20 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Mânevî hastalıklar

İnsanlar farkında olmadan hastalanırlar. Kimsenin isteyerek ve severek râhatsızlanmaya râzı olduğu görülmemiştir. Kişi, hastalığının farkına vardığı zaman hemen tedâvî olmak ister. Bâzı tedâvîler zor ve uzun süreli olabilir. Tıbbın lüzûm gördüğü şekilde ilâçla veyâ ameliyatla; saçma sapan yollarla, koca-karı usûlleriyle, bâtıl yollarla, ama ne olursa olsun bir şekilde iyileşmek ister. Bedenî hastalıklarda durum aşağı-yukarı bu şekilde karşılanır.

Fakat iş rûhî ve mânevî sâhalara gelince, kimse hastalandığını kabûl etmek istemez. Çoğu defa, kendisi değil, karşısındakiler onun her hangi bir hastalığa dûçâr olduğunu fark eder. Akrabâ ve dostları onun bu dertten kurtulmasını arzû ederek, kendisini tedâvîye iknâa çalışırlar. Bu türlü bir hasta, kolay kolay râhatsızlığının varlığına inandırılamaz. Kendisiyle ilgilenenlerin kötü niyetli, çıkarcı, şahsının fenâlığını isteyen kimseler olduğunu sanır.

Çevresindekilerin bir kısmı ise adamcağızın bu hastalıklı hâlinden kendilerine eğlence, söz, meşgale çıkmış olmasından âdetâ memnûn olurlar. Hastanın vehmini tahrîk ederler. Derdini büyütmeye çalışırlar. Onu tedâvîye çalışanları engellemek için hasta ile işbirliği yaparlar. Bir gün böyle bir sıkıntının kendi başlarına veyâ sevdiklerine de musallat olabileceğini hesâb etmezler.

Böyle bir hastanın âilesi ve mensûb olduğu cem’iyyet, en az dertli kadar, sıkıntıya mârûzdur. Hem derdini kabullenmeyen hastayı şifâsı için râzı edememeleri, hem onun hayâtını oyuncak yapanları engelleyememeleri musîbetlerini artırır.

Mânevî dertlerin teşhîsinin ve dermânının bedenî hastalıklardaki gibi ilmî kat’iyyetle beyân edilememesi de işin tuzu-biberi olur. Yalnızca maddî ilaçlarla iyileştirilmek istenen bu kabîl dertlilerin pek şifâ bulamadıkları bir vâkıadır. O ilaçlarla birlikte mânevî tedâvîye ihtiyâç vardır. Zamânımızda ise bu işin erbâbı kalmamış gibidir. Karşımıza çıkanların şarlatan olmadıklarından emîn olunamamaktadır. Hattâ işi tıbbî esâslara isnâd ederek çözmek için uğraşanların da temelde dayandıkları insanların çoğu Avrupa’nın bozuk fikirli kısmındandır. Bu sebeble, rûhu kabûl etmeyen ve semâvî bir inançları bulunmayan, her hâdiseyi maddî cihetten yorumlamaya ve çözmeye çalışan şahısların fâsit fikirlerini esas alan bir tedâvî metodunun faydadan çok zarar getireceği açıktır.

Müslüman âlimlerin bu şekildeki hastalar için uyguladıkları pek çok tedâvî şekli günümüzde terk edilmiştir. Târîhin tozlu sayfalarından, Avrupa’da böyle hastalar işkenceye tâbî tutulurken, İslâm ülkelerinde bu dertlerin husûsî hastahânelerde, sâhasında mütehassıs hekimlerin nezâretinde husûsî alâka ve gayretle tedâvîsine çalışıldığını öğreniyoruz. Sesle, renkle, kokuyla, mûsıkîyle, çiçekle, suyla, çeşitli bitkilerden elde edilen ilâçlarla hastaların iyileştirilmesine gayret edildiğini okuyoruz.

Beden sağlığı gibi rûh sağlığının da, bu kâinâtı ve içindeki bütün varlıkları yaratan Hâlık-i Zülcelâl tarafından konulmuş olan, “kullanma tâlimâtları”na uygun hareket etmekle bağlantılı bulunduğunu belirtmek lâzım… Hiçbir şeyin başıboş olmadığını, belli kànûnlara uyumlu olarak çalışmak üzere yaratıldıklarını idrâk etmek lâzım… Semâvî reçetelerle tavsiye edilen ilaçları kullanmak lâzım…

Bu gibi hastalıkların en büyük sebebinin inançsızlık, kanâatsizlik, rızâ ve tevekkülsüzlük, hırs, hased, kîn, adâvet, sû-i ahlâk, sû-i zân, kibîr, enâniyet, hısset, sefâhet, tebzîr.. diye saymaya kalksak bir sahîfe dolduracak olan hayvânî, nefsânî ve şeytânî hissiyât olduğunu dînimiz bize öğretiyor. Bu teşhîsten sonra, gerek Kur’ân-ı Hakîm’de, gerek Resûlullâh’ın (asm) mübârek sözlerinde, gerekse terbiye-i İslâmîyenin fazîletli muallimleri olan evliyâullâhın eserlerinde bu dertlerin devâları da ifşâ ediliyor. Kalıyor hastanın, kendisini hasta olarak kabûl etmesi ve tavsiye edilen reçeteyi hayâtında tatbîki…

Nasıl ki, sağlıklı bir vücûd, içinde ve dışında, ileride kendisini hasta edebilecek pek çok mikrobu taşıyor; fakat, beden zayıf düşmedikçe mikroplar icrâ-yı faâliyet edemiyorsa, şu mânevî illetler de pek çoğumuzda bulunmakla birlikte, ibâdet, tevbe, keffâret ve sâir vesîlelerle bizi yere vurabilecek derecede güçlenmiyorlar.

