Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İmam Hatip okulları

Türkiye’nin egemen laiklik anlayışına göre genel devlet okullarında belli bir dinin (mesela yalnızca İslam’ın ve Sünnî yorumun) eğitim ve öğretimi yapılamıyor. Başka ülkeler bunun çaresini iki şekilde bulmuşlar: 1. Haftanın belli bir gününde okulda, program ve hoca seçimi dindar velilere bırakılan din eğitim ve öğretimi yapılmasına imkan vermişler ve/veya öğrencilerin kiliseye götürülmelerini, kilisede Pazar okullarına devam etmelerini mümkün kılmışlar. 2. Kilise, vakıf ve derneklerin, standart orta öğretim seviyesindeki derslerin yanında -devlet okullarında bulunmayan- belli dinlerin eğitim ve öğretimine de program içinde yer veren okullar açmalarına imkan tanımışlar.

TC bu iki yolu da açmaya yanaşmıyor. Dini ve din eğitimini kontrol altında tutmakta ısrar ediyor. Bir yandan bu hassasiyet, diğer yandan halkın baskısı İmam Hatip okullarının açılması ile sonuçlandı. Uzun yıllar muhalif seslere rağmen bu okullar, hem mesleğe hem de yüksek öğrenime öğrenci yetiştiren okullar olarak devam etti, bundan hiçbir kötü (ülkeye, halka, dünyaya zararlı) sonuç çıkmadı, tam aksine bu okullar, zaman zaman, yer yer hem eğitim ve öğretim kalitesi hem de disiplin yönünden bir adım ileride de oldular. Fakat bu yol, bu iki tarafı da tatmin etmesi, üzerinde uzlaşma sağlanması gereken çare laikçi kesimleri rahatsız etti; kehanetlere, geleceğe yönelik gülünç tehlike beklentilerine (mesela bu okullardan mezun olanlar şu tarihte iktidara gelip şeriat yönetimi getirecekler kehaneti) dayanarak, bunları yayarak okulların, birden olmasa da zaman içinde kapanması için radikal tedbirlere başvurdular. Bu tedbirlerin demokrasi ortamında yürütülmesi mümkün olmadığı için askere müracaat ettiler, 28 Şubatlara hayat verdiler, dipçik göstererek tedbirleri yürürlüğe koydular. Bu yöntemin demokrasi ve insan haklarına aykırı olması bir yana ülkede birlik, beraberlik ve huzura zarar vereceği apaçık ortada iken buna da aldırmadılar. Şimdi İmam Hatip liselerinden (zaten ortası yok edilmişti) mezun olanlar yalnız İlahiyat fakültelerine girebiliyorlar, bu da okullara rağbeti azaltıyor, öğrenci sayısını düşürüyor, 1930 lu yıllarda olduğu gibi “öğrenci bulunamadığı için kapandı” hikayesi tekrar sahneye konmaya çalışılıyor.

Çare ve çözüm nedir?

Laikçilere göre okulları kapatırsınız, başını örtenleri üniversiteye almazsınız mesele biter, mesele (sorun) olmayınca çözüm aramaya da gerek kalmaz. Ama bu akıl, duygu ve vicdan körlüğünün ürettiği çözüme (!) itibar etmek mümkün değil.

Din özgürlüğünün garantisi olan bir laiklik anlayışına sahip demokratlara göre çözüm, hem başını örtenleri de okullara alınır, hem de İmam Hatip liseleri ile diğer meslek liselerinden mezun olanlara da eşit şartlarda üniversiteye girme imkanı verilir ve bu mesele böylece çözüme kavuşur.

Başkalarının inanma ve düşünme özgürlüğüne saygılı olmakla beraber inandığı gibi yaşamak isteyen dindar Müslümanlara göre de çözüm, bir önceki grubun formülü içinde aranmalıdır. Esasen yapılan kamu oyu araştırmaları bu çözümü, halk ekseriyetinin de benimsediğini gösteriyor.

