Detaylı bilgi için TIKLAYIN
      "Gerçekten" haber verir 26 Ocak 2006

Eski tarihli sayılar

 
 


Faruk ÇAKIR

Can Dündar’ın ‘nine’sinden Türkiye gerçeğine



Her fırsatta ‘yakın/uzak tarihimizi bilmediğimizi’ ifade etmeye çalışıyoruz. ‘Tarihimizi bilmiyoruz’dan ziyade, ‘bildirilmiyor/gerçekler gizleniyor’ da diyebiliriz. Bu tesbitlere katılmayıp, ‘hiçbir şey gizlenmiyor/her şey yazılıp çiziliyor’ diyenler de var elbette. Ama ‘canlı tarih’lerin şahitliklerini duyunca ‘resmî’ ve ‘resmî olmayan’ iki ayrı tarih olduğunu idrak ediyoruz.

Gazeteci yazar (belgeselci) Can Dündar’ın, anneannesinin vefatı sebebiyle yazdığı yazıyı okuyunca bu gerçekleri bir defa daha hatırlamış olduk. 90 yaşında vefat eden ‘Kevser Nine’nin hayatı ve yaşadıkları, Dündar’ın da ifadesiyle ‘bu toprağın kolektif tarihi’ne işaret ediyor.

İşte Dündar’ın aktarmasıyla Kevser Nine’den ‘Türkiye gerçekleri’:

“Babam Gülbaba’da yatardı. Orası türbeydi, etraf hep mezarlık... Tekkede haftada bir zikir ederler, hu çekip kendilerini yerden yere vururlardı. Ben halamla gider onlara bakardım. Bir gün ‘Türbeler, tekkeler kalkacak’ diye emir vermişler. Bütün makineler geldi, mezarları dümdüz taradılar. Herkes mezarını alıp başka yere götürüyordu. Ben de babamın mezarını almak istedim. Müftü ‘Hiç elleme, mezarın kaybı daha iyidir’ dedi. Oraları hep tarayıp hamam, park yaptılar. Sonra millete metreyle sattılar, her yer bina oldu. Tekke de kalktı, zikir evlerde devam etti.” (Milliyet Pazar eki, 22 Ocak 2006)

“Tek parti devri”ni anlatan bir hatıra da şöyle: “Bir gün tellal dolaşıp ‘Jandarma gelecek, feslerinizi toplayacak’ diye duyuru yapmış. Herkes başındaki püsküllü fesi çıkarıp koltuğunun, ceketinin altına saklamış. Sonra jandarma gelmiş, ‘Şapka çıkacak, artık bunu giymek yasak’ diye köylülerin başındaki fesleri yırtıp yere çalmış. O günlerde zengin komşuları Hamdi Ağa, Çubuk’a siyah bir ‘foter’ getirmiş. Evde ortaya koymuş. Bütün Çubuklular eve doluşup şapkayı incelemiş. Bir kısmı ‘Gâvurun kalpağı geldi, gayrı bu memlekette geçim olmaz’ diye ağlamış... Sonra herkes şapka giymeye başlamış.”

Can Dündar, anneannesinin anlattıklarını zamanında kaydetmiş. “Şimdi o bantları izlerken fark ediyorum ki, onun kişisel öyküsünde (hepimizinki gibi) bu toprakların kolektif tarihi yatıyor” diyor haklı olarak.

Dündar’ın “Gün boyu 50’lik tespih çeker, (99’luk olmasın?/FÇ) tanıdığı tanımadığı herkese duâ ederdi” diye tanıttığı Kevser Nine, ‘görücü usulüyle’ evlenmiş. Nişanlandığı kişi, (Dündar’ın dedesi) çarşıdan “resimci” getirip “fotoğraf aldırmak” istemiş, ama Kevser (nine) çekime “Arap gibi kapkara” gelmiş, yüzünü açmayı reddetmiş vs.

Çizilen ‘portre’ sadece ‘Kevser Nine’yi mi anlatıyor, yoksa—genel hatlarıyla—Türkiye’deki milyonları mı? Türbelerin, tekkelerin dozerlerle yerle bir edilmesiyle ilgili ‘resmî tarih’te tek bir satır okuyabilir miyiz? Ya jandarma baskınlarıyla ilgili gerçekler, okullarda okutulan ‘ders kitapları’nda yer alır mı? Almaz ama ‘Kevser Nine’nin de şahit olduğu gibi böyle hadiseler hemen her yerde yüzlerce, binlerce defa yaşanmıştır. Biz de—muhtemelen siz de—büyüklerimizden bu ve benzeri hatıraları dinleyerek büyüdük. Nedense ‘resmî tarih’te bu gerçekleri görmek/duymak mümkün değil.

Peki, şapka giyilmesiyle ilgili ‘baskı’ların sebep olduğu ‘travma’yı görmezden gelebilir miyiz? Vatandaşa, “Gâvurun kalpağı geldi, gayrı bu memlekette geçim olmaz” dedirten uygulamalar neydi? Gençlerimizin bunları bilmeye hakları yok mu? Varsa, nereden ve kimden öğrenecekler? Bunun için, yazarların vefat eden ‘nine’lerini mi beklememiz gerekecek?

Bu vesileyle Dündar’a başsağlığı ve sabırlar dilerken, gerçekleri dile getiren ‘tesettürlü Kevser Nine’mize de Allah’tan rahmet diliyoruz.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sevdim seni AB



Ne güzel şey şu Avrupa Birliği. Sanki bir şeker. Bayram şekeri gibi. Bayram tadında demokrasi şekeri mübarek. “Mübarek” dedimse, hüsn-ü zan sahibi okuyucularımıza kendimizi emanet ederek söyledim. Yani AB’nin müsbet tarafından bakarak gördüklerimizden bahsediyorum. Müsbet olana evet, menfiye hayır. Aslında müsbet teşrif edince, menfi gider zaten.

Şu Avrupalıların yaptığına bakın Allah aşkına. Meselâ İspanya’da, Katalonya’nın özerklik taleplerini arttıran hükümete, üstü kapalı eleştiri getiren komutan önce 8 gün göz hapsine alınıyor, sonra azlediliyor. Bununla da kalınmıyor, aynı silsileyi devam ettiren ekibi de tasfiye ediyorlar. Gel de sevme şu İspanya’yı.

Şimdi, AB sayesinde yeni bir iyileştirme daha gündemde. Anlayacağınız, “eski köye yeni âdet” getirecek bir uygulama geliyor AB süreci ile birlikte. Sıkı durun. Bundan böyle… Evet, bundan böyle “kapıcı” demek yok. Yıllardır “kakılmış-itilmiş” tiplemeleri espri konusu yapılmış bir kitlenin adı değişiyor. Daha doğrusu küçümseyici bir algılama veren “kapıcı” kelimesi bundan böyle kullanılmayacak. Çocuklar, okullarda “Baban ne iş yapıyor?” sorusuna,—babaları bu tür meslek sahibi olanlar—gerçek görevini söylemeden farklı bir şey söylemeye kendini mecbur hissederler. Artık, sıkıla sıkıla değil, daha rahat cevap verecekler.

