Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

Sosyal Bilimler ve Risâle-i Nur-I

EDEBİYAT

Edebiyat, Arapça edep kelimesinden türetilmiş bir kelimedir. Lügat mânâsı itibariyle terbiye, güzel ahlâk ve uygun tavırlar, zerafet, naziklik, hicab, haya, örtünmesi gereken yerleri örtmek mânâlarına gelmektedir. Bir bilim dalı olarak edebiyat, hikâye, temsil, ahlâk, şiir ve lisan öğrenmeye alet olan dilbilgisi, anlam bilgisi, lügat vs. ilimleri ihtiva eder.

Said Nursi, "edeb"in bütün çeşitlerinin Peygamber Efendimiz'de (asm) toplandığını, belirterek edebiyatın edep ile olan ilişkisine dikkat çekmiş ve bunu şu ifadelerle dile getirmiştir; "Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslamiye ile müteeddip olmalı." (Divân-ı Harb-i Örfî).

Risâle-i Nur'da edebiyatla ilgili olarak şu kavramlara yer verildiğini görmekteyiz: Belâgat, beyan, i'caz, îcaz, fesahat, bedi, teşbih, istiare, kinaye, mecaz, mübalâğa ve ma'ani. Bu kavramların her birisi Risâle-i Nur'da en güzel şekilde kullanılmıştır.

Arap yarımadasında edebiyatın revaçta olduğu bir zamanda nazil olan Kur'ân, meşhur ediplerin Kâbe duvarına astıkları "Muallâkat-ı Seb'a" unvanıyla anılan en meşhur eserlerini sildirtmiştir. Hz. Muhammed (a.s.m.) Kur'ân'la muarazaya şiddetle dâvet ettiği halde Arap edipleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadıkları gibi Kur'ân'ın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından sükûta mecbur olmuşlardır. Onların bu mecburî sükûtları acizliklerini meydana çıkarmış, Kur'ân'ın i'câzı güneş gibi doğmuştur.

Zamanımızda ise, Kur'ân'ın medeniyet anlayışı ile muarazaya kalkışan dinsiz felsefe ve bu çerçeve içinde yer alan edebiyat anlayışına karşı, Kur'ân'ın mucizeliğinin ispatı, Bediüzzaman'ın adeta hayatının gayesini oluşturmuştur. Risâle-i Nur'un bu gayeyi gerçekleştirmek üzere telif edildiğini söyleyebiliriz.

Üslûb, cümleyi ya da mısrayı meydana getiren kelimeler arasındaki ince sır olarak tanımlanabilir. Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinin üçüncü kısmında, unsur-ı belagat içerisinde üslûb konusu üzerinde durur. Kendisinin üslûbu da, kendine has özellikler taşır. İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, edebiyatçıların bulunduğu bir ortamda; "Victor Hugo'lar, Şekspir'ler, Decart'lar edebiyat ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler." demiştir.

Bediüzzaman'ın, Kur'ân-ı Kerim'in, insanlar tarafından yazılmış tüm eserlerin üzerinde ilâhî bir kitap olduğunu ispat etmiştir. Kur'ân'ın içindeki mânâları keşfetmek üzere telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı da, başka hiçbir kitaptan alınmamış Kur'ân'dan başka kaynağı olmayan bir edebiyat şaheseridir.

Günümüzdeki medeniyet anlayışı içerisinde yer alan edebiyatın özünde; sevdiğini kaybeden öksüz bir yetimin içine düştüğü ruh sıkıntısını iptal etmek için kendisini sarhoş eden şeylere yöneltmenin ve dostlardan ayrılış karşısında çaresiz kalan insana bir teselli verememenin ezikliğinin yattığını ifade eder. Kur'ân'ın edebiyat anlayışında ise, dostlardan ayrılık sebebiyle meydana gelen hüznün tekrar kavuşma ümidi ile tatlı bir hüzne dönüşmekte olduğunu belirtmektedir. Medeniyetin nefsin heveslerini teşvik ettiğini, Kur'ân'ın ise, insanın ruhunu, kalbini, aklını, nazik ve hoş bir şekilde dostlarına, sevdiklerine, Cennete kavuşturacak ve Allah'ın cemalini görmeyi sağlayacak neşeli bir yola götürdüğünü izah eder.