Laikçilerin dar görüşlü, inatçı, bağnaz ve bazı alanlarda güçlü olmaları yüzünden güç demokrasiyi bastırıyor ve makul çözüm hayata geçirilemiyor. Buna iktidarı iyice sınırlanmış bulunan iktidarın da gücü yetmiyor. Çözmeyi bırak problemi dile getirmeleri bile sert tenkitlere konu oluyor (Sabancı’nın konuşmasını hatırlayın).

Makul çözüm gerçekleşinceye kadar -ki mutlaka bir gün gerçekleşecek- dindar velilerin fedâkârlığına ihtiyaç var. Biz İmam Hatip Okulunu bitirdiğimiz tarihte başka yüksek öğretim kurumları bir yana Ankara İlahiyat Fakültesi (yalnız o vardı) bile bizi kabul etmiyordu. “Ya babanızın çiftini sürersiniz veya köy imamı olar ve orada kalırsınız” deniyordu. Böyle diyorlar diye okulları bırakmadık, velilerimiz de “Burada istikbal yok, çocuklarımızı alalım” demediler; direndik, dayandık, önce Yüksek İslam Enstitüleri açıldı, sonra üniversitelerin kapılar açıldı. “Sabreden derviş muradına ermiş” oldu. Yine öyle olacak, ama o zamana kadar okulları boşaltmamak fedâkâr dinarlara düşüyor.

İstikbal gelecek demekse “ebedî geleceğin en önemli istikbal olduğu”nu unutmayalım.

Yeni Şafak, 18.6.2006

Hayreddin Karaman

19.06.2006


 

Öyle bir rejim ki...

Talihsiz Veysel Güney. 24 yaşında 12 Eylül’ün kurduğu idam sehpasında can vermesi yetmiyormuş gibi, o günden bugüne mezarı da kayıp. Veysel, sorgusunda o derece ağır işkence görmüş ki, tutuklanmasından sonra kendisi ile ancak idam sehpası yolunda görüşebilen annesinin “Oğlum korkmuyor musun?” sorusunu şöyle cevaplamış: “O kadar işkence gördüm ki artık ölüm bile korkutmuyor ana.” Evet, bu sözleri idamından kısa bir süre önce söylüyor: “Son ana kadar izin verilmemişti. 11 Haziran 1981 günü saat 02.00’de cezaevinin demir kapısı açıldı. Güney ailesine, cezaevi aracının içinde oğullarıyla kısa bir süre görüşebilecekleri söylendi. Annesi, babası, eniştesi ve kardeşi Ayhan Güney, araca bindi. Veysel’in elleri kelepçeliydi. Ayhan Güney, o anı şöyle anlatıyor: ‘Kısa süre görüştük. Çok cesurdu. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Annem, ‘Oğlum korkmuyor musun?’ dedi...”

Aile oğullarının cenazesinin verilmesi için başvurduğunda ret cevabı almış. Ve Veysel bugün dahi bilinmeyen bir yere defnedilmiş. 78’ler Derneği’ndan Ethem Dinçer haklı olarak öfkeli konuşuyor: “Bir insanın mezarından bile korkuluyor. Bir ailenin en önemli hakkı elinden alınıyor. Bu insanlık suçu. Biz mezarı buluncaya kadar mücadele edeceğiz.”

“Bir insanın mezarından bile korkmak”. Biliyorsunuz, bu son derece “alaturka” uygulama 27 Mayıs ile birlikte Said Nursi’nin cenazesi dolayısıyla da gündeme gelmişti. Urfa’ya defnedilen Said Nursi’nin naaşı “sürgün yeri” olan İsparta’da meçhul bir yere tekrar defnedilmişti. Öyle bir rejim ki, “sürgün yeri”ni sürgünün sağlığında olduğu gibi ölümünde de unutmuyor...

Yeni Şafak, 18.6.2006

Kürşat Bumin

19.06.2006


 

AKP’den neden koptum?

Geçen hafta bir sohbet sırasında AKP’nin dış ilişkiler konusunda aktif bir milletvekili, birkaç dostun yanında kendisine “limanlar konusu” açıldığında yekten “açamayız!” dedi.

“Neden?” diye sorulduğunda, önce “Devlet müsaade etmiyor” diye cevap verdi. Bu cevabının sohbet ettiği insanları tatmin etmediğini görünce bu sefer, “Genel seçimlerden sonra imzalarız” dedi. Nedeni ise AKP seçimden önce limanları Güney Kıbrıs yönetimine açarsa seçimi tek başına kazanamayacaklarını düşünmesi idi!

