekonomisinin çöküşünü durdurabilmek için her türlü yardıma ihtiyaç duyduğu bir dönem yaşanıyor. IMF ile yapılan anlaşma, ekonomik tedbirler paketinin uygulamaya konulması ve yeni çıkış yolları arayışının sürdüğü bu günlerde, Türkiye’nin dost elini uzatıyor olması önemli.

İki ülke arasında 2000’li yılların başından itibaren ticaret hacmi hızla artmaya başladı. 2008 yılı sonunda da 3,5 milyar dolara ulaştı. Aynı dönemde Yunanistan’dan Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırımlarda önemli artışlar görüldü. AB fonlarının kaymağını yiyen Yunanistan bol kaynaklarının (!) bir kısmını ülkemizde banka satın alma dahil, yatırımlarda kullandılar.

Yunanistan’ın yaşadığı krize karşın, Türkiye’nin daha sağlam bir ekonomik yapıya sahip olması, şimdi bu yatırım trendini tersine çevirebilir. Türk yatırımcısı bir çok sektörde bu imkânı değerlendirebilir. Erdoğan çok sayıda iş adamını beraberinde götürerek, bu konuda özel sektörümüzün ardında olduğunu göstermek istiyor.

Yunanistan da Türk heyetinin ziyaretini fırsat olarak görüyor.

Ancak bu gelişmelerin Kıbrıs, kıta sahanlığı, Batı Trakya’daki Türklerin durumu gibi politik sorunların da kolayca çözülmesinin kapısını açacağı beklentisine girilmemelidir. Özellikle Kıbrıs konusunda, Yunanistan’ın tutumunda bir değişiklik olması çok zayıf bir ihtimaldir. Diğer konularda da onlarca yıldır biriken ve iki ülkenin politikacıları tarafından hamaset siyaseti çerçevesinde sonuna kadar istismar edilen husûmet ve önyargılar kolaylıkla çözülemez. Ama silâhlanmanın azaltılması gibi Yunanistan’ın ekonomik kriz dolayısıyla zaten atmak zorunda olduğu adımlar, karşılıklı zeytin dalı uzatılmasına vesile olabilir.

Bu arada Yunanistan’ın ekonomik yatırım yapma açısından, çok kaygan bir zemin oluşturduğu, avroya bağımlı ekonominin, Avrupa’ya yayılan krizin etkisiyle istikrarsız hale geldiği dikkate alınmalıdır. Yani yatırım yapılması çok ciddî fizibilite gerektirecektir.

Yine de bütün bunlara rağmen, Yunanistan’la ilişkilerin düzelmesine ve Ege’nin bir barış denizi haline gelmesine katkıda bulunacak her türlü adımı memnuniyetle karşılıyoruz.

Ayrıca Yunanistan, yalnızca Batı Trakya’daki Türk nüfus yüzünden değil, aynı zamanda Makedonya ve Kosova gibi eski Osmanlı topraklarında istikrar, bağımsızlık ve kalkınmaya da doğrudan müdahale edebilecek konumda olması yüzünden ilgi gösterilmesi gereken bir ülkedir.

Umarız Yunanistan açılımı, diğer açılımların aksine, içi dolu ve somut gelişmelerin sağlandığı bir açılım olur. Avrupa Birliği’ne resmen giremeyen Türkiye de AB üyesi Yunanistan aracılığıyla fiilen girer.

15.05.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyasette de demokrasi


A+ | A-

Siyaseti dizayn projelerinin yine karanlık tezgâh ve komplolarla uygulamaya konulmak istenmesi, yürürlükteki yapı ve sistemi bu çeşit tertip ve manipülasyonlara açık olmaktan bir an önce çıkarma zorunluluğunu bir defa daha gözler önüne sermiş bulunuyor.

Kişi ve kurumların zaaf ve boşluklarını kullanan operasyonlarla iş bitirme hesaplarını bozmak veya zararlarını asgarîye indirmek için ilk yapılacak şeylerden biri, partilerdeki işleyişin demokrasi prensiplerine uygun hale getirilmesi.