FELSEFE

Risâle-i Nur, felsefenin Kur'ân ile barışık, Kur'ân'ın hikmetlerinin anlaşılmasına yardımcı olan, insanın olgunlaşmasına yarayan ve sosyal hayatın daha iyi işlemesine hizmet eden kısmına taraftardır. Buna karşılık felsefenin Kur'ân'ın hakikatleriyle çatışmaya kalkışan, insanı tabiat bataklığına, dalalete ve imansızlığa götüren kısmına ise karşı çıkmaktadır.

Varlıklara ve olaylara; (Allah'a, peygambere, ahirete) iman çerçevesinde bakıldığında her şey Allah'ın varlığının, birliğinin, isimlerin ve san’atlarının tecellisi olarak görülür. Felsefe ise, tabiata bakışında sebeplere itibar eder. Her şey çokluk ve karışıklık içinde görünür. Buna göre her iki bakış açısı birbirinden farklıdır. Usûlü'd-din ve Kelâm ilminin bakış açısı, felsefeye göre daha genel ve geniş olup, sonuçları itibariyle daha önemlidir. İlahî ilimler (Ulûm-ı Âliye-i İlahiye ve Uhreviye) gerçek hikmeti ortaya koymaktadır.

Kur'ân'ın hikmetine göre, ene denilen benlik, Allah'ın mutlak ve her şeyi kapsayan sınırsız sıfâtlarını, işlerini, fiillerini, tecellilerini bir derece bildirecek, gösterecek bir mîzan, bir ölçü birimi niteliğindedir. Mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren (mânâ-yı harfî) o benliğin; birisi hayra ve vücuda, diğeri şerre bakan ve yokluğa (ademe) giden iki yüzü vardır. Hayra bakan yüzde fâil değildir, yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. Şerre bakan yüzde ise o fâildir, fiil sahibidir.

Esasen ene ve tabiat, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için, yani güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler bunlara isnad edilip Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olmak için perde olarak yaratılmıştır. Bunlar fâil ve masdar değillerdir, olsa olsa ancak münfail ve mahaldirler. Yalnız hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmeyerek şerre sebep olmak gibi bir tesirleri vardır.

Benlik başkasının mânâsını gösteren şekilde kullanıldığında kâinatın varlık sebebinin ne olduğu anlaşılır. Kendisi dışındaki bilgiler kendisine geldiğinde; o bilgiler karanlığa ve anlamsızlığa dönüşmez, nur ve hikmet olarak kalır. Kulluk vaziyeti takınan insan yücelir ve kâinata güzel bir takvîm olur.

Eğer o benlik, yaratılış hikmetini unutup, kulluk vazifesini terk ederek kendini mâlik bilirse, hem emânete hıyânet, hem kendisine de zulmetmiş olur. "Kendime mâlikim." diyen birisi, "Her şey kendine mâliktir." demek zorunda kalır ki, bütün olumsuzluklar, kötülükler buradan doğar.

"Ne güzel yapılmış." yerine, "Ne güzeldir." deyip varlıklardaki güzelliği onları yaratan kusursuz güzellik sahibi san’atkârına vermeyerek, varlığın kendisine mal etmek, onlara taparcasına bağlanıp adeta putlaştırmak Allah'a kullukla tamamen zıt bir durumdur.

İnsanın varlık sebebini "Vâcibü'l-Vücuda benzemek" olarak gören felsefe görüşü de, insanı Firavunlaştırmış, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi insanlığı mahveden çok çeşitli şirk yollarına sürüklemiştir. İnsanın özüne konmuş olan acizlik, zayıflık, fakirlik ve ihtiyaç, eksiklik ve kusur kapılarını kapatıp, ubûdiyetin yolunu tıkamıştır. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlardır.

Diyânete itaat etmeyen felsefe, acı ve ıztırap veren bir cehennem ağacı gibi insanlığın yarısından fazlasının üzerini kaplamıştır. Çünkü kuvveti teşvik ederek "kuvvetli olanın haklı olduğuna" hükmetmiştir. Zulmü mânen alkışlamış, zâlimleri cesaretlendirmiştir. Öfke kuvveti dalında, küçük büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar; akıl kuvveti dalında dehriyyun, maddiyyun (materyalizm), tabiiyyun (tabiatçılık) gibi insanlığın huzur ve saadetini bozan cereyanlar çıkmıştır.

