Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

AYET

Eğer o münâfıklarla kalblerinde fesat taşıyanlar ve Medine'de Müslümanların aleyhinde haberleri yayanlar bu hareketlerine son vermezlerse, Biz seni onların üzerine göndeririz; sonra da senin yakınında fazla barınamazlar.

Ahzâb Sûresi: 560

15.06.2006


HADİS

Kim Allah'ı çokça zikrederse, münâfıklıktan kurtulmuş olur.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3593

15.06.2006


En âlî hukuk, ana baba hakkıdır

“Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.”

“Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ Sûresi, 17:23-25.)

Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı sûrette ihtiyar valideyne şefkati celb ediyor!

Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. (Amca ve hâla, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.)

İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

Mektubat, s. 250

Lügatçe:

amel-mande: İş yapamaz duruma gelmiş.

zevâl-i hayat: Hayatın son bulması.

valideyn: Ana baba.

kemâl-i lezzet: Tam bir lezzet.

istiskal: Ağır bulup, hoşlanmadığını anlatma.

Bediüzzaman Said NURSİ

15.06.2006


Cemil Meriç: ‘Bediüzzaman’a ve eserlerine olan alâkasızlığımız, tam bir yüzkarası’

Cemil Meriç, yetmişli

yıllarda böyle diyordu.

Bugün otuzdan fazla dile tercüme edilen, bütün

dünyanın ilgi gösterdiği

Risale-i Nur eserleri, hâlâ

ülke aydınından yeterli ve gereken ilgiyi görmüş değil.

* Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur hakkındaki görüş ve fikirleriniz nelerdir?

On yıl evvel Bediüzzaman’ı ve eserlerini tanıyamamanın bedbahtlığı içindeyim.

İlk defa, rahmetli Sedat Yenigün bana Risâleleri okumuştu. Gençlik Rehberi’ni getirmişti. Fidan gibi, imanlı bir gençti, acı anarşinin kurbanı oldu. Sonra Muhsin Demirel, Mehmed Paksu ve sizler bana Nur’ları okudunuz. Büyük bir hürmet ve muhabbetle, ekser Risâleleri can kulağıyla dinledim.

Bir Türk aydınının bu büyük ve ulvî hazineden haberdar olmaması düşünülemez. Bediüzzaman’a ve eserlerine olan alâkasızlığımız, tam bir yüzkarasıdır.

Said Nursî, dağ başında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler, akın akın ona koştu. Nassların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses; tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar, o konuştukça gerçekleşti.

Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursî. Altmış yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâvâ adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur. Said Nursî: Deccallere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risâlelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said Nursî’nin kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor. Cesarete susayan insanımız, an’anevî irfanını bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâvâ uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu.

Said Nursî’nin kitapları tahkikî imanın birer kalesi, kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak.

Said Nursî, İslâm irfanının cihanşumül hakikatlarını Risâlelerinde toplamış. Üstad, şimşek pırıltıları ile aydınlanan karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrake seslenişi, yaralanan bir idrake, yabancılaşmış bir idrake. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlıyabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine aşinayız, ne mefhumlara. Fakat Said Nursî çok aydınlık, çok daha inandırıcı.

Tanzimat’tan beri, her hisarı deviren teceddüt dalgası, ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriledi. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın—devrim yobazları—için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki, kendi yüzkaraları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular, adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama, kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi, fildişi kulesini yıkarak, bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmaktır.

Said Nursî bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkür ve iman kalesi...

Risale-i Nur’ları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi öğrenilebilir. Risale-i Nur’lar bizim millî hazinelerimizdir.

* Ülkemiz aydınlarının başlangıcından beri Risale-i Nur’a olan tavrını “korkak, pısırık ve samimiyetsiz” olarak değerlendirmenizin sebebini izah eder misiniz?

Aydınların pisliği ve rezilliğidir. Bunlar sahte aydınlardır. Pısırık insanlardır. Hayatlarında hiçbir şeye inanmamışlardır. Sahtekârdırlar. İnançsızdırlar. Her şeyin negatifi vardır onlarda. Tam bir yokluk içindedirler. Örnek yok önlerinde; benzeyecekleri kimse yok önlerinde. Yakın tarihimizde insana kıran geldi. Bu bünyenin, Bediüzzaman gibi bir tefekkür ve iman abidesine tahammülü yok.

