Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

ÖSS rezaleti ve YÖK’ün bencilliği

Pazar günü televizyonlarda Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) hakkındaki haberleri seyrederken, o yüzüne bakmaya kıyamadığımız sevgili gençlerimizin perişan hâllerini görünce üzüntüden bir defa daha kahroldum: Yarış atları gibi ter içinde sınavdan çıkanlar, kırgınlığı yüzünden belli pişkinliğe vurup gülümsemeye çalışanlar, sınava girebilmek için utanarak peruk takanlar ve onların bu hâline üzülen anneler, babalar...

Bu sistem, milyonlarca gencimizi ‘başarısız’ ilân ederken, onların hayatlarının ilkbaharında nasıl yaralandıklarını YÖK senyörleri akıllarının ucundan dahi geçiriyorlar mı dersiniz?

***

Biliyorum, bu satırlarımı okurken, “Sen de Millî Eğitim Bakanlığı yaptın. Senin zamanında ÖSS yok muydu?” diyeceksiniz.

Haklısınız ama şunu da bilmelisiniz ki, Türkiye’de Millî Eğitim Bakanları’nın yükseköğretim konusunda hemen hiçbir yetkileri yoktur. Üstelik bu konuda davul Millî Eğitim Bakanı’nın boynunda asılıyken, tokmak YÖK’ün elindedir.

Buna mukabil, 15 aylık bakanlık dönemimde en fazla meşgul olduğum konu, ÖSS Sistemi’nin değiştirilmesi ve kaldırılmasıydı. Müsteşarım Prof. Dr. İhsan Sezal ve uzmanlarla beraber, bütün eğitim sistemlerini tarayarak bir çözüm yolu bulmaya çalıştık.

Bulduğumuz çözüm yolunu kısaca şu şekilde ifade edebiliriz: İlköğretim ve özellikle orta öğretimdeki değerlendirme sisteminin ÖSS’nin yerine geçmesi. Ancak bu çözüm, en az üç yıllık bir süreyi gerektiriyordu. Çünkü, hiç değilse lise 1. sınıftan itibaren bu amaca yönelik bir değerlendirmenin yapılması icap ediyordu. Ayrıca, mevcut ölçme-değerlendirme ve rehberlik sisteminin de buna uygun hâle getirilip desteklenmesi lâzımdı.

Bir taraftan, üç yıl sonra ÖSS’nin kaldırılmasını hedef alarak bir proje hâlinde çalışmaları başlatırken; diğer taraftan kısa vâdede sistemi okul içine çekecek ve değerlendirmenin tesirini sağlayacak bir ara uygulamayı başlattık. Buna göre, liseyi 1., 2. ve 3. olarak bitirenler ile Haziran’da mezun olanlar için ek puanlar getirdik. Ayrıca, özellikle orta dereceli meslekî-teknik öğretimi teşvik maksadıyla bu okul mezunlarına ilâve imkânlar sağladık.

Bu uygulamayı ilân ettikten sonra, öğrenciler hızla dershanelerden okullara akmaya başladı.

Lâkin, bu gayretlerimiz YÖK’ün hoşuna gitmedi. Çünkü, ÖSYM’nin kaldırılması YÖK’ün egemenliğini sınırlayacak; özellikle keyfî şekilde kullanılan en büyük finansman kaynağını kesmiş olacaktı.

Bu sebeple, zamanın YÖK Başkanı Doğramacı, ÖSS’de getirdiğimiz değişiklikleri kabul etmek istemedi. Bakan olarak ÖSYM kılavuzlarını imzalamayınca, son anda ÖSS’nin iptal edilmemesi için mecburen yeni uygulamaya yer verdi. Ancak, her zamanki İmam-Hatip istismarıyla basını ve dershanecileri arkasına alarak yeni sistemi Danıştay’da iptal ettirdi.

***

Çocukları atlar gibi yarıştırıyorlar diye haber yapıp makale döşenenler, duygu sömürüsünü bıraksınlar da ne yapılması gerektiği konusunda

çözüm getirmeye çalışsınlar.

Yeniliğe ve yeni projelere açık olan Millî Eğitim Bakanı Çelik, ÖSS sisteminin kaldırılması konusunda da YÖK engeliyle karşılaşıyor. Liseleri dört yıla çıkarıp ‘Olgunlaşma Sınavı’ (Bakalorya) getirme projesi, bir yandan öğrenciyi dershaneden okula çekecek; diğer yandan da ÖSS’ye girişte Bakanlığın düzenlediği müfredata bağlı bir süreci başlatmış olacaktır.