Peygamberler ise, insanlığın gayesini fazilete dayanan güzel ahlâk olarak göstermişler ve bunun yolunun da acizliğini bilip Allah'ın kudretine sığınmaktan, zaafını görüp Allah'ın kuvvetine dayanmaktan, fakrını görüp Allah'ın rahmetine güvenmekten, ihtiyacını görüp Allah'ın zenginliğinden yardım ummaktan, kusurunu görüp Allah'ın affediciliğinden af dilemekten ve noksanlığını görüp Allah'ın kemâlini anlamaktan geçtiğini ifade etmişlerdir.

Kur'ân'ın hikmet anlayışına göre; "Haklı olan kuvvetlidir." Yani; "Kuvvet haktadır." Bu şekilde bir esas zulmü keser, adaleti sağlamaya vesile olur. İnsanlığın temel gayesi de menfaat değil, fazîlet ve Allah'ın rızasıdır. İnsanın hayattaki gayesi, nefsin gayrimeşru, zararlı arzularına ve tecavüzlerine set çekip, ruhu yücelmeye teşvik ve ulvi duyguları tatmin etmek ve insanı olgunlaştırmaktır. Hayatta düsturu "mücadele" değil, "yardımlaşma"dır. Sosyal hayatın bağları ırk, milliyet yerine; din, sınıf ve vatan birliğinden kaynaklanan yapıcı ve olumlu bağlardır. Bu bağlarla bağlı olarak gerçekleşen sosyal bir hayatta da bireyler arasında yardımlaşma ve dayanışma sağlanır. Böylece insan ebedî mutluluğu elde eder.

HUKUK

Günümüz hukuk literatüründe hak kavramı ile ilgili olarak; devletin maddi yaptırım gücü kullanarak hakkın yerine getirilmesini sağlaması çerçevesinde yapılan tanımın, hakkın yerine gelmesinde yetersiz kalması gerçeği karşısında, hakkı tamamen bu tanım çerçevesinden ibaret kabul etmek ne derece doğrudur?

Bediüzzaman'ın adaleti ibadet çerçevesinde değerlendirdiğini ve hak kavramını iman ve tevhit esasları çerçevesinde tanımlayarak sağlam bir temel üzerine oturtmuş olduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan "Hukuk-ı ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki, hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur." ifadesinin irdelenmesinde yarar vardır.

İnsanın iman etmesi, Allah'ın hukukunun gereğidir. İmansızlık hali ise Allah'ın hukuku yanında bütün varlıkların hukukuna da tecavüzdür. "İmânâ ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a'mâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir." (Mesnevî-i Nuriye). Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine ve nehiylerine uyulması imanla olur. İbadet de îmanî hükümleri takviye ve inkişaf ettirir. Bu da insanı nizam altına sokar. İnsanın Allah'ın hikmet ve kudretiyle kainatta vazettiği nizama da uymasıyla tam bir düzen sağlanmış olur.

İşârâtü'l-İ'câz adlı eserinde Kur'ân'ın esaslarını zikrederken tevhit, nübüvvet, haşir ve adalet yanında, adalet ve ibadeti birlikte zikretmektedir. İnsanın yapısında ince duygular çeşit çeşit meyiller ve arzular vardır. Hayatında adeta her şeye ihtiyaç duyar, onları elde etmek ister. İşte bunun için insanların toplum halinde yaşaması, aralarında işbölümü yapması, düzenli işleyen sosyal bir ortamın oluşması, zulüm ve tecavüzlerin önlenmesi gerekir. Bu da ancak Allah'ın iradesinden gelen şeriat şeklindeki küllî bir akıldan istifade edilerek gerçekleştirilebilir. Kendi kişisel menfaatlerini terk ederek, insanlara hakka ve hukuka uymayı tavsiye eden Peygamberler Allah'tan gelen emir ve nehiylerin tesirini, icrasını, tatbikini temin ederler. Son Peygamber olan Hz. Muhammed (asm) de bunun en güzel numuneleri ve ölçüleri mevcuttur.