Benzer şekilde, işsiz insanlar “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna, “Serbest çalışıyorum” diyerek cevap vermek zorunda kalırlar. “İşsizim” demek ağır gelir. İtibar kaybı gibi algılandığı ortamlar olur. Böyle demek zorunda kalıyorlar çoğu zaman. “Serbest çalışıyorum” dendiğinde de ne anlarsanız anlayın. Ama gerçekten ne iş yapıldığının anlaşılmayacağı kesindir. Bir de anlamadığım bir şey var. Sanki bağlı meslekler varmış gibi, serbest meslek tanımı yapılmıştır. Mesleğin direk adı konulsa daha iyi olmaz mı?

Şimdi, yine konumuza dönelim. Bundan böyle “kapıcı” denilmeyecek. Kapıcılık, yeni statüsüne kavuşuyor. Kapıcılık mesleğine de AB standardı geliyor. Artık onların mesleki adı “Konut hizmetleri görevlisi.” Doğrusu, daha insanî ve tanımlı bir görev tarifi. Hem psikolojik olarak daha rahatlatıcı, hem de diğer meslekler gibi rahatça söylenecek bir meslek adı.

Gel de AB’yi sevme. Bizim düşünemediğimizi Avrupalı dostlar çözmüşse, (Hemen müsbet not: dost dedikse müsbet tarafından yani) komplekse girmeye gerek yok.

AB yolculuğunda yeni düzenlemeler kapıda. Taramalar sürecinde, görüşmelere giden heyetlerimize, önce uzun uzadıya bilgi veriyorlar. Ne yaptıklarını, ne düşündüklerini, ne istediklerini anlatıyorlar. Sonrasında soru-cevap faslı başlıyor. Böylece çaktırmadan müzakere tekniği ve yaklaşım biçimlerini de ortaya koyuyorlar. Sıra bizim heyetimizin ev ödevini yapıp diyalog masasına ve tarama sürecine katkı yapmasına geliyor. Bizimkiler de oldukça verimli bir müzakere hazırlığı ile katılıyorlar. Böylece karşılıklı öğretişim devam ediyor. Bu tarama sürecine katılan üst düzey bir bürokrattan detayları dinlediğimde çok keyif almıştım.

Düşünün ki, benim pasaporta ihtiyacım var. İlgili birimi arıyorum. Adres bilgilerimi veriyorum. Bilemediniz 24 saat sonrasına, pasaportum talep ettiğim bir saat içinde evimde bana teslim ediliyor. Bir de, görevli tarafından “memnuniyet anketi” doldurmam için, son derece saygılı bir istekte bulunuluyor.

Hemen “Bu mümkün mü?” dediğinizi duyar gibiyim. İsterseniz yine müsbet tarafından bakalım. “Evet mümkün.” Neden oturduğum bölgedeki kebapçı, Urfalı Hacı Mehmet’ten sipariş ettiğim yemek istediğim saatte geliyor da, pasaport gelmesin. Biraz uçuk geldi değil mi? “Devlet ciddiyeti ve güvenlik” gibi gerekçeleri olan bürokrasinin, “umur” tepkilerini alır gibi oluyorum. Bence hiçbir fark yok. Çünkü ikisi de hizmettir. Zaten ben Urfalı Hacı Mehmet pasaport versin demiyorum ki? Elbette ki, pasaport hizmetini kamudan isteyeceğim.

Bir zaman pasaport almaya gittiğim ve bana yardımcı olan görevli komiserle bu fikrimi biraz espri ile karışık paylaşmıştım. Bana otomatik cevabını tahmin ediyorsunuzdur. “Olmaz” deyip devletin ciddiyetine atıf yaptı. Sonra uzun uzun gerekçelerini anlattı. Hafiften güldüm ve “İsterseniz bir an için görevinizden kurtulun. Bir vatandaş olarak, evden pasaport birimini arayın ve adresiniz ile pasaport istediğiniz saati bildirin. Karşınızdaki ses ‘memnuniyetle beyefendi’ desin” dediğimde, onun da hoşuna gitmiş ve gülmeye başlamıştı.

Hizmet alana göre düşündüğümüzde, her şey kolaylaşıyor. Tersi durumda ise, geciken ve yoran bir hizmetin kasıntısı yaşanıyor. Bu arada bir tespit yapmak zorundayım. En iyi çalışan hizmet birimlerinden birinin Pasaport Dairesi olduğunu da belirteyim. Ama olsun ben daha fazla seri ve eve gelecek hizmet istiyorum.

Bir de her gittiğiniz kurumda, nüfus bilgilerinizin test edilmesinin ne anlamı var? Veya belge istenmesinin esprisi nedir? MERNİS projesi kapsamında, herkesin nüfus bilgileri İçişleri Bakanlığının tescilli kaydında var. Yani sitede mevcut. Ancak çoğu zaman nüfus bilgileri yerine “nüfuz bilgileri” öne çıkınca, hizmet eşitliği bozuluyor. Neden her defasında, değişme şansı olmayan doğum tarihi, anne-baba adı, v.s sorulur. Eğer güvenlik ve suistimal düşünülüyorsa, daha özel ve önleyici tedbirler alınmalı.

Yakında AB standartları çerçevesinde, “Pasaportunuz eve teslim edilir” kampanyası ile “Lütfen bir telefon edin” çağrısını alırsanız şaşırmayın. Olur mu, olur.

Boşuna mı dedim. Sevdim seni AB. Çünkü sevilmeyi hak ediyorsun.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Nefis ve malını Allah’a satmak



Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Allah cennet karşılığında mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almıştır”1 buyurur. Bu âyetin devamında “Allah yolunda savaşırlar, ölürler ve öldürürler. Allah’ın bu vaadi, Tevrat, İncil ve Kur’ân’da hak olarak yaptığı vaadidir. Allah’tan çok kim vaadini yerine getirebilir. Öyle ise Allah’ın bu vaadinden dolayı sevinin ve birbirinizi müjdeleyin. İşte büyük başarı ve kurtuluş budur” buyrulmaktadır.

Âyet-i Kerime’nin nüzul sebebi şudur: II. Akabe Biatında Ensardan yetmiş kişi biat için Peygamberimiz (asm) ile buluştular. Ensarın sözcüsü olan Abdullah bin Revaha (ra) Peygamberimize (asm) “Bizden ne istiyorsun?” diye sordu. Peygamberimiz (asm) cevaben: “Allah’a ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi ona şirk koşmamanızı, kendinizi ve malınızı nasıl koruyorsanız beni de öyle korumanızı istiyorum” buyurdu. “Bunu yaparsak karşılığında ne vardır?” dedi. Peygamberimiz (asm) “Cennet” buyurdu. Onlar da “Bu ne güzel alışveriş. Biz bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasına müsaade ederiz” dediler ve biat ettiler. Bunun üzerine mezkûr âyet nazil oldu.2 Tabiî ki o zaman henüz güç kullanımına ve silahlı savaşa müsaade edilmemişti. Yüce Allah Müslümanları gelecekte silahlı savaşa da hazırlamak için bu âyeti inzal etmiştir.