* Bediüzzaman Said Nursî’yi “hayatı ile düşünceleri arasında hiçbir tenakuz olmayan gerçek bir fikir adamı” olarak ifade ediyorsunuz. Bu düşüncenizi de misallerle açıklar mısınız?

Nasıl başlamışsa, öyle bitirmiştir hayatını. Seksen yedi senelik ömründe, eserlerine nasıl başlamışsa, öyle de bitirmiştir. Hiçbir dünya büyüğüne dalkavukluk yapmamıştır. Bu, bizim memlekette çok büyük bir fazilettir. Cemiyette hemen hemen herkes, anadan doğma bir dalkavuk olmuş. Bugün türkülerimiz bile pis güfteli olmuş…

Üstadın eserleri, birer ihsan-ı İlâhîdir. Allah’ın ihsanıdır. Bunda ne şüphe var? Bediüzzaman, bu zamanda dinin yenileyicisidir, bir müceddiddir. Maalesef, tanınmadan gidiyor. Bugün de, dışarısı tanıyor, biz kendimiz tanımıyoruz. Çok nâkirşinaslık var. Üstad kâmil bir insandır, elbette kemâlât gösterecektir.

* Sizce Bediüzzaman nasıl bir mütefekkirdir?

Üstad Bediüzzaman Said Nursî gerçek bir mütefekkirdir. O bir mütefekkirdir; “nasıl”a lüzum yoktur. Bediüzzaman gibi mütefekkirler her asırda bir gelir. Onun tefekkürüne, bütün eserleri ve yaşadığı hayat seyri en beliğ bir delildir. Üstad şefkatle bağrına basıyor insanı. İçine girdikten sonra, Risale-i Nur hakikatlarını yaşamak kolaylaşıyor.

(Necmeddin Şahiner, Türk ve Dünya Aydınlarının Gözüyle Nurculuk Nedir, Y.Asya Yayınları, 1990)

—Devamı yarın—

15.06.2006


Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararı

Bediüzzaman Hazretleri, bir sürü bahanelerle itham edilerek, Kastamonu’dan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine yüz yirmi altı talebesiyle birlikte 1943 senesinde sevk edilir.

Tarihçe-i Hayat’ta, Denizli hapsinin sebebine değinilirken, ifadelerden, hükümeti iğfal eden dinsiz komitelerin bu hadisede etkin rol oynadığı anlaşılmaktadır: “Denizli hapsinin yegâne sebebi, Risâle-i Nur’un Isparta ve Kastamonu merkez olarak sair vilâyetlerde intişarı ve böylece din muhabbetinin gittikçe tezayüd etmesi idi. Hatta, Denizli hapsinden az evvel, Yedinci Şuâ olan Âyetü’l-Kübra risâlesi İstanbul’da gizli tab’ edilmişti. Îman hakîkatlerinì harika bir sûrette izah ve ispat eden bu eser de îmansızları telâşa düşürmüş ve Denizli hadisesine bir sebep gösterilmişti.”

Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığını tetkik için, birkaç memurdan oluşan bilirkişi heyeti, toplatılan Risale-i Nur eserleri ve mektuplarını tetkike başlayınca, Bediüzzaman “Bu vukufsuz ehl-i vukuf, Risâle-i Nur’u tetkik edemez. Ankara’da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin, Avrupa’dan feylesoflar getirilsin; eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım” der. Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektuplar, Ankara’da profesör ve yüksek âlimlerden oluşan bir bilirkişi heyetine satır satır tetkik ettirilir.

Bilirkişi heyeti, “Bediüzzaman’ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarîkatçilik mevcut değildir. Eserleri ilmî ve îmanîdir; Kur’ân’ın bir tefsiridir” şeklinde rapor verir.

Bediüzzaman mahkemede büyük bir müdafaa yapar. Gizli dinsiz münafıkların tahrikleriyle girdiği bütün mahkemelerde olduğu gibi, bu îdam planıyla verildiği mahkemede de hak ve hakîkati pervasızca ve ölümü hiçe sayarak haykırır. Nihayet, mahkeme ittifakla 15/6/1944 tarih ve 199/136 sayılı beraet kararını verir.