Başbakan o milletvekilini doğruluyor.

“Efendim bunlar Kıbrıs’ta limanları verecekler, havaalanlarını açacaklar, Ek Protokol’ü imzalayacaklar gibi çirkin muhalefetin içerisine girmek çok yanlış...” derken attığı imzayı dahi inkár edebiliyor.

* * *

Ben 28 Şubat’ta mağdur edildiği için Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıktım. Bir liberal-demokrat olarak da başta “AB politikaları” olmak üzere bugün peşine düştüğü statükoya karşı çıkan tüm tavırlarına destek verdim.

Ancak son bir yıldır AKP, statükonun girdabına kapıldı gitti!

Bu girdabın etkisiyle Milli Görüşçü tabana sarıldı, popülizmin pençesine düştü!

Başbakan, Kıbrıs’ta statükonun tüm tehdidine rağmen, “Annan Planı”na destek verdiğinde, bugünkü korkularının tersine, milletten aldığı desteği hiç kaybetmediğini dahi unutmuş gözüküyor.

Ben AKP’den liberal politikalardan vazgeçtiği gün koptum.

Kendilerini liberal-demokrat addeden bazı dostlarımın, katıldığım bazı TV programlarında AKP’yi savunmalarını da hayretle izledim.

Bakalım, izleyelim; liberal-demokratlar şimdi nasıl tepki verecekler?

Hürriyet, 18.6.2006

Cüneyt Ülsever

19.06.2006


 

AB olmasa da olur mu?

Kıbrıs konusunda AB’nin siyaseten ve ahlaken kabul edilemeyecek bir tavır içinde olduğu aşikâr. Bu saatten sonra Türkiye’de kimse Annan Planı’nın gerisine düşecek bir Kıbrıs çözümünü kabul etmeyecektir. Bu durumda aralık ayında müzakerelerin kopmasına yol açacak bir gelişmenin engellenmesi için karşılıklı çaba ve yaratıcılık gerekir.

O zaman Türkiye’nin kendisine, AB sürecini çıkarlarına uygun bulup bulmadığı sorusunu sorarak cevaplaması gerekecek. Bu soruyu en başta da iktidar partisinin cevaplaması lazım gelir. Bugünkü milliyetçi-muhafazakâr rüzgârlara göre yelken açıp ‘AB olmazsa da olur’ dediği taktirde kendisine hangi alanda siyaset yapma imkânı kalacağını, ekonomiyi nasıl yöneteceğini, topluma nasıl güven aşılayacağını iyice tartmalıdır.

Eğer toplum ve siyaset bu işi sürdürme yanlısıysa yapılması gerekenlerin neler olduğu açık. İçeride reformların devam etmesi, iç politikadaki üslubun dış politikaya taşınmasından vazgeçilmesi, Türkiye’nin iletişimi konusuna daha fazla kafa yorulması ve kaynak ayrılması. Reformların devam etmesi konusunda bu hükümetin çok güven telkin ettiği söylenemez. Halbuki dönüşümünü tamamlamış bir Türkiye giderek artan ekonomik, coğrafi ve toplumsal stratejik değeriyle AB’nin reddetmeye cüret edemeyeceği bir üye olacaktır.

İlişkilerin hayli can sıkıcı bir noktaya geldiği şu sırada en çok ihtiyaç duyulan şeyler, reformlara inanç, kendi değerine güven ve diplomatik beceridir.

Sabah, 18.6.2006

Soli Özel

19.06.2006


 

Köprü dergisinde yazılanlar

Baksanıza kırk yılın “Süleyman Bey”in bütün günahları sevaplarına denk tutulacak, “Kurtar bizi mütedeyyin Baba!” diye peşine takılacağız.

Neymiş, “Süleyman Bey” dindarmış, bunlar ise dinci!!!

Yapmayın, etmeyin, bize eski defterleri açtırmayın, “Köprü” dergisinde yazılanları tekrarlatmayın.

Milliyet, 16.6.2006

Hasan Pulur

19.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004