03 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Enstitü

 

Cehennemin yaratılışındaki hikmetler nelerdir?

Cehennemin en önemli yaratılış hikmeti Cenâb-ı Hakk’ın kendisine, isim ve sıfatlarının tecellilerine bakan yönüdür. Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü tecellisi vardır. Bu tecelliler farklı âlemlerde farklı hükümler alırlar. “Sıfat-ı ezeliye âlemi”nde biri celâl, diğeri cemâl olur. “Sıfat-ı ef’âl âlemi”nde ise biri lütuf ve hüsün, diğeri kahır ve heybet şeklinde görünür. “Zikir âlemi”nde biri hamd, diğeri tesbih olur. “Âlem-i kelâm”da emir ve nehiy, “âlem-i irşad”da tebşir ve inzâr olarak ortaya çıkar. İnsanın vicdanına tecellî ettiğindeyse biri reca/ümit, diğeri havf/korku olur. Ahiret âlemindeyse biri Cennet ve nur, diğeri ise Cehennem ve nâr olarak tecellî ederler. (Bkz: İşaratü’l İ’caz, s. 66) Kâinatta karanlık, kış, hastalık, felâket, ölüm, Kıyamet vb. şekilde ortaya çıkan Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî tecellileri ve bu tecellilere yol açan esma-i hüsnâ ise, celal ve ihtişamın en zirve noktada görüleceği ahirette Cehennemin varlığını gerektirirler. (Bkz: Sözler, s. 165)

Cehennemin yaratılış hikmetinin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönlerinden biri de O’nun izzeti ve namusunun bir gereği olmasıdır. Bunu bir misâlle şöyle açıklayabiliriz. Korkunç cinayetleri işleyen bir cani, bulunduğu şehrin izzetli hâkimine “Sen beni cezalandıramazsın, hapse atamazsın” diyerek meydan okusa, elbette o şehirde hiç cezaevi olmasa bile o edepsiz için bir yer yapılacaktır. Benzer şekilde küfrüyle Allah’ı inkâr eden ve isyanıyla O’nun izzetine dokunan biri için Cehennemin varlığı gereklidir.

Cehennemin bir vazifesi de dünya tarlasının ebedî bir mahzen ve ambarı olmasıdır. Yeryüzündeki her türlü şerler, çirkinlikler ve küfürler Cehennemi netice verecektir. (Bkz: Sözler, s. 80; Şuâlar, s. 522) Başka bir ifadeyle dünya tarlasında zehirli çekirdekler ahirette sümbül verecekler, zakkum ağacı ve meyvelerine dönüşeceklerdir.

Dünyada her şeyin hakikati ve lezzeti bir açıdan zıddıyla bilinir. Karanlığın varlığı aydınlığın daha iyi fark edilmesini sağlar. Lezzet elem sayesinde daha iyi anlaşılır. Aynı sır, bir yönüyle ahirette de geçerli olacaktır. Cehennemin varlığı, Cennetin pek çok lezzetlerinin ve güzelliklerini ortaya çıkışına hizmet edecektir. Başka bir ifadeyle Cennet olmazsa belki Cehennem de gerçek anlamda azap yeri olmayacaktır.

Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar isimli eserinde bu gerçeği şu özlü ifadeleriyle dile getirir: “Nasıl ki Cennet, vücut âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne sümbüllendiriyor. Öyle de, Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için, o adem mahsulâtlarını kavuruyor. Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şuâlar, s. 232)

Yeryüzünü imtihan dünyası olarak hazırlayan Cenâb-ı Hak bütün zıtları birbirine karıştırmıştır. Hayır şerle, güzel çirkinle, fayda zararla, sevgi korkuyla, ışık karanlıkla ve sıcak soğukla beraberdir. Bir anlamda Cennet ve Cehennemin tohumları dünya tarlasına serpilmiştir. Fakat iyi ve kötü tohumlar birbirine karıştırılmıştır ki, imtihan ve tecrübe olabilsin ve insanların yetenekleri gelişerek farklı dereceleri ortaya çıksın. İmtihan ve tecrübe zamanı sona erdikten sonra ise, zıtların beraber bulunmalarının herhangi bir anlamı kalmayacaktır. İnsanlar ödül yâ da cezalarını almak üzere dünyayı terk ettikleri gibi, kâinat da ve kâinattaki zıtlar da “tasfiye ameliyatı”na uğrayacaklardır. İyilik, hayır ve sevap olan maddeler Cennete çekileceği gibi, kötülüğü, şerri ve günahı netice veren maddeler de Cehennemi dolduracaklardır. Hakîm olan Cenâb-ı Hak kâinattaki hiçbir şeyi israf etmeyecek ve ahiretin binasında en münasip bir şekilde tavzif edecektir. (Bkz: İşârâtü’l-İ’câz, s. 192; Sözler, s. 490)