Cafer-i Sadık (ra) “Hayatını Allah yoluna feda eden kimsenin Cennetten başka karşılığı yoktur” demiştir. Avnî mahlası ile şiir yazan Fatih Sultan Mehmed’in dediği gibi “Canımı Cânân isterse minnet cânıma/ Can nedir ki ânı kurbân etmeyim Cânânıma” mısraları ile bu âyete işaret ettiği gibi Divan Şairlerinin ustası Fuzulî de “Cânı Cânân dilemiş vermemek olmaz ey dîl / Ne niza eyleyeyim o ne senindir, ne benim” mısraları ile bu âyete ima etmiştir.

Bu âyetin mâkabline yani öncesine baktığımız zaman münafıkların Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak amacı ile yaptırdıkları “Mescid-i Dırar”dan bahsedilmektedir. Yüce Allah onların kalplerinde gizlediklerini Peygamberimize (asm) haber vererek Allah için yapılmayan ve Allah korkusu ile toplanılmayan mescidlere girilmemeyi ve orada ibadet edilmemeyi emretmektedir.3 Fitne ve fesada âlet olabilen cemiyet ve cemaatlerden takva sahiplerini sakındırmaktadır. Çünkü mesele savaşta galip gelmekle bitmemektedir. Asıl mücadele ister galip gelinsin, ister mağlup olunsun savaştan sonra başlamaktadır. Savaş bir son değil, bir başlangıçtır. Asıl zafer savaşmadan veya savaş sonrasında kazanılan zaferdir.

Hicretten önce nâzil olan âyetin Medine’deki Mescid-i Dırar olayından bahseden âyetten sonraya gelmiş olması ise Kur’ân-ı Kerim’in tertibinin nüzul sırasına göre değil daha sonra sûrelerin tamamlanması ile vahiy ile tertip edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun için önce nâzil olan bir âyet, sonra nazil olan âyetten sonra gelebilmektedir. Ancak bu tertip yine vahiyledir.

Ayetin mâba’dine yani sonrasına baktığımız zaman “Tevbe edenler, ibadet edenler, Allah için seyahat edenler, rukû ve secdeye devam edenler, iyiliği emreden ve kötülüğü engelleyenler ve Allah’ın çizdiği haram ve helâl sınırını koruyanların Allah’ın cennetle müjdelediği mü’minler”4 olarak vasfedildiğini görürüz. Yüce Allah’ın bu saydığı hususların hepsi Allah yolunda ve Allah için yapılan cihad kavramına dâhil etmiştir. Tövbe etmek, kötülükten hicret etmek ve gerçek mücahit vasfını kazanmaktır. İbadet etmek nefis ve şeytan ile cihadın temelidir. “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ulemanın yaptıkları en büyük cihaddır. Seyahat etmek ise ticaret ve menfaat amacı taşımazsa Peygamberimizin (asm) bir hadisinde belirttiği gibi bu ümmetin cihadıdır. Çünkü Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır”5 buyurmuşlardır. Nitekim İslâmiyet’in dünyaya yayılması savaşlarla değil, Müslüman seyyahların İslâmı anlatmak üzere başka ülkelere seyahat etmesi ile olmuştur. Sonra oralarda Müslüman olanların haklarını korumak üzere askerler oralara gitmişlerdir. Zorla hiç kimse inanç değiştirmez. Bu savaş da olsa fark etmez. Baskı ve zorlama insanı taassuba götürür. İnsan fıtratı gereği ikna edildiği zaman yanlışını görür ve doğru olana sahip çıkar.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu âyetin izahını asrımıza uygun olarak çağımızın medenî insanlarının anlayacağı şekilde açıklar. “Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen”6 şeklinde bir açıklama ile söze başlar. Sonra âyeti sadece askerî yönden ve savaşa katılanlar yönü ile değil, her ferde bakan yönü ile ele alır. Her insanın Allah’ın bir askeri olduğunu ifade eder. Nefis ve malını Allah’a satmanın Allah’ın her insana vermiş olduğu aza, âlet ve duyguların Allah yolunda kullanılması anlamına geldiğini açıklar. Bunun nasıl olması gerektiğinin üzerinde durur.

Dipnotlar:

1- Tevbe, 9:111.

2- Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, (Sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam vd. Feza Yay-İst) 4:408; Celalettin Suyutî, Ed-Dürrrü’l-Mensûr, 4:294.

3- Tevbe, 9:107–110.

4- Tevbe, 9:112.

5- Ebû Davud, Cihad, 6.

6- Sözler, (2001) s. 130.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Vedâ



İnsanın en zor ve hicranlı ânı sevdiklerinden ayrılmaktır.

“Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır” diyor Bediüzzaman.

Demek ki insanı en çok yakan firaktır, yani ayrılıktır.

“Arayı arayı bulsam izini

İzinin tozuna sürsem yüzümü

Hak nasib eylese görsem yüzünü

Ya Muhammed, canım arzular seni”

mısralarının sahibi Yunus Emre de İlâhî aşkını bu şekilde dile getirmiş.

Her bir yerinde, her bir köşesinde İki Cihan Serverinin (asm) izi olan mübarek beldelerden ayrılmak gerçekten zordur.

Ama ne yaparsınız ki, misafirliğin bir diğer adı da ayrılıktır.

Vedâ tavafı işte bu duyguların canlandığı bir atmosfer içinde yapılır.

Kâh gözyaşı, kâh keder, kâh hüzün, kâh tarifi imkânsız duygular sarıp sarmalar bütün mü’minleri.

Ne şairin satırları, ne aşıkların duygusu buna tercüman olamazlar.

Kâbe’de namazlar kılınırken sokaklara uzanan saflar adeta yeryüzünü kaplayan saflar ile birleşerek Mekke bir mihrab, Medine bir minber olur.

Ruhlar âlemindeki muallâ makamından bu manzarayı seyreden Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) ümmeti ile sürur duyduğundan adımız gibi eminiz.

Ve Allah şöyle buyurur:

“Şu kullarıma bakın, onlar uzak diyârlardan, toz toprak içinde Bana geldiler. Halbuki beni görmüş değiller. Acaba görselerdi ne yaparlardı?”

Ve mukaddes an gelir, geri adımlar halinde son temaşa yapılır.

Gözyaşlarını zemzemin serinliği biraz olsun gidermeye çalışır.

“Tekrar nasip et!” niyazları bütün hacıların ağzından ve gönlünden gelir.

Bu mukaddes mekâna bir gidenlerin, bir daha niçin gittiğinin cevabını, ancak oralara gidenler verir.

Çünkü orada sevgililerin en sevgilisinin izleri var.

Ve insanlığın ilk mekânı olması hasebi ile bir hakkı da var.