Kendimizi ve sevdiklerimizi hem maddî hem mânevî dertlerden, musîbetlerden, hastalıklardan kurtarmak için en garantili hayât tarzı, Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun geçirilecek olanıdır. O emirler ve yasakların en bâriz târif edicisi de Hz. Muhammed’in (asm) yaşayışıdır; sünnet-i seniyyesidir.

Erken teşhîs için bu zamanda en mücerreb usûl de Risâle-i Nûr Külliyyâtını yalnızken, âilemizle, dost ve sevdiklerimizle okumak, anlamaya çalışmak, kabullenmek ve öğrendiklerimizi yaşamaya gayret etmektir.

EKREM KILIÇ

[email protected]

20.07.2010


Eksen kayması ve okuma programları

Son günlerin üzerinde sıkça durulan konularından birisi. Hemen hemen bütün kalem erbabının satırlarında yer bulan bir kavram. Herkes konuya kendi penceresinden yorum getirmekte, Türkiye’nin ekseni ile ilgili bilgiler vermekte. Bazıları son gelişmeleri normal olarak yorumlamakta. Bazıları ise durumun vahametini gözler önüne sermekte, eksenin kaydığını bildirmekte. Bu konuyu uzmanlarına havale ediyorum.

Benim kendimce yapacağım eksen kayması paylaşımım farklı bir açıdan olacak. Bir ülkenin ya da devletin ekseninden ve de kayma(ma)sından mevzu-u bahis etmeyeceğim.

Dünyaya imtihan için gönderilen Âdemoğlundan dem vuracağım. Az bir sermaye-i ömür ile cihana gelen insanoğlu, Yaratıcının hoşuna gidecek, rızasını kazanacak işlerle sorumlu. Bu görevleri yani ibadetleri lâyığı ile yerine getirdiğinde âb-ı kevserle ödüllendirilecek. Cennet köşklerinde tam ve eksiksiz lezzetler içinde ebedî olarak kalacak. Hem de “vaadinde hulf etmesi” mümkün olmayan Zât-ı Kerîm’in teminatıyla…

Ancak Âdemoğlu dünyada yaşarken bu hakikati bil/e/memekte olabiliyor. Bilse dahi idrak edemeyebiliyor. “Cazibedar fitne asrı” olan günümüzde ise kırılacak cam parçalarını bâkî elmaslara çabucak, seve seve tercih etmekte. “Az bir dünya menfaatine” birçok değerleri feda edebilmekte.

Hele bir de akıldan ziyade his ve heveslerin hükmettiği gençlik çağında ise, elinde de sağlam bir pusulası yoksa sormayın hâlini. Kendine rota çizmesi imkânsızlaşıp, sefahat ve dalâlet denizinde cazibedar fitne dalgalarının arasında kendisini kaybetmekte. “…bu asrın hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimâiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elim, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî vazifelerini kalp ve aklını, nefs-i emmâresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine”1 düşürmekte. Sanki ebedî dünyada kalacak hem de genç olarak kalacak gibi de “nazlanarak” yaşamakta.

Bu durumda insanda, özellikle gençliğimizde tam bir eksen kaymasının yaşandığı gözlenmekte. Ahiretin tarlası olacak, Cennet bahçelerinden birisine açılan bir kapı olacak dünyanın, hem şimdi hem de istikbalde insana zindan olduğu görülmekte.

Çareyi, yine helâket ve felâket asrının adamı sunuyor: “Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tiryak misal ilaçlarının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanetle ve ciddî ihlâs ve tam itimat ile ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun”2 diyor.

En büyük bir nimet ve ihsan olan kendi imanını kurtarma gayreti içinde olmanın yanında başkalarının imanını kurtaracak sa’y ve gayret içerisinde olma sorumluluğu yüklüyor üzerimize. Bu çölde aç, perişan, hâmîsiz seyahat eden seyyahlara rehberlik yapmak vazifesi konuyor omuzlarımıza…

Yıl içinde olsun, şu yaz aylarında olsun yapılan “okuma programlar”ını eksene oturma çalışmaları olarak görüyorum. Zamanla azalan, boşalan bataryalarımızın tekrar şarj edilmesi olarak düşünüyorum. Şakirtler arasında “uhuvvet bağları” kurulan meclisler olarak biliyorum. Zamanla ayarı bozulan pusulaların ayarlanması veya servis bakımının yapılması olarak düşlüyorum.

Bu düşünceler ile başta nefsimi, ardından da arzu eden siz dostları yüksek hakikatler ummanında ıslanmaya davet ediyorum. Nerede ve ne zaman mı dediniz?Fırsat/ını bulduğunuz her yer ve zamanda…

Dipnot:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 455, yeni

tanzim.

2- A.g.e. sf.456

EŞREF MERT

20.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.