İnsan küfürle, isyanla ve günahlar kendisine emanet olarak verilen sayısız istidat ve yeteneklerini bozuyor. Ayrıca kendisine verilen göz, kulak, kalp ve ruh gibi eşsiz cihazlarını yaratılış amacında kullanmayarak ve günahlarda istimal ederek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine ters bir hayat sürebiliyor. Bütün bunlarla birlikte kâinattaki varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini haykıran ubudiyetkârâne hallerini ve tanıklıklarını hiçe saymakla ve yalanlamakla büyük bir haksızlıkta bulunuyor. “Süt, ayran bozulursa yenir, yağ bozulursa zehir olur” kabilinden üstün, kıymetli bir şeyin bozulmasının daha fazla bozuk olması sırrıyla, insan küfürle ve isyanla vicdanını bozduğunda çok büyük bir değişim yaşıyor. İşte böyle bir manevî kirliliği, bozulmuşluğu ve büyük haksızlıkları ancak Cehennem temizleyebilir. İşte Cehennemin bir görevi de insanı manen temizleme ve tedip etme yeri olmasıdır.

Risâle-i Nur’da Cehennemliklerin özel elbiseleri olduğundan ve bu elbiselerin onlar için küçük bir Cehennem hükmüne geçeceğinden bahsedilir ve şöyle denilir: “Ehl-i Cehennem ise, nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hakezâ, bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafi görünmüyor.” (Mektubat, s. 374)

Cenâb-ı Hak yeryüzünü misafirhane mahiyetinde yaratmış ve koca dağları da misafirleri için hazineli direkler kılmıştır. Dağlar bir anlamda insanlar için “ihtiyat deposu”, “cihazat ambarı” ve “defineler mahzeni” hükmüne geçmiştir. Misafirlerine dağları hizmetkâr yapacak derecede ikram ve ihsan sahibi olan Cenâb-ı Hak o çok sevdiği misafirleri için ebedî âlemde ebedî hazineleri de hazırlamıştır. Fakat bu vazifeyi burada dağlar gördüğü gibi, ahirette yıldızlar göreceklerdir. (Bkz: Şuâlar, s. 51; Lem’alar, s. 356)

Kâinatın mükemmel sisteminde ayı dünyaya, dünyayı güneşe ve güneşi gezegenleriyle birlikte Şemsü’s Şümus’a bağlayan Cenâb-ı Hak, sür'atle gerçekleşen bütün bu faaliyetiyle rububiyetinin haşmetini ve saltanatının gücünü, kudretini göstermektedir. Yaşanılan imtihan dünyası hikmet yeri, ahiret ise kudret yeri olduğundan, Cenâb-ı Hakk'ın ihtişamı ve kudreti ahirette çok daha parlak bir surette görülecektir. Cehennemden beslenen--ahiretin dağları hükmündeki--yıldızlar ise, Cenâb-ı Hakk’ın ihtişamının, celâlinin ve büyüklüğünün en muhteşem aynaları olacaklardır.

Risâle-i Nur’un bir başka bölümünde ahiretteki yıldızların nurunun Cennetten ve nâr ile sıcaklığının ise Cehennemden olması şöyle ifade edilir: “Zât-ı Zülcelâlin kemal-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâyı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’âl etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahpes yapsın.” (Mektubat, s. 15–16)