Kalbimizin bir kısmını orada bırakarak döndük elhamdülillah.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Düşündüren benzerlik



Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, geçtiğimiz günlerde bir yazısında kendisine yönelttiği eleştirilerden dolayı sitem için aradığı Fatih Altaylı’ya şunları söylemiş:

“Biz göreve geldiğimiz zaman YÖK bütçesi 2.2 katrilyondu. Bunu 5 katrilyonun üzerine çıkaran biziz. Türkiye’de kimin bütçesi bu kadar arttı? Bir örnek bulsunlar. (...) Herkes kadrosuzluktan inlerken YÖK’ün emrine 14 bin kadro vermişiz.” (Sabah, 19 Ocak 2006)

Çelik’in, bütün bunlara rağmen YÖK’ü ve destekçilerini memnun etmek bir yana, o cenahtan daha yoğun tepki ve eleştiri almalarına isyan ettiği anlaşılıyor.

Aslında YÖK cephesinin tavrına değil, Bakanın hayret ve isyanına şaşırmak lâzım. Devlet çarkının işleyişini tamamen kendisine hizmet edecek şekilde dizayn eden zihniyetin başka türlü davranmasını beklemek kadar abes birşey olabilir mi?

Bakan Çelik’in isyanı, bize, yılan hikâyesine dönen “kayıp trilyon” mahkûmiyeti sebebiyle şu günlerde yine sıkıntıya giren Erbakan’ın, Refahyol hükümetinin başbakanı olarak ordu hakkında söylediği sözleri hatırlattı.

Erbakan o zaman Mısır’dan Mustafa Meşhur, Suriye’den Fethi Yeken, Ürdün’den Ali Sadreddin El-Binunî gibi önde gelen İhvan-ı Müslimîn temsilcileriyle görüşmesinde, muhataplarının “Programınız ve hedeflerinizle yaptıklarınız arasında büyük farklar var. Sebebi ne?” sualini cevaplarken şöyle demiş:

“Türkiye’de hangi başbakan olursa olsun, üç kurumla uzlaşmak zorunda. Birincisi, Amerikan biçiminde örgütlenmiş, görünen ve görünmeyen çok fazla güce sahip ordu; ikincisi siyasî yapı; üçüncüsü iş dünyası...”

Bunlardan orduyla uzlaşmak için yaptıklarını da şöyle anlatmış Millî Görüş lideri:

“Ordunun bana karşı düşmanlığı ile başa çıkmak için, sadece asker maaşlarını arttırmakla kalmadım, aynı zamanda dolarla zaptettim. Daha sonra, yedek parçası eksik, uçamayacak kadar eski, bakım gerektiren bir sürü F-4 Fantom uçağının olduğunu fark ettim. Amerikalılara gittik. Bize İsrail’i tavsiye ettiler. Genelkurmay bazı ekonomik anlaşmalarla birlikte iki askerî anlaşma imzalamayı kabul etti. Bu anlaşmaları bize yutturan ABD’dir. Reddetmem mümkün değildi.”

(8 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Balbay’ın, Fransız Le Monde gazetesinin sadece abonelerine gönderdiği bültenden çevirip naklettiği ve takip edebildiğimiz kadarıyla yalanlanmayan bu bilgiler için bkz. Balans Ayarı kitabımız, 2000: s. 165-6.)

Erbakan’a atfedilen bu sözlerin “asker maaşları”yla ilgili kısmı, kısa bir süre sonra, Refahyol hükümetinin Maliye Bakanı Abdüllatif Şener tarafından yapılan “Orduya en çok parayı biz verdik” açıklamasıyla doğrulandı. (Yeni Asya, 10 Haziran 1997, manşet haberi)

Bu açıklamadan bir hafta sonra Erbakan istifa etti, Refahyol hükümeti sahneden çekildi.

Erbakan hükümetinin henüz işbaşında olduğu günlerde, kongreyi kazandığı halde parti yönetiminin tartışmalı bir tasarrufuyla görevden alınan RP Ankara İl Başkanı, partisinin izlediği politikaları şöyle eleştiriyordu:

“Yirmi yedi yıldır söyledikleriyle baktığımızda, iktidardaki RP başarısızdır. (...) Erbakan’ın ve etrafındaki kadronun iki çıkmazı var. Birincisi, parti tabanını ve yirmi yedi yıllık söylemlerini ayaklarının altına aldılar. İkincisi, devlete de yaranamadılar.” (Radikal, 10 Mart 1997, ayrıca Balans Ayarı, s. 166-7)

Bu değerlendirme, içindeki “yirmi yedi yıllık söylemler” kelimeleri çıkarılarak ve RP’nin yerine AKP, Erbakan’ın yerine de Erdoğan konularak okunursa nasıl bir netice çıkar?

Arada belirgin farklılıklar olmakla beraber, çok önemli benzerlikler de yok mu? RP’nin yirmi yedi yıllık mâlûm söylemleri vardı, hemen hepsi Erbakan iktidarında ayaklar altına alındı. Dört buçuk yıllık AKP’nin “yenilikçi ve demokrat söylemler”i de AB sürecinin getirdiği ilâve destek ve katkıya rağmen, statükonun inatçı direnişi karşısında hızla aşınıyor.

RP, en çok parayı vermekle övündüğü asker tarafından organize edilen bir kampanya ile safdışı edilmişti. AKP ise bütçesini kat kat arttırdığı YÖK’e hâlâ neşter atabilmiş değil...

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Baykal’ın stratejisi



CHP Lideri Baykal’ın uzun bir süredir ilk kez ne diyeceği merak ediliyordu.

Bu nedenle Meclise ayak bastığında Baykal’ı kalabalık bir gazeteci grubu ve parti yöneticisi karşıladı.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, bir siyasî parti liderinin kişisel hesabında “muazzam” miktarda bir para olduğuna ilişkin haber, Baykal’ın yapacağı açıklamayı önemli kılmıştı.

Baykal da gördüğü ilgiden dolayı memnundu. Öyle ki, foto muhabirlerinin Meclisin bahçesinde kartopu atarken fotoğraf çekme talebini dahi kibarca geri çevirdi.

Bir foto muhabiri, “Israr eden arkadaş geçen yıl ki kartopu fotoğrafınızı atlamıştı, bu kez atlamak istemiyor” diye meslekî rekabeti dahi hatırlatsa da Baykal buna yanaşmadı.

Ancak Ankaragücü taraftarlarının kendisine grup kürsüsünden Ankaragücü’nün atkısını hediye etmelerine izin verdi. Bir de forma hediye ettiler Ankaragüçlüler, CHP liderine, arkasında 06 yazan.

Foto muhabirleri “Fotoğrafı kurtardık” deyip muhabirlere döndüler, “Ama haberi bilemeyiz..”

Fotoğraf da kurtuldu, haber de...

Çünkü herkes CHP liderinin Yeni Şafak gazetesinde çıkan ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, “Muazzam para var” dediği hesabına ilişkin yapacağı açıklamayı merak ediyordu.

Öyle ki Baykal da bunun farkındaydı ve bu konuyu 1.5 saatlik konuşmasının en sonuna saklamasına rağmen ne zaman, “Önemli bir konuda” dediğinde hemen herkes pürdikkat kesiliyordu. Öyle ki, Baykal, “Önemli bir konuda” dedikten sonra, “Anavatan Partisine de teşekkür ediyorum” demez mi? Bir ara “karıştırdı galiba” diye düşündük. Ama karıştırmamış.

