Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Bediüzzaman’ın Mardin hayatında iz bırakan mekânlar

Bediüzzaman’ın Mardin hayatında ve diğer hayat safhalarında kaldığı mekânlar, kendisi gibi bedî olan ve bir çok sırrı sinelerinde barındıran mekânlardır. Kaderin sevkiyle bu mekânlarda yaşayan Bediüzzaman’ın hayatının hiçbir safhasının, gezdiği hiçbir mekânın tesadüfe havalesi mümkün değildir. Bunun pekçok sırrı içinde sakladığına hiç şüphe yoktur. Mardin’e 1895 yılında henüz 17 yaşında iken gelen Bediüzzaman’ın, hayatında iz bırakan Mardin’deki mekânlarını ve sırlarını bizimle paylaşmaya ve mekânları tanıma fırsatını yakalamaya var mısınız? Bediüzzaman’ın Mardin hayatında üç mekân öne çıkar. Bunlar Ulu Camiî, Şehidiye Medresesi ve Camii ile Ensarîlerin evidir.

MARDİN ULU CAMİİ

Molla Said-i Meşhur Mardin’e genç yaşında geldiğinden, medrese hocaları ile talebeler, önce onunla fikrî çatışma ve münazaraya girmek isterler. Başarılı olamayınca onu kendilerine üstad olarak kabul ederler. Herhalde Üstad, bu enaniyetli hocalara meydan okuma nev’inden olacak ki, Ulu Camiî’nin minaresinin şerefesine çıkar ve her iki kolunu yana açarak pervane gibi minare şerefesinde dolaşmaya başlar. Molla Said’i korkuyla izleyen halk hayretini gizleyemez. İşte bu olay için düşüncemiz, ister tatlı bir hayâl veya mizansen deyin, acaba o anda Bediüzzaman minarenin başında böyle haykırmış olamaz mı:

“Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.” (Münâzarât, s. 86)

Bu minare maddî olarak neden Mardin Ulu Camii minaresi olmasın? Dilerseniz cami hakkında bazı bilgiler vererek, Bediüzzaman’ın hayatında iz bırakan mekânı tanımaya çalışalım.

“Mardin’de Ulu Cami Mahallesi’nde, ana cadde üzerindeki çarşının içinde bulunan Ulu Camiî çıplak gözle cepheden tam olarak görülemeyecek biçimde, caddenin altında, eğimli arazi doldurularak tesviye edilmiş alan üzerinde yapılmıştır. Caminin varlığını haber veren nişane, hemen dikkat çeken ve kuzey köşede bulunan kare kaide üzerine yapılmış silindirik gövdeli süslü minaresidir. İki minareli yapıldığı kayıtlardan anlaşılan caminin, doğuda yer alması gereken minaresi bugün yoktur. Bugün mevcut olan tek minare, daha geç dönemlerde yapılmış olmakla birlikte, kaidesindeki yazıt 1176 gibi erken bir tarihî vermektedir. Çok yeni ve eklektik bir üslûbu yansıtan minare kapısının yapım tarihi de 1888/89’dur. Bazı Süryani yazarların kiliseden çevrildiğini söylemesine karşın, 12. yüzyıl Artuklu dönemi mimarisinin temel özelliklerini yansıtan bu yapıda yer alan en eski yazıt, yapının 11. yüzyıl içinde yapıldığını göstermektedir; ancak yapının, bu yazıtın temsil ettiği dönemdeki şekli bilinememektedir. Filvaki, bugünkü mimarî formun bir bütün halinde, Selçuklu döneminde tasarlandığı söylenemez. Minarede bulunan bir başka yazıt 1176 tarihli olup, Melik Kutbettin İlgazi’ye aittir. Doğu cephedeki 1186 tarihli diğer bir yazıt ise, Yavlak Arslan dönemindendir. Bu ilk örnekte kullanılan kubbeyi dıştan yivleme tekniği bu yapıdan itibaren Mardin’de bir gelenek halini almıştır. Kubbesi, ikisi duvara yaslanmış altı paye üzerine oturmaktadır. Kubbenin dıştan yivlenmesi bazı geç dönem Artuklu yapılarında karakteristik olmakla birlikte, bu tarz yivleme tekniği, bir örneği Deyrulzafaran’da görülmek üzere, 19. yüzyılda Mardin’de yeniden moda olmuştur. Minberi Muzaffer Kara Arslan tarafından yenilenmiş ve sonra Artuklu Sultanı Davud (1367-1376/7) ağaç minber yaptırmıştır. Avlusunun etrafında, çapraz tonozlu revaklar bulunur. Bugün bunlardan sadece beşi kalmıştır. Abdulgani Efendi’nin verdiği bilgiye göre, Ulu Caminin “Sipahiler (Tellâllar) Çarşısı”na bakan güney duvarı, Uzun Hasan tarafından 1496’da yenilenmiştir. Avlunun kuzeyinde, Şafiî mezhebine ait ayrı bir mahfel bulunur. Yapının temel malzemesi düzgün temel taştır. Abdulgani Efendi, Akkoyunlu hükümdarı Cihangir’in buraya birtakım rüsum ve emlak vakfettiğini yazmaktadır. Cami planı incelendiğinde, kuzeyde yer alan dikdörtgen avlunun güneyinde mihrap duvarına paralel, beşik tonozlu üç neften oluşan, mihrap duvarına yakın iki nefin kubbe ile kesildiği; enine gelişmiş mihrap, önü kubbeli bir şema görülmektedir. Bu şema aynı zamanda, çevredeki birçok yapı tarafından taklit edilmiş bir modeldir.” (Mardin aşiret-cemaat-devlet. Tarih Vakfı Yay.2001,431-432)

