Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

...Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık. Rabbinin emriyle ona hizmet eden cinler de vardı ki, içlerinden her kim Bizim emrimizden çıkacak olsa ona alevli ateş azâbını tattırırdık.

Sebe’ Sûresi: 12

10.07.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Yanında Allah'a isyan sayılan bir iş yapılıp bunu çirkin gören kişi orada bulunmayan gibidir. Kim de orada bulunmadığı halde hoşnutluk gösterirse orada bulunmuş gibidir.

Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3628

10.07.2006


İnsana benlik ve hürriyet niçin verilmiştir

Arkadaş! Tahte’l-arz yaptığım hayalî bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:

Birinci hakikat: Arkadaş! Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyasla hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.

Halbuki, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyarla hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki:

Gaflet suyuyla tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler.

Meselâ, bir adam Cenâb-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.

Mesnevî-i Nuriye, s. 58

Lügatçe:

tahte’l-arz: Yer altı.

Mâlik-i Hakikî: Her şeyin gerçek sahibi olan Allah.

taht-ı tasarruf: Tasarruf altında.

tevehhüm: Vehmetme, kuruntu.

vahid-i kıyasî: Ölçü birimi.

esbab-ı câmide: Cansız sebepler.

ulûhiyet: İlâhlık.

fehmetmek: Anlamak.

10.07.2006


Dine irtica damgası vurulamaz

dünden devam

Bu izahlardan anlaşılmaktadır ki, kişinin inanmış olduğu dininin bağlarından kopmuş olması, nefsinin ve kötü arzularının esareti altına girmesi onu anarşist yapar. O insan maddî ve manevî hiçbir şeyden korkmaz hale gelir. Özellikle de İslâm dininin zincirinden çıkanlar başka bir dine de giremez, dinsiz de olamaz. Olsa olsa anarşist olur. Nursî, Emirdağ Lâhikası isimli eserinde Risâle-i Nur’un esas amacının imanı kurtarmak ve Allah rızasını elde etmek olduğunu bildirdikten sonra, ikinci derecede dünyaya ait bir görevinin de, bu millet ve vatanı anarşistlik tehlikesinden kurtarmak olduğunu ifade eder ve şöyle der: “Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslüman, dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.”(Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat 1994, s. 301.) Terörün silâhla önlenmesi mümkün değildir. Onun beslendiği fikrî kaynaklarla, fikrî olarak mücadele etmek gerekir. Bizim ülkemizde teröristler, çoğunlukla Marksist ideolojilerden beslenmektedir. İslâm dininin adını kullanarak terör yapan, anarşiye bulaşan insanlarla da fikrî olarak mücadele edilebilir. Bu da ancak, laikliğin bir çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi dine karşı değil, dinî özgürlüklerin önünü açan bir sistem olarak anlaşılmasıyla ve tatbik edilmesiyle mümkündür. Ne yazık ki, ülkemizde laiklik dinsizlere ve ahlâksızlara alabildiğince özgürlük tanırken, dine ve dindarlara kısıtlama getiriyor ve sık sık irtica yaygaralarıyla asayişe yardımcı olmak isteyen samîmî dindar Müslümanlar rencide ediliyor. Bu da asayişi bozmak isteyen bazı karanlık güçlerin işine yarıyor. Dine irtica damgasını vuran insanların, anarşi ve terör hesabına çalıştıklarını bilmelidirler. Terörün ve anarşinin panzehiri İslâm dinidir. Çünkü İslâm dini barış ve kardeşlik dinidir. İslâm dini özgürlüğü Allah’a kul olmakla sınırlandırarak, insanları hayvanlardan farklı ve üstün bir konuma getirmektedir.

Bu yüzden Nursî, bu ülkede dindarlara cephe alan insanların, siyaseti dinsizliğe âlet etmek istediklerini veya komünistlik perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek, anarşistliği yerleştirmek istediklerini bildirir. Ona göre bir Müslüman, İslâmiyet dairesinden çıksa mürted ve anarşist olur. Sosyal hayata bir zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hukuk tanımaz, insaniyet seciyesini canavar hayvanlar seciyesine çevirir. Ahirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cüc’ün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’ân işaret ediyor. (Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 383)

Aynı konuyla ilgili olarak Nursî, bir İsevi’nin Müslüman olması durumunda, İsa Aleyhisselâm’ı daha fazla seveceğini, bir Musevi’nin Müslüman olması durumunda Musa Aleyhisselâm’ı daha fazla seveceğini açıkladıktan sonra, “Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhisselatü Vesselâmın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalata medar hiçbir halet kalmaz, vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur” der. (Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 457)