CHP Grubu Salı, ANAP Grubu ise aynı salonda, ama Çarşamba günü toplanıyor. Baykal, Salı günü İstanbul’da Aydın Güven Gürkan’ın cenaze töreninde olduğu için CHP Grubu toplanmadı. Dün grup salonunu kullanmak için ANAP’tan 1.5 saatliğine izin almışlar. Baykal onun için teşekkür ediyormuş.

Bu arada Baykal bir saat boyunca, “Şimdi önemli konuya değinmek istiyorum” diye bizi merak içinde beklettiyse, mal varlığıyla ilgili konuya geçmeden önce ben de sizi sadece birkaç cümle için bekleteceğim.

Siyaset ne yazık ki böyle. Baykal, Aydın Güven Gürkan’ın ne denli önemli bir siyasetçi ve düşünce adamı olduğunu, 12 Eylül’ün hemen ardından solu omuzlayıp, en zor dönemde solu birleştirdiğini anlattı.

Ama neden CHP’den istifa etmek zorunda kaldığına, Hikmet Çetin’le birlikte SHP ile CHP’nin birleşmesine öncülük ettikten sonra Baykal grubunun partiyi ele geçirmesi üzerine nasıl istifa etmek zorunda kaldığına ve 6 yıldır kendisi ile küs olmasının sebebinin ne olduğuna hiç değinmedi.

Kör öldü, badem gözlü oldu.

Mal varlığıyla ilgili tartışmalarda Baykal’ın nasıl hareket edeceği konusunda ise birkaç gündür CHP lideri ile temas halinde olanlar ne yapacağını iyi biliyorlardı. Nasıl mı?

23 Ocak tarihli Yeni Şafak gazetesindeki haberi ünlü bir Genel Yayın Yönetmeni iletmiş Baykal’a... “Bu işten bize daha çok haber çıkar” diyen Genel Yayın Yönetmeni...

CHP lideri bunun üzerine kurmaylarıyla yaptığı değerlendirme sonucunda bu işin üzerine gitme kararını almış ve iki aşamalı bir strateji geliştirmiş.

Birincisi, mal varlığıyla ilgili tartışmayı kullanıp Kemal Unakıtan ve Başbakan Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak.

Baykal, Unakıtan’a, “Benim, Başbakanın ve kendinin mal varlığını açıkla” çağrısı yapacak. ikincisi ise işi daha ileri bir noktaya taşıyıp, kendi mal varlığını açıklayıp, Erdoğan ve Unakıtan’a “hodri meydan” çekmek.

İlk aşama dün gerçekleşti.

Baykal, mal varlığı konusunda iktidara, “hodri meydan” çekti...

Baykal’ın çağrısı açık: Kendi mal varlığıyla birlikte Erdoğan’ın ve Unakıtan’ın da mal varlığının açıklanmasını istiyor.

Baykal bir süre bu çağrısının sonucunu bekleyecek. Eğer bu çağrısına karşılık alamazsa, bu kez ikinci adımı atacak. Mal varlığını açıklayacak.

Peki bunu açıklayabilir mi? Kurmaylarıyla aldığı karar bu. Açıklamazsa, çekindiği bir nokta var demektir. O zaman blöf yaptığı ortaya çıkar.

Bu arada CHP liderinin banka hesabının değil asıl ev ve arsalarının çok olduğu söyleniyor. Gayrimenkul zengini demek mümkün.

Tabiî CHP’yi ne kadar emekçi bir parti olarak görürsünüz onu bilmem, ama emekçi, halkçı olduğunu iddia eden partinin liderinin “muazzam” emlağının ortaya çıkması da ilginç olsa gerek.

Gerçi Amerikan düşmanlığında bir numara olan İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’in Amerikan Chewrolet arabadan başkasına binmediği bir ülkede yaşıyoruz...

Başta CHP olmak üzere muhalefet mal varlığı olayını sevdi. Bu hamur daha çok su götürür ve bu tartışma burada bitmez…

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zeki Bedevi



Seyyid Derş’den sonra Londra’nın en tanınmış İslâm âlimlerinden olan Zeki Bedevi de Hakkın rahmetine kavuştu. Kendisini, 1997 yılında Londra’yı ziyaretim sırasında direktörü olduğu İslâm Koleji binasında ziyaret etmiştik. Ziyareti TV 5’ten Yusuf Kaplan ile Yeni Şafak yazarlarından Akif Emre ile birlikte gerçekleştirmiştik. Masasının üstünde meşhur ve modern Şiî âlimlerinden Ahmet Kâtip’in Şia’da vasiyet veya veraset yerine şûranın esas olduğunu savunan teziyle ilgili bir kitap vardı. Kitap hakkındaki görüşlerini sorduğumuzda tahmin edebileceğiniz gibi senâ dolu sözler sarfetmişti. İngiltere’de Müslüman toplum içinde itidalin seslerinden birisi olarak tanınıyordu. Türkiye’de illa da birisine benzetmek gerekirse Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’a benzetilebilir.

Köken olarak Mısır’lı. 1922 yılında doğmuş. Eğitimini Ezher eksenli olarak sürdürmüş. Önce fakülteyi bitirmiş ardından da master derecesi almış. Başarısından dolayı Kral Faruk tarafından ödüllendirilmiş. 1951 yılında Londra’ya gitmiş ve burada bir taraftan İslâm toplumu içinde faaliyetlerini sürdürürken diğer taraftan da Londra Üniversitesine intisap ederek burada çağdaş İslâm düşüncesi dalında doktorasını tamamlamış. Londra’dan sonra tekrar Ezher’e dönmüş ve ardından Malezya’ya gitmiş. Singapur ve Malezya’da dersler vermiş. 1964 yılından itibaren bir müddet Nijerya’da, Afrikalı mücedditlerden sayılan Ahmedu Bello adını taşıyan üniversitede İslâmî eğitim dersleri vermiş. Daha sonra 1976 yılında Kral Abdulaziz Üniversitesi Hac Araştırma Merkezi’nde çalışmış. Bilahare 1978 yılında aralıklarla ikamet ettiği Londra’ya nihai olarak dönerek buraya yerleşmiş. İslâm Kültür Merkezi direktörü olduğu gibi aynı zamanda Regents Park Merkez Camii imamlığını da uhdesinde taşıyordu. İngiliz kanunları ile İslâm hukuku arasında uzlaşma ve uyum temini için bir kurul oluşturmuş idi. 1984 yılında kurulan İmamlar ve Camiler Konseyi başkanlığını da yürütüyordu.