MARDİN ŞEHİDİYE MEDRESESİ VE CAMİİ

Molla Said’in Mardin hayatında önemli bir yere sahip olan, Şehidiye Medresesi ve Camisi, onun Mardin Alimlerine karşı rüştünü ispat ettiği mekânlardan biridir. Burada şiddetli fikir çatışmaları yaşandığına şahit oluyoruz. Mardin’de yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) gençliğinde Şehidiye Camii’nde Bediüzzaman’la tartışmaya giriştiği, Said Nursî’yi “Delâil-i zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı ve Şeyh Yusuf’un girişimiyle, Said Nursî’’nin Mardin’den sürüldüğü bazı hatıralarda iddia edilmektedir. Ancak bu iddianın ne derece doğru olduğunu bilemeyiz. Bilinen bir şey varsa o da Molla Said’in bu mekânda Mardin âlimlerine üstadlığını kabul ettirmiş olmasıdır. Dilerseniz bu mekânı da tanımaya çalışalım.

Ana caddenin güneyinde PTT’nin karşısında, cami ile birlikte bir kompleks oluşturan yapı Şehidiye, Nasıriye ve seksen hücreli olmasına izafeten, Semanin adlarıyla da anılmaktadır. Nasıreddin Artuk Arslan tarafından yaptırılmıştır. Abdulgani Efendi’nin aktardığına göre, caminin bilinmeyen bir tarihte yıkılmış olan doğu tarafının aslına uygun olmayan bir biçimde yapılmıştır. Büyük mihrabın 1920’lerdeki görüntü ve o tarihte mevcut mezarlık, burasının bir dönem kabristan olarak kullanıldığına şahitlik etmektedir.