İnsanın yaratılışında sürekli yaşamaya, bekaya karşı şiddetli bir aşk vardır. Ayrılıkların, ölümün olduğu dünyada bile her sevdiği şeyde bir tür beka olduğunu varsayar, öyle sever. Sevdiği şeyden ayrılacağını düşündüğünde ve fark ettiğindeyse derinden derine feryat eder. Eğer insan herhangi bir şeyin bâkî olduğunu varsaymazsa kesinlikle sevemez. Bütün insanlardaki bu beka aşkı, umumi ve fıtrî bir duâ hükmüne geçtiği için Cenab-ı Hak bu makbul duâyı kabul etmiş ve ölümlü insanlar için Cennetiyle Cehennemiyle bâkî bir âlemi yaratmıştır. Çünkü insan için sonunda yokluk ve hiçlik olduktan sonra milyonlarca sene dünya saltanatı da yaşansa anlamsızdır. İnsan o kadar bekaya âşıktır ki, vicdanen daima “Cehennem de olsa beka isterim” der. Bu açıdan değerlendirildiğinde Cehennemin en önemli yaratılış hikmetlerinden biri de bekaya âşık insanı, meşakkatli ve azaplı da olsa, tamamıyla şer olan yokluğun karanlıklarından kurtarmış olmasıdır.

Son olarak sözü Bediüzzaman’a verip konuyu bitirelim:

“Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe (yokluğa) gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun--velev Cehennemde olsun--ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.” (İşaratü’l İ’caz, s. 81)

03.12.2010


 

Hasan Feyzi Yüreğil

Hasan Feyzi Yüreğil, 1895/1896'da Denizli'nin Çivril kazasının Güveçli Köyünde dünyaya gelmiştir. Babası, Ömer Efendi, annesi ise Ayşe Hanım'dır. Okul ve medrese eğitiminden sonra muallim olarak İslâmiyete hizmet etmiş, tasavvufla da ilgilenmiştir. Hasan Feyzi, Üstad’a ve Risâle-i Nur’a talebe olmadan önce de etrafındakileri irşad eden, İslâmî hakikatleri insanlara anlatan muhterem bir zat idi.

Denizli'de, Bediüzzaman Hazretlerinin dünyaya geldiği yıllarda (1870’li yıllar), büyük bir evliyâ olan Hasan Feyzi isminde bir zât, bir gün talebelerine, "Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi." diye beşarette bulunmuş ve Hasan Feyzi Yüregil, şeyhinin şeyhi olan, adaşı bu Hasan Feyzinin sözünü hatırından çıkarmayarak, bahsedilen zâtı beklemiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Denizli hapsi sebebiyle, 126 talebesiyle Denizli’ye getirildiğini öğrenince “Acaba o zat mıdır?” diyerek, ziyaretine gitmiştir. Üstadı görür görmez şeyhinin bahsettiği zât olduğunu anlamış ve tarikatını bırakıp Üstad’a hizmetkâr olmuştur.

Honaz, Şamlı, Gözler ve Göveçlik'te öğretmenlik ve başöğretmenlik yapan Muallim Hasan Efendi'ye Bediüzzaman Hazretleri "Nurlardan feyzaldın, adın Hasan Feyzi olsun" demiş, ondan sonra ismine bir "Feyzi" eklenmiştir. O da, Ahmed ve Mehmed Feyzî efendiler gibi, Feyzîler kafilesine katılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri tarafından “Denizli'nin bir Hüsrev'i” hitabına mazhar olan Hasan Feyzi Ağabey, Risâle-i Nur’a ve Üstad’a büyük bir iştiyakla bağlanmış ve yaklaşık üç yıl gibi kısa bir sürede, çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bu husus, Emirdağ Lâhikası’nda, Üstad Hazretleri tarafından: "Evet hâkim-i âdil, Muharrem ve Feyzi ve Hâfız Mustafa, bir-iki senede, yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaptılar" cümlesiyle vurgulanmıştır.

Hasan Feyzi, iç dünyasında Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a karşı hissettiği muhabbet ve coşkuyu kâğıda dökmüş, övgü dolu mektuplar ve duygu yüklü şiirleriyle kaleme almıştır. Bediüzzaman, Hasan Feyzi Ağabeyin mektup ve şiirleri hakkında Emirdağ Lâhikası’nda şöyle yazmıştır:

"Bu zât, doğrudan doğruya hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeyi bir şahs-ı manevî mahiyetinde, Risâle-i Nur şahs-ı manevîsinin cesedine girmiş ve eczalarının libasını giymiş bir tarzda, fevkalâde bir sena ile ona hitab ediyor. Ben baktıkça, birden itirazkârane ‘hüsn-ü zannı pek ziyadedir’ tahattur ettiğim dakikada, hakikat-ı Kur'âniye manen dedi: ‘Cesede, libasa bakma; bana bak. O, benim hakkımda konuşuyor. Doğru söylemiş.’ Ben daha ilişmedim. Yalnız Risâle-i Nur tercümanı hakkında sarihan veya işareten veya kinayeten onun haddinden pek fazla senakârane tabiratı ta'dil etmeye lüzumu var. Başkalar, hususan ehl-i tenkid insanlar nazarında bîçare şahsıma bu nev'î hüsn-ü zannını kabul etmemek mesleğimize lâzım geliyor; ta'dilime gücenmesin."

Bediüzzaman Hazretleri başka bir mektubunda ise Hasan Feyzi Ağabeyin özelliklerinden şu şekilde bahsediyor: “Denizli'nin Hüsrev'i Hasan Feyzi'nin Risâle-i Nur hakkında ve Risâle-i Nur'un aslı ve esası ve madeni olan hakikat-ı Kur'âniye ve sırr-ı iman ve nur-u Ahmedî tarifinde yazdığı manzum fıkrası, içinde tam bir samimiyet ve metin bir kanaat-ı imaniye bulunduğundan; hem her şeyi çabuk kabul etmeyen ve delilsiz teslim olmayan âlim, hususan muallim olduğu halde Risâle-i Nur'un hakkaniyetini hem kendi nâmına, hem etrafındaki rüfekasının şahs-ı manevîsi hesabına bir derece fevkalâde, hâlisane tarif etmesinden Sikke-i Tasdik-i Gaybî âhirinde, Lâhika'dan alınan parçaların sonunda yazılmasını, hem ayrıca Lâhika'da da kaydedilmesini..."

Bediüzzaman Said Nursî, Denizli hapsinden beraat etmiş ve tahliyeden sonra bir buçuk ay Şehir Palas Otelinde kalmıştı. 31 Temmuz 1944 Perşembe günü, mecburî ikamet olarak Emirdağ'a gitmek üzere, bir komiser refakatinde Denizli'den Afyon'a hareket etmişti. Hasan Feyzi Yüreğil yaklaşık bir buçuk yıllık beraberlikten sonra, Üstad'ın gönderilmesine son derece üzülmüştü. Bu hissiyâtını kaleme aldığı "Hicran" şiirinde şöyle diyordu:

"Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak

Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak

Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm

Çünkü hicran dolu kalbim yerine hicran olacak”

Üstadının Emirdağ’da zehirlendiğini duyunca çok üzülmüş, adeta kahrolmuştu ve onun yerine kendisinin vefatını arzulamıştı. Hatta Hicran şiirinde;

"Bâb-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem

Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”

diyerek, bu niyetinin gerçekleşeceğini hiss-i kable'l-vukuyla bildirmiş, 13 Kasım 1946 yılında Denizli’de vefat etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, çok sevdiği bu talebesinin vefatına çok üzülmüş ve vefatıyla ilgili kalbine gelenleri çeşitli mektuplarda ifade etmiştir:

“Kanaat-ı kat'iyyem geldi ki; Hasan Feyzi, aynen şehid Hâfız Ali (rh) gibi, benim musîbetimin kısm-ı a'zamını kendine alıp manevî bir fedakârlık eylemiş. Hâfız Ali benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku, kuvvetli bir emaredir ki; bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, mânen hastalığımı kısmen kendine aldı. Bu dört cihetle tevafuk içinde yalnız bir fark var. Benimki zehirden, tesemmümden; onunki soğuktan gelmiştir. Elbette Hastalar Risâlesi bizim bedelimize onu teselli edip, iyadetü'l-mariz gibi keyfini sormuş ve hastalıktaki büyük sevablar ve sıkıntılarını sürura kalbetmiş. Cenâb-ı Hak şifa-i âcil ihsan eylesin, âmîn!"

"Hem o kıymetli kardeşimiz, merhum Hâfız Ali'nin (rh) vârisi ve halefi yerinde Risâle-i Nur'a fevkalâde irtibat ve sadakatla bağlıdır."