***

Bu görevleri sırasında sık sık İngiltere’de İslâm tartışma konusu olagelmiştir. Bu durumlarda ekseriyetle İngiliz basınını suçlamıştır. Zira İngiliz basını 800 imam arasında nerede marjinal isimler varsa dikkatleri onlar üzerinde yoğunlaştırıyordu. Ebu Hamza Mısri bunlardan birisiydi. Aykırı tipleri bulup çıkarmada Bedevi, basını suçluyordu. Bununla birlikte kendisi de tartışma konusu olmaktan kurtulamamıştır. Sözgelimi, 7 Temmuz saldırılarından sonra vermiş olduğu bir fetva hiçbir saygın âlim tarafından paylaşılmamıştır. Hadisenin akabinde, İslâm fobisinin yükselişinden dolayı sataşmaya veya saldırıya maruz kalabilecek başörtülü kadınların saldırılardan kaçınabilmek için başörtüsünü çıkarabileceğini söylüyordu. Ona göre, başörtüsü takmanın illiyeti ve illeti kadının korunması idi. Başörtüsü kadının korunmasına hizmet etmekten çıktığı anda bu illet sakıt olacağı için ondan vazgeçilebilirdi. Kadın başörtüsünden dolayı maddî veya manevî bir saldırıya maruz kalması halinde yani bir tehlike anında başörtüsünü feda edebilirdi. Bu fetva Türkiye’de bazı hocaların, ‘Başörtüsüyle eğitim arasında tercih durumunda kalırsanız eğitimi tercih edebilirsiniz’ tarzındaki fetvalarını hatırlatıyor. Keza ilginç bulunan fetvalarından birisinde de İngiltere ve Avrupa’nın İslâm açısından verimli bir toprak olduğunu ileri sürmesiydi. Bu kıtada, Müslümanlara yönelik düşmanlığın kaynağında ise Müslümanların zafiyetleri ve temel konularda uyuşmazlıklarının yattığını söylüyordu. İslâm’ın gücü ise izahına bağlıydı.

***

Zeki Bedevi güçlü bir diyalog taraftarı idi. Ve ölümü de her kesim tarafından kayıp olarak nitelendirilmiştir. Bunu özetlercesine Muslim News editörü Ahmed Versi ‘Ölümü, bütün topluluklar için kayıptır’ demiştir. Tartışmalı bazı çıkışlarıyla tanınan Hahambaşı Sir Jonathan Sacks da ilk taziyede bulunan şahsiyetler arasındaydı. Onun İslâm’ın onurlu ve müsamahakâr yüzünü temsil ettiğini söylemiştir.

Hakkında sitayişkâr açıklamalardan birisi de Prens Charles’dan gelmiştir. 83 yaşında ölen Bedevi’nin yakın dostu olduğunu hatırlatan Prens Charles, ‘’Bedevi’nin ani kaybı, hem dostu olarak benim için, hem de ülkesi İngiltere için büyük bir darbe olmuştur. Aklı, bilimsel olgunluğu, uzak görüşlülüğüyle Bedevi, İngiliz İslâm toplumu için önemli bir rol oynamıştır’’ ifadesini kullanıyor. ‘’Onun varlığı herkes tarafından özlenecek’’ diyen Prens Charles, kendisinin Zeki Bedevi ile dostluk etme ayrıcalığını yaşadığına da dikkati çekerek, Bedevi’nin arkadaşlığını ve nasihatlarını unutmayacağını vurgulamıştır.

Bedevi’nin ölümü üzerine açıklama yapan İngiltere İslâm Konseyi Başkanı Sir İkbal Sacranie de ‘’Bedevi’nin ani ölümü bizi çok sarstı. Bu ölüm, İngiltere’deki Müslüman toplumu için ağır bir kayıptır. Mekânı cennet olsun’’ demiştir.

Liberty adlı sivil toplum kuruluşunun direktörü Sami Chakrabarti de, ‘’Dr. Bedevi, bütün inançlardan olanlar, hatta inançsızların bile ardından yas tuttuğu bir kişiydi. Dünyanın bir cinnetin eşiğinde olduğu bu günlerde onun liderliğine çok ihtiyacımız vardı’’ açıklamasında bulunuyor.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyevîleşme denilince



Bir okurumuzun bir kısım soruları var. Biri dünyevîleşmeyle ilgili. “Dünyevîlik, dünyevîleşme nedir?” diye soruyor.

Dünyevî dünyaya ait olan, dünyada kalan, ahirete gitmeyen herşey. İster dünyevî olsun, ister uhrevî olsun ahiretimize gönderebildiğimiz, ahirette işimize yarayacak, ahiretle ilgili herşey de uhrevî adını alır.

Dünya bir ağaçsa ahiret onun meyvesidir. Bir öğrencinin çalışıp çabalayıp sınıfını geçmesi gibi dünya okulunda kulluk dersini yerine getirenler de imtihanı kazanır, yani sınıflarını geçer, rahat edecekleri bir âleme giderler.

Açıkçası biz bir konak yeri ve geçici olan şu dünyanın değil, ahiretin adamlarıyız. Dünyada ise yolcularız, misafirleriz.

Öyleyse dünyevî olamayız. Yanımızda kalmayan, birlikte götüremeyeceğimiz bir şeye geçici bir süre sahip olmanın, ona gönül vermenin ne anlamı olabilir?

O halde bütün çabalarımız ahirette işe yarayacak, geçer akçe olacak tarzda olmalı. Üstadın dikkat çektiği gibi bizi ahirette kurtaracak bir eserimiz, bir amelimiz yoksa dünyada bıraktığımız eserlerin hiçbir kıymeti yoktur.

Hz. Ali, “Dünya nedir?” sorusuna, “Seni Allah’tan uzaklaştıran herşey” cevabını vermiş.

Sahip olduklarımız eğer bizi Allah’a yaklaştırıyor, rızasını kazanmaya, mânen Onun katında makam, mevki ve derece kazanmaya vesile oluyorsa o şey dünyalık değildir. Aklımız, ruhumuz, kalbimiz, sahip olduğumuz organ, duygu ve kabiliyetlerimiz, malımız, mülkümüz, çoluk çocuğumuz, itibarımız, kısacası bizimle ilgili herşey bizi Allah’a yaklaştırıyorsa o şey dünyevî olmaktan çıkar, uhrevî ve kalıcı bir yatırım hâline gelir, aksi halde dünyevîdir ve biz de dünyevîleşmişiz demektir.

Kendini dünyada misafir ve yolcu olarak düşünüp ona göre hareket etmeyen, ebedî kalacakmışcasına dünyaya saplanan, bağlanan, bütün gayesini para-pul, yeme-içme, makam-mevki, şan-şöhret edinme olarak gören insan, namazını kılsa, orucunu tutsa, zekâtını verse de dünyevîlik hastalığına yakalanmış demektir.

Şuurlu mü’min maneviyatta körleşen maddeci bir kimsenin gözüyle dünyaya bakamaz.