Hukuk kuralları dünyevî mânâda yaptırım kullanılmasına yöneliktir. Din kuralları ise, insanın adalet duygusunu taşıyan vicdanına ve aklına hitab ederek başkasının hakkına tecavüz etmemeyi sağlamaktadır. İman kalpte mânevî bir yasakçı bırakır. Başkasının hukukuna tecavüz meylini kırar. Zira haşre ve hesap gününe, zerre miktar hayır ve şerrin hesabının görüleceğine ve her hak sahibinin hakkını alacağına ve bunun soncunda Cennete ve Cehenneme gidileceğine inanmak, insanın kendi içinde mânevî bir murakabe sistemi getirir.

Adaletin hakikatinin Allah'ın ezelî kelâmından gelen emirlerden kaynaklandığını, bu emirlerin insanın ruhuna tesir ederek, nefis ve hevesten gelen başkasının hak ve hukukuna tecavüz meyline karşı ulvî duygularını harekete geçirdiğini ve böylece menfi duyguların etkisiz hâle geldiğini açıklar. Çünkü insanın fiilleri, kalbin ve hissin temayüllerinden çıkar. O meyiller, ruhun özelliğinden ve ihtiyaçlarından gelir. Ruh da, iman nuru ile harekete geçer. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Kör hislerden kaynaklanan fena meyiller, nefisten çıktığında, imanın kalpte ve kafada bıraktığı manevî yasakçı onu durdurur ve yanlış yola götüremez.

Allah'ın emir ve nehiylerden kaynaklanan insanın ruh, akıl, ve vicdanı ile mahiyetindeki ulvî duygularını harekete geçiren bu olumlu etki, imansızlıkla kaybedilirse, adalet de temel dayanağından yoksun kalmış olur. Artık millet veya toplum yararı ve maslahatı gibi kavramlar adaleti sağlamada yetersiz kalır. Kuvveti elde eden hâkim güçler, adalet perdesi altında zulümlerini ve garazlarını gerçekleştirme zemini bulurlar. Böyle bir durumda hakka ve hukuka tecavüz eden ve suç işleyen insanların hapse atılmaları da toplumda beklenen faydayı sağlamaz. Yani bu tecavüzleri durduramaz. Gerçek anlamda adalet, dünya barışı ve insanların mutluluğu ancak Kur'ân'ın gösterdiği yol ile olabilir.

"Nasıl 'hukuk-ı şahsiye' ve bir nevi hukukullah sayılan 'hukuk-ı umumiye' namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara 'şeâir-i İslâmiye' tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür."

Suçun ve cezaların şahsiliği prensibi

"Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz." (En'âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.) ifadesi İslâmiyetin temel prensiplerinden birisidir. Bu prensip emniyetin ve âsâyişin de temel taşıdır. Bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, bu kaide gereğince, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, o mâsum çıkıncaya kadar gemiye ve haneye ilişmemek lâzımdır."

Günümüzün geçerli siyaset anlayışında ise, bir suçlu yüzünden pek çok mâsumlara zarar verilebilmektedir. Bir suçlunun o suçla ilgisi olmayan dostları veya akrabaları da suçlu görülüp cezalandırılabilmektedir. Bu durum, sosyal hayatın düzenini bozan, kaos ve kargaşaya yol açan dehşetli bir zehir gibidir. On câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olacağı gibi, bu hal aynı zamanda dış düşmanların da parmak karıştırmalarına müsait bir zemin hazırlamaktadır. Bu sebeple siyasilerin bu kaideye uygun hareket etmeleri çok önemlidir.

Adalet-i mahza

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Maide Sûresi 32) âyetine göre; bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert bile umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Fert rızasıyla kendini umumun selameti için feda edebilir ki, bu onun için fazilettir.

Adalet-i izafiye

Küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzanın uygulanması mümkün iken adalet-i izafiye yoluna gidilirse zulüm olur.

—Devam edecek—

09.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

Başlıklar

  Varlığın öz enerjisi: MUHABBET

  Sosyal Bilimler ve Risâle-i Nur-I

  Jawaharlal (Cevahirlal) Nehru

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004