Bu şekilde ÖSS’ye daha az öğrenci girmiş olacaktır. Ancak, bu sistemin de işleyebilmesi, ÖSYM’nin müfredattan kopuk durumunun düzeltilmesine bağlıdır.

Buna ilâveten, yeni üniversitelerin açılması ve mevcutların kapasitelerini arttırması lâzımdır. Ancak, yeni açılan 15 üniversiteye YÖK’ün, Anayasa Mahkemesi’yle elele çıkardığı zorluklar düşünülünce, bu konudaki ümitler de kaybolmaktadır.

***

Lâkin, kesin çözümün, ÖSYM ile ÖSS’nin kaldırılması ve okul içi değerlendirmenin esas alınması olduğu unutulmamalıdır.

Radikal, 20.6.2006

Hasan Celâl GÜZEL

21.06.2006


 

Türkiye bu tuzağa düşecek mi?

Sonbaharda oynanacak olan tiyatronun hazırlıkları başladı. Önce, Lüksemburg’daki Ortaklık Konseyi toplantısında sesler yükseldi: “Türkiye verdiği sözü tutmalı ve Rum gemilerine limanlarını açmalıdır. Bunu yapmazsa, görüşmeler askıya alınabilir” mesajı çok net şekilde verildi. Ardından, geçen hafta Brüksel’de toplanan dorukta, mesajlar tekrarlandı. “Türkiye taahütlerini yerine getirmez ve limanlarını açmazsa, üyeliği riske girer”.

Ankara’dan çıkan yanıtlar da hep aynı: “Sizde verdiğiniz sözü tutun ve KKTC üzerindeki izalasyonu kaldırın. Biz tek taraflı adım atmayacağız..

Bu manzarayı görenler “Avrupa Birliğinin Rumları desteklediği ve Kıbrıs’ta Türkiye aleyhine bir çözüm için bastırdığı” sonucuna varıyorlar.

Oysa yanılıyorlar...

Oynanan oyunda, Kıbrıs sadece bir piyon. AB’de kimse Kıbrıs’ta çözüm bulma peşinde koşmuyor. Rumlarla kukla gibi oynuyorlar. Herkes karnından konuşuyor.

Perde arkasındaki oyun ve oyuncular bambaşka...

Karşılıklı iki grup var:

1. Liderliğini Fransızların yaptığı, Avusturya, Almanya ve Hollanda’nın da destek verdiği bu grubun amacı, kendi kamuoylarına, Türkiye ile tam üyelik görüşmelerini (yani AB’nin genişlemesini) zorlaştırdıkları, bu görüşmeleri biraz olsun ertelemeye çalıştıklarını göstermek. Rum gemilerine limanların açılması gerekçesinin arkasına saklanarak amaçlarına ulaşmayı hedefliyorlar.

2. Liderliğini İngilere’nin yaptığı, İtalya ve İspanya’nın da desteklediği grup ise, Türkiye ile görüşmelerin sürdürülmesini destekliyor.

Bu kavganın içinde Türk düşmanlığı yok... Hem İngiliz-Fransız çekişmesi, hem de kendi kamuoylarına “yeni bir genişlemeye kolay izin vermeyecekleri” mesajının verilmesi hesapları var.

Türkiye’yi sinirlendirdikleri, sert tepkiler göstermeye ittikleri oranda kazanacaklarını biliyorlar.

Bu satranç oyunu 2006 yılının sonuna kadar sürecek. Eğer Türkiye akıllı bir oyun sergilerse, göreceksiniz bir orta yol bulunacak. Şu anda yaşananlar, karşılıklı bir pazarlığın kamuoyu önündeki adımları. Eylül-Ekim’den itibaren, pazarlıklar kapalı kapıların arkasında devam edecek...

SİNİRLENMEMİZİ İSTİYORLAR...

Bu senaryoları çok gördüm.

Birdenbire fırtınalar eser, karşılıklı suçlamalar başlar ve son güne kadar tırmanma sürer...

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durum, yeni değil. Biliniyor ve bekleniyordu.