Özetle kişi dünyevî, uhrevî hangi işi yaparsa yapsın Allah rızasını gözetiyor, bütün bunlar mânen yükselmesini, olgunlaşmasını sağlıyor, eline geçen hiçbir şey kalbinde yer edinmiyor; bunları ibadet, hayır ve hizmetlere vesile yapabiliyorsa o her zaman kazançlıdır. Kayıp ise böyle olamamaktadır.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Camide bir aykırı grup



Hükümetin yapması gereken büyük icraatlar, atılımlar, yatırımlar noktasında durgunluğun had safhaya çıktığı bir Türkiye'de, insanlar üzerinde konuşulacak, tartışılacak bir meselenin gündeme gelmesini büyük bir iştah ve iştiyakla arar, hatta bekler bir duruma geldi.

İşte, bu gündem sıkıntısı sebebiyledir ki, kuş gribi ve Ağca'nın tahliyesi gibi konular üzerinde gereğinden fazla duruldu.

Başka zaman olsaydı, meselâ DP ve AP'nin iktidar zamanları gibi ülkenin iç dinamiklerinin hareketlendiği bir dönem olsaydı, bu tarz olayların gelişme seyri de şüphesiz daha düşük yoğunluklu olurdu.

Fakat işte görüyorsunuz ki, Ağca olayı ve kuş gribi gibi konular, hemen her yönüyle haddinden fazla şişirildi, büyütüldü, abartıldı... Meselenin böyle çığırından çıkmasıyla, Türkiye hem büyük zarar gördü, hem de dış dünyada önemli ölçüde imaj ve itibar kaybı yaşandı.

Ne yazık ki, henüz gündeme gelen ve hararetle tartışılmaya başlanan bir başka konuyla ilgili olarak da, yine benzer bir gelişmenin yaşanacağı anlaşılmış bulunuyor: Gündeme damgasını vuran bu yeni tartışmanın konusu, "sosyete tarikatı"nın camide namaz kılma biçimi.

Evet, medyada "sosyete tarikatı" diye isimlendirilen bir grubun, kadın–erkek karışık ve kadınların başı açık vaziyette, toplu halde İstanbul'daki bir camiye gidip namaz kılmalarının görüntülenmesiyle birlikte, yeni tartışma konusu da büyük bir gürültüyle start almış oldu.

Göreceksiniz, bu konu da uzun süre gündemde tutulacak ve mesele enine boyuna tartışılmaya, hatta sulandırılmaya devam edecek.

Üstelik, yine haddinden fazla, yine gereğinden ziyade bir şekilde. Sansasyon, abartı, şişirme, hatta birilerini karalama çabası gırla gidecek.

Şüphesiz, bu tuhaflığın birden çok sebebi var. Aşağıda bu sebepler üzerinde biraz durmaya çalışalım.

Hadisenin özeti

Bu arada, sebeplere geçmeden evvel, yaşanan gelişmeleri şöyle bir özetlemekte fayda var.

Takvim gazetesinin resimli haberine göre (23 Ocak 2006) uzun zamandır İstanbul Küçük Çamlıca'daki Subaşı Camiine özellikle Cuma günleri gelen kadınlı–erkekli bir grup, yine karışık vaziyette Cuma'nın sadece farzını kılıp çıkıyorlar. Ayrıca, kadınlar başları açık şekilde namaza duruyorlar.

Bu aykırı grup için âcilen bulunan isim ise, "sosyete tarikatı" oldu.

Hemen ardından haberin üzerine atlarcasına giden ve konuyu enine boyuna irdeleyen diğer gazetelerin verdiği bilgiye göre, bu organizasyonun liderliğini yapan kişi, Ahmet Küre isimli emekli diş hekimi. Küre, aynı zamanda Darüşşafaka Cemiyeti Haysiyet Divanı üyesiymiş.

Grup içinde magazin çevresinde tanınan daha başka isimler de varmış.

Ancak, asıl dikkati çeken ismin, ticaret ve siyaset dünyasında tanınmış bir şahsiyetin eşi, yani hanımı olduğu kısa sürede anlaşıldı: Cüneyd Zapsu'nun eşi Beyza Zapsu. Şimdi, vargücüyle bu ailenin üzerine gidiliyor.

Bunun sebebini aşağıda izah edelim.

"Zapsu"lar, hedef tahtasında

Söz konusu haberin ayyuka çıkartılmasının ve bu konu üzerinde adeta tepişircesine uzun uzadıya konuşulmasının en önemli bir sebebi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ülke genelinde yaşanan durgunluk ve icraattaki durağanlık halidir. Yani, Türkiye'de konuşulacak mevzu sıkıntısı, tartışılacak konu darlığı çekiliyor.

İlk anda hatıra gelen diğer bazı sebepleri ise, şu şekilde nazara vermek mümkün.

Başı açık ve erkeklerle aynı safta namaza duran bir hanımın Cüneyd Zapsu'nun eşi olması, Zapsu'nun ise Başbakan Erdoğan'ın danışmanı olması, bu meselenin en hassas ve en yumuşak noktasını teşkil ediyor.

Cüneyd Zapsu, Erdoğan'ın daha ilk başbakanlığı günlerinde de haksızca, hatta insafsızca eleştirilerek hükümet çevresinden uzaklaştırılmak istendi.

Öyle ki, dedesi merhum Av. Abdurrahim Zapsu bile karalanarak, torunundan adeta hınç alınmaya çalışıldı.

Bu da yetmedi, Cüneyd Bey, ayrıca Zapsu ailsine vaktiyle damat olan meşhur Kürtçü Musa Anter'in günahına ortak edilmek istendi.

İşte, bu şirret çevreler, uzun zamandan beri pusuya yatmış, tetikte bekliyordu. Ellerine geçecek bir malzeme arayışı içindeydiler.

Şimdi ise, ne yazık ki, ellerine koz olarak kullanabilecekleri bir malzeme geçti. İnsafsız avcı gibi de üzerine atladılar.

Şüphesiz, bunu tepe tepe kullanacaklar. Üstelik, hem Zapsu ailesini vurmak, hem de siyasetin iktidar kanadını yıpratmak için...

* * *

Uzun zamandır yurt dışında olan Cüneyd Zapsu, Türkiye'ye gelir gelmez ayağının tozuyla kısa bir açıklama yaptı.

Zapsu'nun ilk açıklaması makul ve müsbet. Eşinin namaz kımasından memnuniyet duymakla beraber, camide yaşananları tasvip etmediği söyledi.

Ancak, henüz eşiyle görüşüp konuşmadığını, daha ileri boyutta bir açıklamada bulunamayacağını belirtti ki, buna da saygı duymak gerek.

Küre'nin söyledikleri

Dünkü gazetelerde grubun lideri konumundaki Ahmet Küre'nin de bazı açıklamaları yer aldı.

Bunlardan iki tanesi dikkatimizi çekti.

Asla ciddiye almadığımız bu iki açıklamanın özeti şudur :

1) "Biz tarikatçı değil, Atatürkçü bir topluluğuz."

2) "Atatürk başı kapalılığı kaldırdı. O yüzden kadınlar başı açık namaz kılıyor."

Bilmem bu zırvalar üzerinde durmaya hiç gerek var mı?

Gerçekte, bu tür açıklamalar yapan bir kimsenin düşüncesini yerin dibine batıracak ve sahibini şaşkına döndürüp takattan kesecek bazı cevapları vermemiz mümkün. Ancak, buna şimdilik değmez deyip geçiyoruz.

Günün

Tarihi

26 Ocak 1699: Karlofça Antlaşması imzalandı. Birkaç Avrupa ülkesi ile 15 yıldır süregelen savaşa son veren bu antlaşma ile, Osmanlı Devleti ilk defa toprak kaybına uğradı. Böylelikle, duraklama sürecine de girilmiş oldu. Osmanlı tahtında Sultan II. Mustafa oturuyordu.

Osmanlı Devleti, farklı tarihlerde başlamak üzere sırasıyla Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya ile amansız bir savaşa tutuştu. Bu zaman zarfında, taraflar birbirlerine çok ağır kayıplar verdirdi.

Ancak, savaşın genel seyri gittikçe Osmanlı'nın aleyhine dönüyordu. Zira, karşısındaki cephe günden güne genişliyordu.

Bu kötü gidişata bir son vermek gerekiyordu. Devletler barış yapmaya adeta mecbur oldu.

Nihayet, müdahil ülkelerin diplomatları Karlofça (Carlowitz) kasabasında bir araya geldi. Müzakereye oturdular. 36 celsenin yapıldığı bu müzakereler tam 74 gün sürdü.

Sonunda, savaşa tutuşulan ilk üç devletle barış antlaşması yapılırken, Rusya ile de ateşkes antlaşması sağlandı. Bir yıl sonra da "sulh muahedesi" imzalandı.

Osmanlı, bu süreçteki hemen bütün antlaşmalarda hem tavizler verdi, hem de ilk kez olmak üzere toprak kaybına uğradı.

Bu vesileyle, o tarihte devlet–şehir, bugün ise ada–şehir durumunda olan Venedik hakkında kısacık bir bilgi notu aktaralım:

Venedik Cumhuriyeti, 1797 yılında yıkılarak İtalya Birliğine katıldı.

1987 yılında ise, Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilip tamamen koruma altına alındı.

Venedik, Kuzey İtalya'nın doğusunda, Adriyatik Denizinde 118 parçadan müteşekkil, yer yer sulara gömülmüş bir ada şehirdir.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Düşünce hürriyeti, imân-küfür ve kader



İmtihanın gereği olarak insan, iman ve küfür konusunda serbest bırakılmıştır. Dolayısıyla dilerse iman eder, dilerse küfür yolunu seçer. Ona bu hususta herhangi bir baskı, zorlama yapılmaz. Zaten, herhangi bir zorlama söz konusu olsaydı, imtihanın, iyi ve kötünün, güzel ve çirkinin, sevap ve günahın, Cennet ve Cehennemin bir gereği kalmazdı.

İnsanlığın ortaya çıkabilmesi ve insanın tâbi tutulduğu imtihanın gerçekleşebilmesi için, insana “cüz’î irade”, yani “hür irade”, “mes’ul olduğu, mükellef bulunduğu” hareketlerde serbestlik verilmiştir. İnsan, hiçbir zorlanmaya veya baskıya maruz kalmadan, istediği gibi hareket edebilir. Öncelikle insan fikir/düşünce hürriyetine kavuşturulmuştur: Kur’ân’ın pek çok yerinde bu husus şöyle vurgulanır: Bakmazlar mı?1 Bakınız.2 Onlar hiç düşünmezler mi?3 Hâlâ düşünmez misiniz?4 Düşününüz.5 Akıllarını kullanırlar.6 Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri!7 Her türlü düşünce hürriyeti, akıl hürriyeti, araştırma hürriyeti şahâne bir surette tanınmıştır. Her türlü hakların kaynağı olan Kur’ân, isteyene, dilediği gibi hareket etme hürriyeti tanımaktadır...

İnanç hürriyeti de, yine İslâmiyet tarafından, en geniş mânâda, insana tanınmıştır. İşte Kur’ân’ın “din ve vicdan hürriyeti”ne yaklaşımı:

“De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben ibadet edecek değilim. Benim ibadet ettiğime siz de ibadet edecek değilsiniz. Ben zaten sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”8 Hiçbir zorlamaya, baskıya tâbi tutmadan, herkesin inanç, din, vicdan ve ibadet hürriyeti tanınmaktadır. İslâmiyetçe inanç hürriyeti, din hürriyeti her şeyin üstünde tutulmuştur. Ve hiçbir sûrette, hiçbir otorite ve yetki tarafından sınırlanmasına müsaade edilmemiştir: “Dinde zorlama yoktur, doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır.”9 Allah, kullarının, inanç hususunda, yani ister hidayet yoluna gitmek, ister dalalete sapmak tercihinde serbest olduğunu bildirmiştir: “Sizi yaratan odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min. Allah ise yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”10 Kur’ân’a da iman etme hususu, yine insanların tercihine bırakılmıştır: “De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”11 “İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı tercih etmiş kimselerdir.”12

Aslında bir âyet kâfi gelirken, Kur’ân’da pek çok yerde, “imân veya küfür” hürriyeti, sık sık vurgulanır. Diğer taraftan, “iyi ile kötüyü, çirkin ile güzeli, hayır ile şerri, imân ile imansızlığı” bildiren peygamber ve kitaplar gönderilmiştir. İnsanların nasıl hareket edeceklerine dair sınırlar, en ince teferruatına kadar çizilmiş ve gösterilmiştir.

Dipnotlar: 1-Kur’ân, Gaşiye, 17; 2-Agk, Âl-i İmrân, 137, Nahl, 37, Ankebût, 20; 3-Agk, Nisâ, 82, Muhammed, 24; 4-Agk, En’âm 80, Secde, 4; 5-Agk, Sebe’, 46; 6-Agk, Ra’d, 4; 7-Agk, Haşir, 2; 8- Agk, Kâfirun, 1-6; 9-Agk, Kur’ân, Bakara, 256; 10- Agk, Kur’ân, Teğabun, 2; 11-Agk, Kehf, 29; 12- Agk, Bakara, 16.

26.01.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Reklam filmini indirmek için tıklayın
<% Public Function VeriAl(strGelen) Set objVeriAl = Server.CreateObject("Microsoft.XMLHTTP" ) objVeriAl.Open "GET" , strGelen, FALSE objVeriAl.sEnd VeriAl = objVeriAl.Responsetext SET objVeriAl = Nothing End Function strAdres = "http://www.tcmb.gov.tr/kurlar/today.html" strVeri = VeriAL(strAdres) iDolar=InStr(strVeri,"USD" ) strDolarAlis=Mid(strVeri,iDolar+39,10) strDolarSatis=Mid(strVeri,iDolar+52,10) iEuro=InStr(strVeri,"EUR" ) strEuroAlis=Mid(strVeri,iEuro+39,11) 'alis strEuroSatis=Mid(strVeri,iEuro+52,11) 'satis %>
   Para Piyasaları
 Alış Satış
Dolar 1.34530 1.35505
Euro 1.61275 1.62484
<%=strdolarsatis%> <%=streurosatis%>

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected] adresine bekliyoruz.
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004