Aynı yıllarda, medresenin batı tarafı da harabe görünümündedir. Yapının bu kısmında ayakta kalan iki büyük oda okul olarak kullanılmış, arsa haline gelmiş bölüm üzerinde kahvehane ve dükkânlar yapılmıştır. 1920’lerde, doğu tarafında yer alan altlı ve üstlü sekiz oda ayaktadır ve içinde yoksullar barınmaktadır. Medrese revaklı avlulu ve ayvanlı medrese şemasına uygundur. Kompleksin güneyinde bulunan ve bugün müftülük merkezi olarak da hizmet veren, iki nefli Şehidiye Camii’nin minberi cevizden yapılmış ve üzerindeki bezeme yer yer kırılmış ya da çürümüştür. Minberin Arapça yazıtında ustasının Ali bin Sencer olduğu ve nakışlarını Kirmanlı Tacüddin’in şakirdi Muhammed’in yaptığı yazılıdır. Minareli olarak yapıldığı halde minaresi yıkılmış ve 1914’te Belediye Başkanı Gönüllüzade Hıdır Çelebi ile vakıflar memuru ve askerî amirlerin girişimiyle, minare Ermeni mimar Lole Giso’ya yeniden yaptırılmıştır. İki şerefeli olan minare, iskelesiz olarak inşa edilmiştir.

Camiye “Şehidiye” adının verilmesi, Abdulgani Efendi tarafından, caminin temeli atıldığında ortaya çıkan birkaç şehid mezarına ve Vezir Nizameddin Bakış’ın savaşta şehit düşen kölesi Lulu’nun cami yapılmadan önce buraya gömülmesine bağlanmaktadır.

Çok sayıda onarım geçirmiş olan yapının ilk onarımı, 1787 tarihini veren yazıtın ilk onarıma işaret ettiği düşünülürse, bu tarih olmalıdır. 1975’te cami, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. Cami minaresi ile 1515-16 tarihinde yapıldığı bilinen türbenin sandukaları 1925 yılında Vali Tevfik Hadi Baysal döneminde yıkılmıştır. (Mardin aşiret - cemaat - devlet. Tarih Vakfı Yay. 2001, 438 - 439)”

ŞEYH EYYUB-İ ENSARİ’NİN EVİ

Molla Said Mardin’e geldiği zaman, Şeyh Eyyub-i Ensari Efendi’nin evinde kalmıştır. Ensari ailesinin atası ise, Yemen hükümdarı olan Tübba soyundan gelen, Medine’de yerleşen, Harislerin Hazrec kolundan, Enneccar oğullarından, İslâm peygamberinin ünlü bayraktarı Ebu Eyyüb’el Ensari’dir.

Kâinatın Efendisini evinde misafir etme şerefine nail olan büyük sahabi Ebu Eyyüb’el Ensari’nin, on üç asır sonra aynı adı taşıyan, aynı soydan gelen bir zatın evinde Zamanın Bedii’nin misafir edilmesi bir tesadüf olabilir mi?

Bilindiği gibi Medine şehri İslâmın sosyal hayata başlangıç beldesi olarak kabul edilmiştir. Burada iman dersleri tamamlanmış, İslâm hayata geçirilmiştir. Mardin de Bediüzzaman’ın siyasî ve sosyal hayata atıldığı ilk şehir olmuştur. Onun içindir ki Mardin Bediüzzaman’ın hayatında önemli bir yer edinmiştir.

Mehmet Selim MARDİN

05.07.2006


Adalet, güçlünün oyuncağı!..

Nasıl da kandırılmışız çocukluğumuzda… Bize, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” derlerdi. Yani, “Hukukun karşısında, mahkeme salonunda, adaletin önünde başına ne gelirse gelsin, Hak’tan gelmiş, alnına yazılmış gibi kabul edeceksin” derlerdi. Ve biz de buna inanırdık.

Çok şükür, ömrüm yarım asrı geride bırakıncaya kadar, başıma hiçbir şey gelmedi. Ne hukukla, ne mahkemeyle, ne de adaletle hiçbir işim olmadı. Çok yakından tanıdığım ve bir hiç yüzünden başı derde girenlere ise, ben de “Üzülme, bu senin kaderin, şeriatın kestiği parmak acımaz” deyip teselli ederdim. Ama, işin iç yüzünün öyle olmadığını, toplumda egemen olan adaletin “güçlünün adaleti” olduğunu, öğrenince anladım. Ve söylenenin aksine, güçlünün adaletinde “şeriatın kestiği parmak acıyordu.”

NEDEN, GÜÇLÜNÜN ADALETİ?

Bütün semavî dinlere göre, “adalet”, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak kabul edilir. Kendilerini her zaman adil gören Osmanlı padişahları, adaletlerini ve mutlak hakimiyetlerini gösterebilmek için kendilerine “zillullah” diyerek, yeryüzünde Allah’ın gölgesi olduğunu ilân etmişlerdi. Böylece, tarih boyunca adalet, hep güçlülerin kontrolünde olunca, Allah’ın adaleti tersine çevrilerek “güçlünün adaleti” oluvermişti.

Osmanlı gitmiş, yerine Cumhuriyet gelmişti, ama değişen hiçbir şey olmamıştı. Adalet, yine güçlülerin elinde ve yine güçlülerin kontrolündeydi. Bunun anlamı ise, şuydu. Güçlünün adaletinin egemen olduğu toplumlarda, haklı olmak yerine daima güçlü olmak lâzımdı. Çünkü, toplumda bunun sayısız örnekleri vardı.

ÖNCE, KENDİMİ ÖRNEK VEREYİM

34 yıllık memuriyetimin 21 yılını İstanbul’da, “Millî Eğitim Yardımcısı ve Millî Eğitim Müdürü” olarak geçirdim. Memuriyetim boyunca, idarî ya da adlî hiçbir takibata uğramadım ve hiçbir ceza almadım. Hep başarılı oldum ve rekor denebilecek sayıda da ödüllendirildim.

Ne var ki, yalan haberleriyle ünlenen bir gazetenin isteklerine boyun eğmeyince, bu gazetenin “boy hedefi” oldum. Ve gazete, aleyhime mahkemelerce “tekzip edilmiş” tam 41 defa “yalan haber” yaptı. Gazetenin amacı, idare ve yargı üzerinde yayın yoluyla baskı oluşturup, hakkımda soruşturma açtırmak ve sonra da ceza verdirmekti.

Hiçbir kusurum olmadığı için, kendime güvenim vardı, ama her şeyden önce, adalete güveniyordum. Çünkü, yargıda “haklının adaleti”nin geçerli olduğunu biliyordum. Daha önce yargıyla işim olmadığı için, hiç kimse bana yanıldığımı ve aksine “güçlünün adaleti”nin geçerli olduğunu söylememişti.

Gazetenin yaptığı baskılar üzerine, mahkemeye verildim ve yargılandım. Hiç, ama hiçbir kusurum olmadığı halde, Mal Bildirimi Yasası’na muhalefet ettiğim kılıfına sokularak, bana ceza verildi.

ŞİMDİ, ŞU İTİRAFA BAKIN...

Karardan sonra, avukatımla birlikte ziyaret ettiğimiz Mahkeme Başkanı, maruz kaldığı baskıdan o kadar çaresizdi ki, “Hiçbir suçumun olmadığını ve cezayı tamamen bu gazetenin kamuoyunda ve mahkeme üzerinde oluşturduğu baskıdan ötürü verdiklerini” itiraf edince, donup kaldık. Belli ki, yargıç büyük bir “vicdanî eziklik” altındaydı.

Gazete güçlüydü. İstediği kimseleri, suçlu bile olsalar, yayın yoluyla aklıyor, benim gibi hedef seçtiği kimseleri ise, ne kadar masum olurlarsa olsunlar, kolayca suçlayabiliyorlardı. Baskıdan korkan yargı da güçlüden yana olunca, adalet böylece “güçlünün oyuncağı” oluyordu.

Öte yandan, ağır suçlamalarla bir Üniversitenin rektörü tutuklanıyor, güçlüler ayağa kalkınca serbest bırakılıp, üstelik işine dönüyordu. Adaletin gücünü göstermek isteyen bir savcı ise, meslekten çıkarılıyordu. Kararlar, yayın gücü ile yargının üzerinde adeta terör estiren medyanın rüzgârına göre çıkınca, adalet işte böyle “güçlünün oyuncağı” oluyordu.