"Risâle-i Nur'un kahramanlarından ve Hâfız Ali'nin makamına geçen merhum Hasan Feyzi'nin vefatı, Denizli'ye, Risâle-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i İslâm'a büyük bir zayiattır. Fakat kendisi, pek samimî ve hâlis ve fevkalâde beyânatıyla ve dersleriyle, İnşâallah kendi yerinde çok Hasan Feyzi'lerin yetişmesine bir zemin ihzar etmiş, sonra gitmiş. Aynen biraderzadem Abdurrahman gibi, bir-iki senede on sene kadar Nurlara kıymetli hizmet etti. Güya o da, Abdurrahman da çabuk dünyadan gideceğiz diye on senelik vazifeyi bir-iki senede gördüler. Ben, merhum Hasan Feyzi'nin vefatını onun şahsı itibariyle tebrik ediyorum ve Denizli'yi ve Nur dairesini ve bu memleketi cidden ta'ziye ediyorum. Bu çeşit zülcenaheyn ve hakikî mü'min ve müdakkik bir âlim ve yüksek bir edib, muallim ve tesirli bir vaiz ve müderrisi kaybettiği için, büyük bir musîbettir. Cenâb-ı Hak, İnşâallah Denizli gibi kahramanlar ocağından çok Hasan Feyzi ruhunda Nurlara sahip ve nâşir çıkaracak. Bir tane toprak altına girer, vefat eder; fakat yüz tane sünbüller meydana geldiği gibi; rahmet-i İlâhiyeden ümidvarız ki, Hasan Feyzi de öyle kudsî bir sünbül verecek. Çok Hasan Feyzi'ler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyade yapacaklar."

Kabri Denizli'de bulunmaktadır. Mezar kitabesinde "Ömrünü ilm ü irfana vakfedip mektep ve kürsülerde feryad edip, kalbleri feyz ile her an, ölmüş tenlerde hep buldular can. Bilmediler söz attılar ol ere, o da tasa rahmet olur mu diye, yaşı basarken elli bire, boyun kesip verdi canını dilbere... Aziz şehid Hasan Feyzi, 13 Kasım 1946 Çarşamba günü irtihal eyledi" yazmaktadır.

03.12.2010


 

KÜRESELLEŞME —imkânlar ve tehditler—

Dünya kamuoyu birkaç gündür Wikileaks’in sızdırdığı, ABD’nin diplomatik sırlarını konuşuyor.

Bu bilgileri kimin, nasıl, neden sızdırdığı; bu eylemin kimin işine yarayacağı, kimin zararına olacağı; ihtivâ ettiği bilgilerin doğruluğu; bundan böyle diplomasiyi ve ülkeler arasındaki ilişkileri nasıl etkileyeceği gibi hususlar tartışıladursun, bizim bu vesileyle altını çizmek istediğimiz başka bir husus var.

O da şu; iletişim devrimi ve ulaşım imkânlarının artmasıyla küreselleşen dünya, hızla “camküre”ye dönüşüyor.

Bir yandan şeffaflaşıyor, diğer yandan kırılganlaşıyor.

***

Küreselleşme, hayatın hemen her alanıyla ilgili dikkate alınması gereken, bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. İktisadi, siyasî, kültürel, teknolojik ve sosyolojik konulardaki çalışmalar, bugünü anlamak için küreselleşmenin sunduğu imkânlardan yararlanmak zorundadır.

Üstadımız Said Nursî, bir asır önce bu olguya dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Şimdi tekemmül-ü vesâit-i nakliye [ulaşım vasıtalarının gelişmesi] ile, âlem bir şehr-i vahid [tek şehir] hükmüne geçtiği gibi, matbuât ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele [iletişim ve ulaşım vasıtaları] ile, ehl-i dünya, bir meclisin ehli hükmündedir.”1

Burada bir durum tesbiti söz konusudur. Sosyolojik bir olgudan söz edilmektedir. Tarihsel kökleri ne olursa olsun bugün yaşanan bir gerçeklik vardır. İletişim araçlarının akıl almaz gelişmeler göstermesi böyle bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Öncelikle telgraf bulunmuş, bu icad ile geniş coğrafyaların iletişim önündeki engel olma özelliği, ortadan kalkmıştır. Giddens’ın ifadesiyle, On dokuzuncu yüzyılın ortasında Massachusetts’li bir portre ressamı olan Samuel Morse, elektrikli telgrafla ilk mesajı göndermiş ve bu şekilde dünya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.2 Bugün ise, televizyon, telefon, internet ve diğer telekomünikasyon araçları, gündelik hayatları alt üst etmiş; inkâr edilemez boyutlarda değiştirmiştir.