Ahlâkta anarşi

Bu ülkede 1950 öncesinde dinsizlik ve inançsızlık tohumlarının devlet eliyle ekilmesinden dolayı, hiçbir kural tanımayan, ahlâksız, namusları payimal etme arzusunda olan, insanların canına, malına, mülküne zarar veren anarşistler ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Nursî’ye göre, günümüzde sosyal hayatı idare eden en önemli bir esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmıştır. Bazı yerlerde gayet elim ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli sonuçlar veriyor. Risâle-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor. Ona göre Kur’ân seddinin sarsılmasıyla ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşistlik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor. (Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 111) Nursî, burada anarşinin ahlâkî boyutuna da dikkat çekiyor. İhtiyarları, acizleri, zayıfları incitmek, namusları payimal etmek ahlâktaki anarşinin en büyük tezahürlerindendir. Bunu ortadan kaldıracak olan da Kur’ân’ın düsturlarıdır. Avrupa insanlığın ortak malı olan teknolojide ileri gitmekle birlikte ahlâkta büyük bir anarşi, kargaşa yaşıyor. Avrupa ve Amerika’dan ülkemize gelen insanlar, ülkemizde kendilerini daha güvende hissediyorlar. Biz ise bu güveni laikliği dine özgürlük tanımak olarak anlayarak artıracağımız yerde, ortadan kaldırmak istiyoruz. Ülkede huzursuzluk çıkaran, ahlâkta anarşistlik yapan, teröristlik yapan insanların nereden beslendiklerini iyi araştırmak gerekir. Bir insanı haksız yere öldürmenin bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olduğunu söyleyen bir dine inanan ve onu yaşama gayreti içinde olan kişiler herhalde bu tür oyunların içine girmezler ve girmemişlerdir de. İslâmı terör yapmaya uygun zannederek onu kullananlar, İslâma en büyük zararı veren kimselerdir. İslâm hiçbir zaman anarşi ve terörü desteklemez.

—Devamı Yarın—

Dr. Abdullah HAKİMOĞLU

10.07.2006


Müzill

Allah (c.c.), Müzill’dir, Müzellil’dir. Yani, Cenâb-ı Hak kullarını zillete düşürür, alçaltır, hor kılar, hakîr eder. Bütün mahlûkatını emirlerine boyun eğdiren Cenâb-ı Allah, “Ol!” emri ile dilediğini zelîl kılar, dilediğinin makamını indirir, derecesini aşağı alır, izzetini alçaltır. Hiçbir şey Onun kudretine müdâhale edemez, Onun adâletine engel olamaz. En büyük cirimler, küreler ve yıldızlar Onun emri, kudreti ve takdiri önünde hiçlik derecesinde tezellüldedir.

Müzill ismi ve bu ismin tef’îl babından ism-i fâil şekli olan Müzellil ismi Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiştir. Bu isimleri Kur’ân’da fiil sîgasında buluruz.

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Eğer onları ondan (peygamberden) önce helâk etseydik, ‘Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de alçak, rezîl ve zelîl olmazdan evvel âyetlerine uysaydık olmaz mıydı?’ diyeceklerdi.” (Tâhâ Sûresi: 134)

“Onları (hayvanları) onların emrine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmına binerler, bir kısmını yerler.” (Yasin Sûresi: 72)

“De ki:’Mülkün Mâliki olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çekip alırsın. Dilediğini aziz kılarsın. Dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Hayır elindedir. Sen her şeye kadirsin’” (Âl-i İmran Sûresi: 26)

İzzet ve zilletin, fakr ve servetin doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın meşîetine ve irâdesine bağlı olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, varlıkların en dağınık tasarruflarına kadar her şeyin, Allah’ın dilemesi ve takdiri ile meydana geldiğini ve hiçbir şeye aslâ tesâdüf karışmadığını kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, kuvvetliden zayıfa karşı güzel ahlâk olan “tevâzu,” zayıftan kuvvetliye karşı olursa tezellül ve riyâ olur. Korku ve sevgisini doğrudan Allah’a yönlendiren insanın, korkusu lezzetli bir eğilme, sevgisi zilletsiz bir saadetten ibârettir. İnsanın, Rahîm-i Zülcemâlin yüksek huzurunda, hayranlık dolu bir sevgi, ebedî bir mahviyet ve izzetli bir alçalış içinde “Allahu Ekber,” diyerek secdeye gitmesi, bir nevi Mirâca çıkması kadar ehemmiyetlidir.

Bedîüzzaman’a göre, secde, kulun Allah’a karşı izzet içinde bir tezellülüdür. Mü’min, Allah’tan başkasına müracaat etmez, tezellül edip minnet çekmez. Ancak bir olan Kâinat Sultanına tezellül eder, yalnız Ona minnet duyar. Yüreğinde Allah korkusu ve muhabbeti duyanlar lezzetli bir tezellül ve zilletsiz bir saadet içindedirler. İnsan, mahlûkatın en âcizi ve en fakîri olmasına rağmen, hadsiz ihtiyaçlarını kolayca gördüğüne ve hadsiz düşmanlarını başından defettiğine baktığında, bu tecellî içinde Hâlık Teâlânın hadsiz kudret ve rahmetini hisseder; Allah’a karşı suâl, duâ, ilticâ, tezellül ve ubûdiyet vazifesi bulunduğunu kavrar.

Müslümanın vicdanında yer etmiş olan “şefkatle cihazlanmış îman kahramanlığı”nı yıkmanın mümkün olmadığını beyan eden Bediüzzaman “tezellül etmeme, haksızlara ve zâlimlere zillet göstermeme, zorbalara dalkavukluk etmeme, mazlûmları zelil kılmama ve bîçârelere tahakküm ve tekebbür etmeme” sıfatlarının Müslümanın kalbinde yerleştiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, îmanın özünde tahakküm ve istibdat olmadığı gibi, başkasını ezmek ve zillete düşürmek de bulunmamaktadır. Îmân, zâlimlere boyun eğmemeyi gerektirir. Çünkü, Allah’a hakikî kul olan, başkalarına kul olmaz, Allah’tan başka hiç kimseye boyun eğmez.

Bediüzzaman’a göre, izzet-i nefis, kuvvetlide kibir, zayıfta güzel ahlâktır. Tevâzu ise zayıfta tezellül, kuvvetlide güzel ahlâktır. Binâenaleyh zayıf izzetli olmalı, kuvvetli ise mütevazi olmalıdır.

Çünkü îman bağı ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adamın îmandan gelen izzet ve şecaati, başkasına tezellül ile tenezzül etmeyi ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeyi kaldırmadığı gibi; îmândan beslenen şefkati dahî, başkasının hürriyet ve hukûkuna tecâvüz etmeye müsaade etmez. Bir padişahın asil hizmetkârı, bir çobanın baskısına boyun eğmediği gibi, bir bîçâre üzerinde baskı kurmaya da tenezzül etmez.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

10.07.2006


Evrâd-ı Kudsiye'den

107. Kullarının işini üzerine alan ve herşeye şâhid olan Allah’dan başka hiçbir ilâh yoktur. Saltanatı sarsılmayan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah’dan başka hiçbir ilâh yoktur. Tek ve her şeye sahip olan Allah’dan başka hiçbir ilâh yoktur. Büyüklük, kerem ve yücelik sahibi olan Allah’dan başka hiçbir ilâh yoktur.

108. Her türlü tehlike ve korkuya karşı hazırlığımız “Lâilâhe illâllah”, her türlü bolluk ve bereket için “Elhamdülillah”, her türlü genişlik için “Eşşükrü lillâh”, her hayret verici şey için “Sübhânallah”, her türlü darlık için “Hasbiyallah”, her günah için “Estağfirullah”, her türlü üzüntü için “Mâşaallah”, her kaza ve kader için “Tevekkeltü alellah”, her musîbet için “innâ lillah”, her ibâdet ve günah için “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”, her zorluk ve ihtiyaç için “isteantübillah”dır.

10.07.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Kur’ân talebelerinin özellikleri - 6

Onlar, “Hizmet-i imaniye uğrunda can verirsem şehidim, böyle bir şehitliğin izzetiyle ölmeyi zilletle yaşamaya tercih ederim” diyen İslâm fedaileridir. Evet, Allah yolunda hayatlarını feda eden şehitlerin yüksek mertebelerini ve ebedî bir hayata mazhar olacağını Kur’an-ı Kerim bizlere müjdeliyor. Dinî cihadda ölenler, ölmezler. Onlar, Rabbı Rahimilerinin nezd-i manevîsinde ebedî bir hayata nailiyet içinde diridirler.

10.07.2006


Hazret-i Abbas’ın Müslüman olması

Hem, nakl-i sahih ile, gazve-i Bedir’de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: “Param yok.” Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: “Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın.” Hazret-i Abbas tasdik edip, “İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.” O vakit kemâl-i imanı kazanıp İslâm olmuş.

Mektubat, s. 110

10.07.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Zünnun el-Mısrî anlatıyor:

Bir mecliste yanımızda Horasanlı bir genç de vardı. Yedi gün geçtiği halde bu genç bir şey yemedi. Derken üstü başı perişan bir dilenci geldi ve bir şeyler istedi.

Bu genç:

“Kuldan değil, Allah’tan isteseydin. Allah sana yetecekti.” dedi. Sonra:

“Ne istiyorsun?” diye sordu.

Dilenci:

“Ayıp yerlerimi örtecek bir elbise ile açlığımı bastıracak bir yiyecek istiyorum.” dedi. Bunun üzerine genç mihraba geçti ve iki rekât namaz kıldı. Ardından gayptan bir yeni elbise ile bir tepsi hurma aldı ve dilenciye verdi.

Ben bu kerametini görünce hayret ettim ve sordum:

“Genç kardeşim. Allah yanında böyle hatırın olduğu halde neden yedi günden beri aç duruyorsun?” dedim.

Genç:

“Kalpler rıza nurlarıyla dolu iken, diller nasıl istemek için açılır?” dedi.

Ben: “Kaderden ve takdirden razı olanlar bir şey istemezler mi?” dedim.

Genç:

“İsterler. Lâkin ancak duâ ibadetini yapmak için, ‘İsteyin!’ emrine uymak için yahut başkalarına yardım etmek için isterler.” dedi.

Bu sırada ezan okundu. Genç bizimle beraber namaz kıldı. Ardından ibriğini alıp çıktı. Bir daha da dönmedi.

(Veliler ve Kerametleri, 4/377)

Süleyman KÖSMENE

10.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004