Reis Ali Rıza Balaban, Hakkı Tüzüner ve Hesna Şener’den müteşekkil Denizli Ağır Ceza Mahkemesi 15 Haziran 1944 tarihinde Bediüzzaman Said Nursî’nin Nur Risâlelerinin ve talebelerinin beraat kararını ittifakla şu şekilde ilân eder:

“Said Nursî, bütün ömrünü ulûm-u diniye tahsiline hasredip, bu mesâil ve tetebbuatın neticesi olarak, kaleme aldığı Risale-i Nur namındaki eserleri şakirtleri tarafından teksir olunarak bazı meraklı kimselere verildiği ve bu sûretle Said Nursî’nin eserlerine rağbet gösterilerek kendisine karşı dinî bir bağlılık beslendiği...

“Kanun-u Cezanın 163. maddesi hükmünü ihlâl etmemiş olduklarından söz birliği ile beraetlerine karar verildi.”

Neticede yüz otuz parça Risâle-i Nur Külliyatının hepsi, sahiplerine tamamen iade edilir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Denizli hapsindeyken Meyve Risâlesi’ni telif etmiştir. Bu risâle, daha sonra Asa-yı Mûsa isimli eserinin başına konmuştur. Meyve Risalesi’ni iki Cuma gününde telif eder. Meyve Risâlesi’nin yazımında, hapishanede bulunan bütün Nur Talebeleri ve diğer mahpuslar büyük gayret göstermişlerdir. Öyle ki kâğıdın sokulmadığı hapishanede, bazan kibrit kutularını da kullanarak o eseri gizlice yazmışlardır.

15.06.2006


Başkalarının da îmânını kurtarmayı vazife bilmek

Her şâkirdin vazifesi, yalnız kendi îmânını kurtarmak değil; belki başkasının îmanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da, hizmete ciddî devam ile olur.

Kastamonu Lâhikası, s. 154

15.06.2006


Evrâd-ı Kudsiye'den

12. Bütün noksan sıfatlardan münezzehsin, ey sır ve gizlilikleri bilen!

13. Bütün noksan sıfatlardan münezzehsin, ey yer ve göktekileri dirilten Bâis!

14. Münezzehsin, ey bütün mâhlûkatın ibâdet ettiği Ma’bud!

15. Münezzehsin, ey İlâhî aşk ve cezbeyi takdir eden!

16. Münezzehsin, ey âfetler kendisine bulaşmayan!

17. Münezzehsin, ey zaman ve vakitleri meydana getiren! Kadrin yücedir. Zâlimlerin dediklerinden son derece yüce, büyük ve münezzehsin!

18. Münezzehsin, ey esirleri âzad eden!

19. Münezzehsin, ey sebepleri yaratan ve elinde bulunduran!

20. Münezzehsin, ey gerçek hayat sahibi olan Hayy ve ey bütün kâinatı ayakta tutan ve hiç ölmeyen Kayyum!

21. Münezzehsin, ey benim ve bütün insanların İlâhı!

15.06.2006


Hizmet arkadaşlarına şefkat ve hürmet etmek

* Cemaatin bütün düzen ve âhengi, cemaat fertlerinin yekdiğerine şefkat, merhamet, sevgi, hürmetkâr münasebetiyle mümkündür.

* Allah’ın rızasını kazanmak, aziz ve muhterem olmak istersen, din hizmetinde devamlı muvaffak olmanın sırrını ararsan, hizmet arkadaşlarının hürmete şayan olduklarını bil ve hürmet et. Onlara şefkat, müsamaha, muhabbet ve merhamet et.

15.06.2006


Savaştaki sahabelerini görür gibi anlatması

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, bir ay uzak mesafede, Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden Sahabelerini görür gibi ferman etmiş: “Sancağı Zeyd aldı ve vuruldu. Sonra Câfer aldı, o da vuruldu. Sonra İbni Revâha aldı, o da vuruldu.. Ve sonra onu, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı...” (Buharî, Mağâzî: 44) deyip, birer birer hâdisâtı ashabına haber vermiş.

İki üç hafta sonra Ya’le ibni Münebbih meydan-ı harpten geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık (a.s.m.) harbin tafsilâtını beyan etti. Ya’le kasem etti: “Dediğin gibi, aynen öyle oldu.”

Mektûbât, s. 102

15.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004