Siyasî partiler ve seçim kanunlarıyla ilgili olarak yıllardır konuşulan, sözler verilen, ama gereği bir türlü yapılmayan değişikliklerin ne kadar önemli olduğunu gelişmeler yeniden gösterdi.

Anayasada “demokrasinin vazgeçilmez unsurları” olarak nitelenen ve devletle millet arasında köprü oluşturup devlet politikalarını milletin talep ve beklentilerine yaklaştırmak için çalışmaları icab eden siyasî partiler, kendi içlerinde tabana dayalı bir demokrasiyi hakim kılabildikleri ölçüde bu misyonu ifa etme imkânı bulabilirler.

Aksi takdirde, parti tabanının ve seçmen kitlesinin dikkate alınmadığı; teşkilâtların ve milletvekili aday listelerinin tepede belirlenip dikte edildiği; kararların aynı şekilde tabanı dışlayarak verildiği bir yapı ve işleyiş, partileri demokrasinin önündeki ciddî engeller haline getirebilir.

Ve nitekim getiriyor. “Lider sultası” hem parti içi demokrasiye imkân vermiyor, hem de partileri başta devlet baskısı olmak üzere haricî tazyikler karşısında korumasız ve zayıf düşürüyor.

Keza, lider konumundaki kişi ne kadar güçlü ve karizmatik görünürse görünsün, hassas ve zayıf noktalarından biri yakalanıp profesyonelce hazırlanmış komplo tuzaklarına hedef yapılmak suretiyle bir anda devredışı bırakılabiliyor.

Baykal’ın başına gelenler bunun son örneği.

CHP liderinin partideki yönetim biçimi, ekipleşme anlayışı, hizipçiliği öteden beri eleştiriliyordu. Ama komploya hedef olmasının sebebi bunlar mıydı; yoksa 1 Mart tezkeresinin reddinde oynadığı etkin rolle birilerinin hışmını üzerine çekmesi veya Kutlu Doğum açılımının bazı odakları rahatsız etmesi miydi; bilemiyoruz.

Baykal'ın gerçekten mi, yoksa taktik gereği olarak mı açıkladığı hâlâ anlaşılamayan istifa kararından sonra partisinde yaşanan belirsizlik ve kaos ise, yapısal olarak aynı durumda olan bütün partilerin ders alması gereken bir tablo oluşturuyor.

Elbette CHP’deki dalgalanma da zaman içinde durulur ve aşılır. Aşılmasa da onun sorunu. Ama burada CHP’yi de içine alacak şekilde partilerin tamamında geçerli olan sağlıksız yapının ne zaman ve nasıl aşılıp düzeltileceği önemli.

İhtilâl ürünü anayasa başta olmak üzere ilgili kanunlardan beslenen bu yapı, siyasetin hata ve kusurlarını düzeltip eksiklerini tamamlayarak demokratik bir zeminde gelişmesini engelliyor.

Mevcut bütün partileri dış müdahale ve manipülasyonlara açık tutarken, dönem dönem farklı konjonktür şartlarına göre tanzim edilmiş toplum mühendisliği projeleriyle üretilen köksüz ve yapay partilerin pazarlanmasına elverişli bir zemini sürekli kılarak, siyasetin kendi gerçeklerine göre şekillenmesine fırsat vermiyor.

Nitekim hür siyasete vurulan 12 Eylül darbesinden sonra uygulamaya konulan ve ilk hedef olarak demokrat tabanı şaşırtıp, o kitlenin icazet ürünü güdümlü partilerle “temsil”i üzerine bina edilen projelerin farklı versiyonları ile yürürlükte olması da, bugünkü sıkıntıların en önemli sebebi.

Halbuki tabana ve halka dayalı demokratik bir siyaset yapılanması başarılabilse, hem bu tezgâhların önü kapanır; hem komplolarla iş bitirme gibi hukuk ve ahlâk dışı yöntemlerin defteri dürülür; hem de varlığını partilerdeki lider sultasını gerekçe göstererek sürdürmeye çabalayan bürokratik oligarşinin tasfiye edilmesi kolaylaşır.

Netice olarak hür siyasetin önünü açmanın yolu, o cenahta da gerçek anlamda bir demokratikleşme sürecini bir an evvel başlatmaktan geçiyor.

15.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım