Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"O Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?" Hayır, âhirete inanmayan o kâfirler azap içinde kalacaklardır ve haktan pek uzak bir sapıklıktadırlar.

Sebe’ Sûresi: 8

05.07.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.

Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3618

05.07.2006


Kalplerde, Allah korkusu yer etmeli

Dördüncü Söz’de izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı, Hâlıkımız bize ihsan ediyor; tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarf etmezsek, ne kadar hilâf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyas edilsin.

Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek, o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet; ve fâni bir saati, bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zevâl bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara kefâreten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellîdârâne bir hoş sohbet olduğu düşünülsün...

Dördüncü Söz’de denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen, halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir; çünkü bin hissedar daha var ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşifle tasdik eden evliyadan ve asfiyadan had ve hesaba gelmez sâdık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.

Bu meselede hapishane müdürleri ve sergardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları, Risâle-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş.

Şuâlar, s. 176

Lügatçe:

sermaye-i hayat: Hayat sermayesi.

Hâlık: Yaratıcı.

hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı

hayat-ı uhreviye: Âhiret hayatı.

hilâf-ı akıl: Akla ters.

meyusâne: Üzülerek.

uhrevî: Âhiretle ilgili, ahirete ait.

mukadderat-ı beşer: İnsanlar hakkında Cenâb-ı Hakk’ın olmasını takdir ettiği hadiseler.

hüsn-ü hâtime: Güzel son, akibet.

enbiya: Peygamberler.

sergardiyan: Baş gardiyan.

tahattur: Hatırlama.

05.07.2006


İbrahimî meşreb ve Bediüzzaman

“Ey babacığım, benim Rabbim kim?”

“Annen!”

“Annemin Rabbi kim?”

“Benim!”

“O halde senin Rabbin kim?”

“Nemrut!”

“Pekâla Nemrut’un Rabbi kim?”

“???”

Daha 15 aylıkken, Hz. İbrahim’in, babası Azer’i usandıracak derecede sorduğu bu nevî sualler, tefekkürün ileride onun dünyasında nasıl bir yer edeceğinin işaret taşıydı.

Kavmine; yıldızların, ayın ve güneşin zevâle mahkûm mahlûklar oluşunu, bizzat onları temâşâ ederek göstermesi; puthanede putları kırdıktan sonra balyozu en büyük putun boynuna asarak kavminin putperestlik inancını sarsması; öldükten sonraki diriliş hakikatini bu dünyada gözüyle görmek için Rabbinden bir numune istemesi de, hep onun tefekkür meşrebinin tebliğ hayatındaki tezahürleri idi.

Öte yandan, fıtraten yumuşak huyluydu da. Kavmine karşı çok şefkat sahibi idi. Kolay kolay kızmaması, yapılan eziyetlere sabrederek insanların bir gün ıslâh olacaklarını ümit ve temennî etmesi, hatta Lut kavminin helâk olacağı haberini aldığında, ıslâh olabilirler ihtimaliyle azabın tehirini arzu etmesi de, onun şefkatinin ne kadar geniş olduğunu ortaya koyuyordu.

Tefekkür ve şefkat onun hususî meşrebi idi. Gerçi her peygamberin hayatında bu tefekkür ve şefkat vardı. Lâkin Hz. İbrahim’de daha ziyade gözüküyordu.

Ondan tevârüsle de, Hz. Peygamber’e ve onun ümmetinin varislerine geçti bu meşrep. Tıpkı “Risâle-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (a.s.) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk ettiğini” ifade eden Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatında olduğu gibi...

O, hayatıyla İbrahimî meşrebi yaşadı adeta. Şefkat ve tefekkür, onun mesleğinin iki esası idi. Hakîm ve Rahîm isimlerinin tecellîsi, sair esmâya nisbeten onun hayatında daha ziyade hükmediyordu çünkü.

Hikmetli bir babanın, Hakîm ismine mürâatın gereği hayvanlarının ağzını bağlayacak derecede helâl-haram hassasiyetindeki tedbirli vaziyeti, daha çocukluğunda onun ruhuna Hakîm tecellîsinin ilk numunelerini ekerken; saliha bir annenin istikametli şefkat terbiyesi de, onu imanları kurtarmak uğrunda ahiretini feda edecek derecede rahimiyet tecellîsine mazhar etmişti.

O, tefekkür meşrebiyle, kâinatı bir kitap gibi okurken; şefkat meşrebiyle de başkalarına okutturuyordu. Hakîm Olanın ilham etmesiyle telif olunan eserler, Rahim’in sevkiyle muhtaçlara yetişti. Tefekkürle nesretti, şefkatiyle neşretti hâsılı...

Ağrı Dağı'nın infilak ederek parçalarını her tarafa dağıttığını gördüğü hakikatli bir rüyada, yanında bulunan merhum validesine “Korkma, Cenâb-ı Hakkın emridir. O Rahim’dir ve Hakim’dir” derken de, bu meşrebinin izini sürüyordu.

Mezkûr rüyada, Hakîm ve Rahîm olanın âlemlere rahmet olarak gönderdiği şefkatli ve hikmetli Nebî’den (a.s.m.) aldığı ‘İcaz-ı Kur’ân’ı beyan et!’ emri de, Hakîm ve Rahîm ekseninde telif olunan Kur’ân’ın manevî mucizesi Risâle-i Nur’a işaretti. “Resâili’n-Nur, baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîm’in mazharı” diyordu bir yerde, bunu teyid edercesine. Hakikaten bunu hissetmemek, görmemek mümkün değildi. Baştan sona hikmet ve rahmet tecellîleri ile dolu bu eser külliyatını, bir senede okuyanın zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olmasının, onu ‘anlayarak’ ve ‘kabul ederek’ okuma şartına bağlanması da bu sırdan olsa gerekti. Hakimiyet tecellisiyle rızıklanan akıl ‘anlama’ya, rahimiyet tecellisiyle rızıklanan kalb ‘kabul etmeye’ muhtaçtı.

Evet, İbrahimî meşrep sahibi, ahirzaman yangını içerisinde İbrahimvârî, “Ey ateş! Serin ve selâmetli ol” âyetini okumuştu adeta. Alevleri göklere yükselen müthiş yangın, iman-ı tahkikî gömleğini giymiş İman Fedaisini yakamadı. İmanı tutuşmuşlara iman-ı tahkikî suyunu yetiştirdi o. Hz. İbrahim’in atıldığı dehşetli ateşi söndürmek için, küçüçük cirmine aldırmadan su taşıyan karıncanın, bu haline şaşıranlara, ‘Ben vazifemi yapıyorum, gerisi Allah’a ait’ demesi meselinde olduğu gibi, o da ‘Vazifemiz tebliğdir, neticeye karışmayız’ hakikatini şiar edinerek, Onun adıyla aldığı her soluğu, yine Onun yolunda tüketti. Tâ İbrahim Peygamberin diyarına kadar...

“İbrahim Halilullah’ın bir menzilidir” dediği Urfa, onun dünya yolculuğundaki son durağı oldu.

İsmail TEZER

05.07.2006


Muîd

Allah (c.c.), Muîd’dir. Yani hayatı tekrar iâde edendir. Allah Teâlâ—Kendi dilek ve irâdesine göre—kullarını öldükten sonra tekrar diriltecek, hayatlarını aynı ile, cismi ile, ismi ile, resmi ile, şekli ile yeniden iâde edecektir.1 Hayatın iâdesini bütün peygamberleriyle vaad eden Cenâb-ı Hakkın, sözünden ve taahhüdünden dönmesi aslâ düşünülemez.2

Yer altına giren hiçbir tohumun, hiçbir çekirdeğin kaybolup gitmemesi ve yeniden hayata iâde edilmesi, Peygamber Efendimizden (a.s.m.) nakledilen3 Muîd isminin cilvelerindendir. Bir çekirdek hüviyetinde olan insan da, ölüp yer altına girdikten sonra çürüyüp gitmemekte, bilâkis yeni bir hayata doğmaktadır. Cenâb-ı Hakkın, kıyâmet günü insana hayatını yeniden iâde etmesi Muîd isminin bir gereğidir.

Bedîüzzaman’a göre, varlıkların ve bilhassa bitkilerin ve hayvanların sür’atle beraber çokluk içinde; kolaylık ile beraber eşsiz güzellik, maharet ve intizam içinde; ucuzluk ve karmaşıklık ile birlikte gayet kıymetlilik ve ayrı şahsiyetler içinde îcat edilmeleri, hayatlarının defalarca alınıp defalarca iâde edilmesi, ancak ve ancak bir tek Zâtın öyle bir eseri olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Yıldızlar, zerreler kadar; en büyük şey, en küçük şey kadar; fertleri hadsiz bir sınıf, bir tek fert kadar; azametli ve geniş bir kütle, az ve özel bir parça kadar; koca yer kürenin diriltilmesi, bir ağaca hayat vermek kadar; dağ gibi bir ağacın inşâsı, tırnak gibi bir çekirdek kadar Ona kolay ve rahattır.4 Bu kudret elbette haşr-i azamı bir bahar kadar kolay, bir baharı bir ağaç kadar rahat, bir ağacı bir çekirdek kadar zahmetsiz îcat ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizeli, bir baharı bir haşir gibi kapsamlı ve hârikalı halk etmektedir. Bu harikulâde işler, gözümüzün önünde cereyan etmektedir.5 Öldükten sonra hayatı yeniden iâde etmek, elbette böyle bir kudrete zor gelmez.

Bu âlem Sânîinin, geçip gidici ve yok olucu sevenlere râzı olmayacağını vurgulayan Bediüzzaman Saîd Nursî, âlemin yaratıcıyı zârûretle gerekli kıldığını, Yaratıcının da ebedî âhiret âleminde kullarının ve sevenlerinin ebedî hayat ve mutluluklarını istediğini kaydeder. Bediüzzaman’a göre, bu âlem Sâniinin pek rahîmâne bir şefkati vardır. Yardım isteyen her musîbetzedeye gaybî olarak sür’atle yardım edilmektedir. Allah’a sığınan kurtulmakta; isteyenlerin istekleri verilmekte; en küçük canlının sesi işitilmekte ve ihtiyaçları kabul edilmektedir. Böyle bir şefkat sahibi yaratıcının, insanoğlunun en büyük, en lâzım, en zarûrî ve en şiddetli ihtiyacı olan öldükten sonraki hayatı yeniden iâde etmemesi, Cennet hayatını ve ebedî saadeti vermemesi düşünülebilir mi?6

Hâlık-ı Zîşânın, celâliyle, cemâliyle ve bütün isimleriyle bildirdiği şekilde, bütün semâvî kitaplar, bütün peygamberler ve Fahr-i Kâinat Hazret-i Muhammed (a.s.m.), hayatın yeniden iâde edileceğine ve haşrin geleceğine ittifakla hükmetmişlerdir.7

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 119.

2- Sözler, s. 77.

3- Tirmizî, Daavat: 86.

4- Şuâlar, s. 145.

5- A.g.e., s. 146.

6- Mesnevî-i Nuriye, s. 37.

7- A.g.e., s. 43.

05.07.2006


Evrâd-ı Kudsiye'den

98. Ey kullarını koruyan Hafîz, bizi muhafaza et! Ey kullarının dostu ve ey en büyük Hâkim, ey en yüce olan Alî ve ey her şeyden en üstün Âli, ey Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, Kendisinden başka kimsenin nasıl olduğunu bilemediği, ey bütün kemâl sıfatlarını taşıyan Allah! Ebedî hayat sahibi ve bütün canlılara hayat veren Hayy! Ey bütün varlıkları ayakta tutan Kayyûm! Varlığında hiçbir şüphe bulunmayan Hak! Ey birliği bütün kâinatta Kendisini gösteren Vâhid! Ey birliğinin delilleri herbir varlıkta açıkça görünen Ehad! Ey hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde bütün varlıkların Kendisine muhtaç olduğu Samed! Ey kullarına bol bol iyilik ve ihsanda bulunan Vehhâb! Ey darlıktan kurtaran! Ey her mahlûka münasip bir sûret açan ve fetihler müyesser eden Fettâh! Ey canlılara hayat veren Muhyî! Ey ölümü yaratan Mümit! Ey düşmanlarına gàlip gelen ve zâlimleri kahreden Kahhâr! Ey bütün ayıp ve tehlikelerden uzak olan ve kullarının gönlüne güven veren Selâm!

05.07.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Kur’ân talebelerinin özellikleri -1

Pısırık insanlar dine ve dünyaya yaramazlar. Onun için, Kur’ân hakikatlarından ders alan bu güzide talebeler, gözü pek, müteşebbis ve atılgandırlar. Tuttukları işi başarır ve yaşatırlar. Dâvâlarını en müşkil şartlar içinde yürütürler. Saf ve samimî însanlardır.

İmanî ve İslâmî hususlarda gayet sağlam ve metindirler. Onlar için hizmet sahası her zaman açıktır. Serbest zaman beklemeye tenezzül etmezler.

05.07.2006


İstidraç

İstidraç ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidraç sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki, “Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir.” (Kasas Sûresi, 28:78) okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefis ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidraç ile ehl-i kerâmet arasında tabaka-i ülâda fark yoktur. Tam mânâsıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidraçtan farkı pek zahirdir. Zira, zahire çıkan batınlarının nuraniyeti, mürailerin zulümatıyla iltibas olmaz.

Mesnevî-i Nuriye, s. 192

05.07.2006


İki büyük topluluk

* Hem ferman etmiş ki: "Müslümanlardan aynı dâvâya sahip iki büyük topluluk birbiriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz" diye, Sıffin'de Hazret-i Ali ile Muaviye'nin harbini haber vermiş.

* Hem ferman etmiş ki: "Bâği bir taife Ammâr'ı katledecek." Sonra, Sıffin harbinde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye'nin taraftarları bâği olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr ibnü'l-Âs dedi ki: "Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz."

Mektubat, s. 108

05.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004