İnternet çağı iki imkân çıkardı karşımıza. Birincisi, bilginin serbest dolaşımı ve kolay ulaşılabilir olması. İkincisi, bu ortamda oluşturulan her türlü bilginin-–kişisel, kurumsal, entelektüel, diplomatik vs.—kayıt altına alınması, depolanması. Bu durum bilgilerin kullanımıyla ilgili soruları ve endişeleri de beraberinde getirdi.

Şüphesiz bilginin depolanması, serbest dolaşımı ve kolay ulaşılabilir olması insanlığın hayrına iken; bu bilgilerin kötü niyetli kişi, kurum ve devletler tarafında gayr-i ahlâkî olarak kullanılması da mümkündür. Bediüzzaman’ın, Sünûhat adlı eserinde yaptığı değerlendirme, bu imkân ve tehditleri anlamak bakımından önemli malzemeler sunuyor.

Küreselleşmenin İmkânları

Bediüzzaman, Avrupa’nın kaynak olduğu hallerde, gelen cereyanın iki tür olabileceğini belirtir. Bunlar müsbet ve menfîdir. Menfî olanı başkasını aynen gösteren taklitçiliktir. Bu tür yaklaşımlarda bütün pratikler Avrupa hesabınadır. Kendi benliğiyle uygunluk söz konusu değildir. Bu durumda irade kullanımı mümkün olmadığı için niyetin iyi olması bile yararlı sonucu ortaya çıkarmaz. Böyle durumlarda Müslümanlar, Batıya “âlet-i lâya’kıl” olur. Batının elinde akılsız malzeme olmanın ötesine gidemezler. Müsbet olanı ise, “dahilden muvafık şeklini giyer.” Bu durumda Batıdan alınanlar, İslâm’ın temel ilkeleriyle çatışan pratikler değildir. Meselâ teknoloji gibi… Küreselleşmenin araçları denilebilecek, telefon, telgraf, bilgisayar, televizyon ve internetin Batı icadı olması onları yararsız malzeme yapmaz. Bu seçenekte Batı, Müslümanlar için, “âlet-i lâyeş’ur” olur. Yani Batıdan gelenin İslâm toplumlarını dönüştürecek bir şuuru yoktur. Oradan alınanlar İslâm toplumlarını etkileme yeteneğinden mahrumdur. Çünkü bunlar zaten İslâm’ın men ettiği şeyler değildir.3 O halde, Batıdan gelenler analiz edilmelidir. Küreselleşmenin nimetleri niteliğindeki teknoloji alınırken ahlâksızlık, inançsızlık ve hegemonyacı tutumlara karşı uyanık olunmalıdır.

Bu açıdan bakılınca küreselleşmenin araçları, Nebevî tebliğe hizmet eden nimetler olarak değerlendirilebilir. Hz. Peygamber (asm), tebliğinin karakteri gereği, yerküre üzerinde yaşayan önemli insan topluluklarına, mesajını ulaştırabilmek için elçiler göndermişti. Bizans kayserine (Heraklius), Habeşistan necaşisine (Ashame), İran kisrasına (Hüsrev Perviz), Mısır firavununa (Mukavkıs), Yemame reisine (Hevze b. Ali) ve Gassani melikine (Münzir b. Haris b. Ebi Şemir) gönderilen elçiler Allah Resulünün mesajını iletmişlerdi. Bu olay, Müslümanların küreselleşmeden yararlanmaları gerektiğini gösteren somut bir örnektir.

Hz. Peygamber’in (asm) elçiler göndermesini bugüne taşırsak, küreselleşmenin araçlarının İslâmî tebliğ açısından ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Müslümanlar iyiliği yaymak ve kötülükleri engellemek için, tarihî bir fırsat yakalamışlardır. İslâmî değerlerin günümüz formlarıyla sunulması hâlinde kitlelerin bu evrensel değerlere sahip çıkacakları muhakkaktır. Hz. Peygamber’in (asm) coğrafyanın olabildiğince kısıtlayıcı rolüne rağmen oluşturmaya çalıştığı küresel değerleri yaygınlaştırmak, bugün daha kolay görünmektedir.