KANUN ÇIKARILARAK, ADALET

“KATAKULLİ”YE GETİRİLİYOR

Başta af kanunları olmak üzere, aldığı ya da alacağı cezadan kurtarılmak istenen kişiler, kanun çıkarılarak veya kanunlarda değişiklik yapılarak kurtarılıyor. Bu bazen, bir kanuna ek madde yapılmak suretiyle, bazen de bunu kabul eden milletvekilleri yanıltılarak meclisten geçirilebiliyordu. Hileyi öne çıkaran ve doğru dürüst yapılmayan işler için kullanılan “katakulli”, böylece bu işin içine de girmiş oluyordu.

Nitekim, geçen yıl Türk Ceza Kanunu’nda da yapılan bazı değişiklikler, suçlulara af kanunlarından bile daha büyük kolaylıklar ve yeni aflar getirdi. Değiştirilen kanunun Nisan 2005’de uygulanması tepki alınca, uygulama Haziran 2005'e ertelendi, ama adalet yine katledildi ve yine güçlünün oyuncağı oldu. Oysa adalet, “Herkesin yasalarla tanınmış olan hakkını vermek” demekti, ancak görünen o ki, değiştirilen yasalar haklılara değil de, haksızlara ve tabiî ki güçlülere yeni haklar getiriyordu.

İŞTE, GÜNCEL BİR ÖRNEK ...

Değiştirilen TCK’nın yeni hükümleri sebebiyle, daha geçen hafta, yargılandığı Yüce Divanda, eski bir Başbakan hakkında hüküm kurulamadı ve ceza verilemedi. Dâvânın yanlış açılmış olması ise, açanların ayrı bir ayıbı idi. “Görevi kötüye kullanmaktan dâvâ açılmalıydı” diyen Yüce Divan, eski Başbakanın görevini kötüye kullandığına zımnen işaret ederken, o ise sanki aklanmış gibi tekrar siyasete dönüyordu. Beraber yargılanan iki bakan da, aynı sebeple cezadan kurtulmuşlardı. Neden? Çünkü, bu hakkı onlara haklının değil, güçlünün adaleti veriyordu.

“KURTAR BENİ, KURTARAYIM SENİ”

Siyaset artık, “Bir gün sen de elime düşersin” gözdağı ile ve birbirlerini suçluluktan kurtarma ilkesi üzerinde yürütülüyor. Bir başka deyişle, “Bugün bana, yarın sana” diye düşünenler, kanunlarda önce kendi haklarıyla, yine kendilerine sağlanabilecek himayeyi gözetiyorlar. İşte bu durum, güçlünün adaletini iyice ortaya çıkarıyordu.

Buna rağmen, Yüce Divan’lar gelecekte de kurulacaktır, ama yine yargılananların çıkardığı kanunlarla yargılama yapılacağından, adalet hep “güçlünün adaleti” olacak ve Yüce Divan kimseye ceza veremeyecektir.

GÜÇLÜNÜN ADALETİ, BİZE TANZİMATLA GELDİ

Tanzimat’la birlikte azınlıklara verilen yeni haklar, zaten varlıklı ve güçlü olan azınlıkları daha da güçlü hale getirmişti. O kadar ki, mahkemelerde parayı bastıranlar, istedikleri kararları kolayca almaya başladılar. Adalet, artık güçlünün oyuncağı olmuştu.

Günümüzde de, adlî organlar siyasî iktidarların ya da başka güçlerin baskı ve tehdidinden kurtarılmadıkça, “adalet” güçlünün oyuncağı olmaya devam edecektir. Yalnız adalet değil, bu baskılara boyun eğenler de tabiî...

Benim yegâne dileğim, öyle bir gün gelsin ki, adaleti parmaklarında oynatanlar, ona, içtikleri su ve soludukları hava kadar muhtaç olsunlar.

Naci AKAY (E.) İstanbul Millî

05.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004