Avrupa Birliği, Türkiye’nin zayıf noktasını yakalamış durumda. Ankara’nın tüm dikkatini Kıbrıs üzerine yoğunlaştırıyor, damarına basıyor ve kıyametler kopuyor. Özellikle Erdoğan’ın çok kolaylıkla sinirlendiğini bildikleri için kışkırtıyorlar. Başbakan da soğukkanlılığını pek koruyamadığından dolayı, Uluslararası kamuoyunda Türkiye hem haksız, hem de sert, kavgacı bir ülkeymiş gibi gösteriliyor.

Aslında Türkiye haklı.

Bırakın AKP’yi, hiçbir hükümet bu durumda Rumlara limanlarını açamaz. Direnmek zorundadır. Bu gerçeği özellikle AB Komisyonu, Konsey’deki üye ülke diplomatları, hatta Avrupa Parlamentosu biliyor. Ancak, iş siyasete özellikle de iç politikaya gelince rengi değişiyor.

Bu tuzağa düşmememiz şart. Bunu gerçekleştirmekte çok kolay... Herşeyin başında, kavgacı bir üslup kullanmamak geliyor.

Avrupa Birliğinin en büyük özelliği, ne kadar büyük anlaşmazlıklarla karşı karşıya kalırlarsa kalsınlar, kavga etmemeleridir. En sert çıkışlar dahi, yumuşak bir dille ortaya konulur.

Hiçbir zaman sesler yükseltilmez.

Geri dönülemeyecek adımlar atılmaz.

Anlaşmazlıklar, milli soruna dönüştürülmez.

İşte bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin sergilediği bazı tutumlar garip karşılanıyor.

Ankara, sesini duyurmalı...

Kıbrıs konusunda politikasını açıklamalı...

Haklı olduğu noktalarda ısrar etmeli...

Ancak üslup çok önemli. Zamanında esnek, zamanında katı tutum, gerektiğinde uzlamacı yaklaşımlarla durumu kendi lehine çevirebilir.

Türkiye haklı olduğu halde, kendi kendini haksız duruma düşürmemeli. Önüne kazılan pusu çukuruna düşmemeli.

Posta, 20.6.2006

Mehmet Ali BİRAND

21.06.2006


 

Yanlış hesap

Başbakan Erdoğan’ın Lüksemburg ertesi AB’ye attığı postanın ardında erken seçim kararının yattığı kanısı yaygın.

Başbakan’ın yüksek tondaki bu çıkışını muhtemel bir seçim arifesinde “milli duyarlılığı yüksek” seçmen kitlesinin gönlünü kazanmak için yaptığı söyleniyor. Ve uğruna, AB’yle müzakerelerin askıya alınması bile göze alındığına göre, bu kesimin oldukça büyük olduğu düşünülüyor olmalı.

Yani hesap, halkın önemli bir kesiminin Kıbrıs davasını her şeyin önüne koyduğu hesabına dayanıyor.

Peki bu hesap doğru mu? Bence kesinlikle yanlış.

Yanlış olduğunu daha dün Annan Planı tartışmaları en açık şekilde gösterdi. O günleri hatırlayın; Kıbrıs davasının “en hakiki” savunucuları, Annan Planı’nın kabul edilmesinin “en büyük satış” olduğunu düşünüyorlardı. Plana evet denmesi halinde KKTC bitecek; 20 küsur yıldır orada dalgalanan Türk bayrağı inecekti ve bundan daha büyük ihanet olamazdı.

Ama Hükümet bu gürültüye pabuç bırakmadı ve “evet” kampanyasına destek verdi. Verdi de ne oldu? Halkın tepkisini mi çekti, sempatisini mi kazandı? Bir düzine siyaset dinozoru ve bir avuç fanatik milliyetçi, “hayır” mitinglerinde baş başa kaldılar. Halkın ezici çoğunluğu Erdoğan hükümetinin kırmızı çizgileri aşıp “evet”çilerin yanında yer alışını coşkuyla karşıladı.

Üstelik de zaman, “evet” politikasının ne kadar doğru olduğunu ortaya çıkardı. Öyle ki, bugün o zamanın en koyu “hayır”cıları bile, limanlar konusunda Türkiye’nin haklılığını ispat etmeye çalışırken, Annan Planı’na evet denmiş olmasını öne sürüyorlar. Peki o zaman, onların dediği yapılsaydı ve “hayır” denseydi, bugün söyleyecek ne söz bulacaklardı?

Ben bugün limanlar konusunda da aynı şeyin olacağından eminim.

Eğer AK Parti limanlar konusunda diretmeyi ve bu uğurda AB yolunu kapatmayı “popülizm” adına yapıyorsa, “popülasyonu” yani halkı yanlış tanıyor demektir.