Küreselleşmenin Tehditleri

George Orwell, yarım asır önce yazdığı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanında, insanların iletişim araçlarının yardımıyla köleleştirilip, temel hak ve hürriyetlerinden mahrum edileceğini işliyordu.4 Küreselleşmenin insânî değerlere saldırısını hissedenler Orwell’i hatırlayarak onun—biraz abartılı da olsa—öngörülerine işaret ediyorlar. Gerçekten Orwell haklı mıydı? İnsanlık küresel çarklar arasında esir olabilir miydi/olmuş muydu? Bu bağlamdaki bakış açıları küreselleşmenin görülemeyen boyutlarını hissedebilmek için bir uyanıklık verebilir.

Küreselleşmeye Orwell’in uyardığı noktalardan bakmamız, kavramı sadece “yaygınlaşma” anlamıyla sınırlı tutmadığımızı gösterir. Tehdit bağlamındaki anlamı, “asimilasyon”, “hegemonya”, “fakir ve zenginler arasındaki uçurumun büyümesi” ve “Amerikanlaşma” gibi noktalara işaret eder.

Küreselleşmenin tehditlerini tek bir anahtar kelimeye indirgense, “hegemonya” kelimesi kullanılabilir. Yani bir devlet, topluluk ya da kişinin, başka bir devlet, topluluk ya da kişi üzerinde denetim kurması, üstünlük sağlaması ve baskıyla istediklerini yaptırmaları anlamına gelir. Burada karşımıza çıkan ilk problem, “hegemonya etme”, “denetim kurma”, “üstünlük sağlama” eyleminin özne ve nesnesinin ne olduğudur. Bu bağlamda yapılan değerlendirmeler arasında önemli bir fark yoktur. Özne, Batılı hâkim devletler; nesne ise, Lâtin Amerika, Asya ve Afrika’daki gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerdir.

Küreselleştirici gücü ararken kavramın tarihî köklerinden yararlanabiliriz. Chomsky’nin çalışmalarında, bu kavramın kökü, sömürgecilik tarihi içerisinde aranır. Colombus’un 1492’de Amerika yeni kıtasını bulmasıyla, bu süreç başlamıştır. Avrupalılar gittikleri yerlerde kültürel, siyasal ve ekonomik denetim kurabilmek için sömürge bölgelerini yakıp yıkmışlardır. Colombus’un seyahatini takip eden 150 yıl içerisinde, sadece Amerika’da 100 milyonun üzerinde insan katledilmiştir.5

Bu kavramsal çerçeveye sahip bir küreselleştirici özneyi olumlu görmek mümkün değildir. Bediüzzaman da, eserlerinde dinden bağımsız felsefenin İslâm toplumları için açtığı yaralara çok yerde değinir. Mesnevî-i Nuriye’de, “köy” simgesini kullandığı yerde de özne olarak “medeniyet-i sefihe” ibaresini kullanır: “Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır.” Buradaki “medeniyet-i sefihe” kelimesi Batı medeniyetinin vahye istinad etmeyen bozuk kısmına işaret eder. Risâle’deki “iki Avrupa” tasnifindeki “İkinci Avrupa” tanımlaması da bu bağlamda ele alınabilir. Burada “İkinci Avrupa”, “sakîm ve dalâletli bir felsefe” ve “sefih ve muzır bir medeniyet” gibi özellikleriyle Batının, çekinilmesi ve uyanık olunması gereken özelliklere sahip olduğu nazara verilmektedir.

***

Her türlü bilimsel gelişmeyi, teknolojik icadı Allah’ın bir nimeti, insanlığa ihsanı olarak görmek ve o çerçevede istimâl etmek gerekiyor. Özellikle hem hayra, hem şerre kullanılma özelliği taşıyan bilginin/âletin kullanma kılavuzu ise elbette ahlâk ve vicdan ölçüleri olmalıdır.

DİPNOTLAR:

1- Muhakemat, s. 38.

2- Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Alfa, İstanbul 2000, s. 23.

3- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2009, s. 497.

4- George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yay., İstanbul 2001.

5- Noam Chomsky, Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ütopya, İstanbul 2001, s. 18.

03.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Bütün haberler

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.