Bilsin ki, bu halk artık bir kasaba nüfusu kadar nüfusuyla KKTC’nin 70 milyonluk bir ülkenin geleceğini tıkamasından da, ileriye doğru attığı her adımında ayağına dolanmasından da bıktı usandı. Eğer tavizsizlik politikası prim yapsaydı bugün Ada’daki koltukta Talat değil Denktaş otururdu.

Halkın çoğunluğu, Kıbrıs davasının artık halledilmesini, başına bela olmamasını istiyor.

Eğer hükümet buna inanmıyorsa koysun sandıkları yapsın referandumu ve hep birlikte görelim sonuçları... Bakalım seçmenlerin yüzde kaçı, limanların kapanması uğruna AB’den kopmayı göze alıyormuş.

Öyle ya, Türkiye’nin 40 yıllık bir projesinde “tamam mı, devam mı” noktasına gelinmişse, hükümet buna tek başına karar verebilir mi? Böyle bir konuyu halka sormayacak da neyi soracak?

•••

Ben politikacı değilim, seçime yönelik politik manevralarından da hiç anlamam. Ama açıkça görüyorum ki, eğer AK Parti bu meseleye seçim politikası açısından bakıyorsa yanıldığı önemli bir nokta var: Eğer AK Parti Hükümeti, 2006 Ekim’inde, Ek Protokol yüzünden AB’yle ilişkilerin büyük bir buhran içinde olduğu koşullarda seçime giderse, seçim meydanlarında muhalifleri tarafından hem “AB sürecini tıkayan iktidar” olmakla suçlanacak, hem de Ek Protokolü imzalayarak “Kıbrıs’ı satmış iktidar” olarak suçlanmaktan da kurtulamayacak.

O zaman bu politikanın neresi akıllı?

•••

Bütün bunları söylerken, AK Parti Hükümeti Kuzey Kıbrıs’a uygulanan izolasyonun kaldırılması için uğraşmasın, didinmesin, her platformda bütün imkânlarını kullanarak politik, diplomatik mücadele vermesin demiyorum. Tam tersine, hükümet yıl sonuna kadar ABD’yi de devreye sokarak, BM nezdinde harekete geçerek, elindeki her imkânı kullanarak yoğun bir Kıbrıs atağı başlatsın, izolasyonu kaldırmaya çalışsın. Ama bunu, ek protokolü uygulamama şantajıyla yapmasın. İki meseleyi birbirine bağlayıp ikisini de çıkmaza sokmasın.

Şundan adım gibi eminim ki, nasıl geçmişte Annan Planı’na evet demiş olmamız bugün elimizi son derece güçlendiriyorsa, bugün limanları açmamız da, yarın Kıbrıs sorununun köklü çözümü için formüller tartışıldığında elimizi son derece güçlendirecektir.

Bugün, 20.6.2006

Gülay GÖKTÜRK

21.06.2006


 

“Hoca, cipin hazır, belki mezarın da hazırlanmıştır”

Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi Sıtkı Ulay anlatmıştı.

1961’in ekim ayı...

27 Mayıs yönetimi işbaşındaydı.

Seçimleri, devrilen DP’nin devamı sayılan partiler kazanmıştı.

Asker yeniden müdahale eğilimindeydi. Devreye İsmet Paşa girdi. Askerleri belli koşullarla siyasete karışmamaya ikna etti. Koşullardan biri, 27 Mayıs lideri Gürsel’in Köşk’e çıkmasıydı.

İşte o kritik günlerde bir isim adaylıkta ısrar etti:

Prof. Ali Fuat Başgil...

Başgil, eski DP’lilerin sevgi gösterileri arasında adaylığını açıklamaya Ankara’ya geldi. Başbakanlığa çağrıldı. Orada kendisini iki MBK üyesi bekliyordu.

Sıtkı Ulay, lafı çevirmeden kendisine şöyle dedi:

“Hoca, bil ki sen cumhurbaşkanı olursan ne top atılır, ne tören yapılır. Senin cibin hazır. Koyacaklar seni bir cibe... Yukarıda bir yere götürecekler. Orada akıbetin meçhul. Belki Etlik’te mezarını bile hazırlamışlardır.”

Hoca, o gün adaylıktan vazgeçip Ankara’yı terk etti.

Milliyet, 20.6.2006

Can DÜNDAR

21.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004