Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

.... Ey Dâvud hânedânı, şükür için çalışın. Kullarımdan şükredenler ise pek azdır.

Sebe’ Sûresi: 13

12.07.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki, Arefe Günü dilini, kulağını ve gözünü haramdan korursa, iki Arefe arasındaki küçük günahları bağışlanır.

Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3631

12.07.2006


Mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur

Nükte

Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.

Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza, kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle görür. Mü’min ise, seyyiatının cezasını görür.

Bunun için dünya, kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü’mine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten)-yoksa, dünyada dahi mü’min yüz derece ziyade mesuttur-denilmiştir.

Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete lâyık bir cevhere kalb eder. Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüble kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

Nokta

Arkadaş! Kalble ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyatla iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur.

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.

Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur.

İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur. Kur’ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiretle muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Ve keza, mümkinatın da iki veçhi vardır:

Birisi: Enaniyetle vücuttur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalb olur.

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-Vücuda bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücut istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın.

Mesnevî-i Nuriye, s. 60

Lügatçe:

uhuvvet: Kardeşlik.

ittisal: Bitişmek, yakınlık, bağlılık.

ittihad: Birleşme.

rabıta: Bağ.

burûdet: Soğukluk.

12.07.2006


Dindarlar asayişi bozucu olamaz

—Dünden devam—

“Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risâle-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilayetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış, kaydetmemiş. Ve üç vilayetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: ‘Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkiki ile, Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.’

“Bunun bir numunesi Denizli hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan Meyve Risâlesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nafi bir uzuv olmaya başladı. Hatta resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: ‘Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, ta onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslâh edeceğiz.’”(Nursî, Lem’alar, s. 260)

Bu örnekler de gösteriyor ki, sağlam bir iman dersi alan insanlar, cani de olsalar, merhametli bir insan haline dönüşüyor. O halde anarşi ve terörden kurtulmanın çaresi, insanları dinsizliğe, inançsızlığa ve ahlâksızlığa sevk etmek değil, imana, dini öğrenmeye sevk etmektir. İnsanların dinlerini öğrenmeleri ve yaşamaları ne kadar serbest olursa, bu ülkedeki asayiş ve huzur da o kadar güzel olacaktır. Hapishanelere doldurulan insanlara Risâle-i Nur eserlerinden beslenerek imanlarını kurtarmaya çalışan insanlar eğitimci olarak gönderilse, hapishaneler birer ıslah evine ve bir okula dönüşür. Vatanını ve bu ülkede yaşayan insanları seven onlar için gerçek bir iyilik yapmayan isteyen idarecilerimizin zaman içerisinde bunu düşünmeleri vatandaşlarımızın hayrına olur kanaatindeyim.

Diğer taraftan örgütlü anarşistlerin gençleri kolayca avlamalarına sebep olan zenginler ile fakirler arasındaki uçurumun kapatılması da ancak dinin hükümlerinin bilinmesi ve yaşanmasıyla mümkündür. Nursî, İşârâtü’l-İ’câz isimli tefsirinde şöyle diyor:

“Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hürmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sedâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.

“Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma (merhamet etmeye, sevmeye) sebep iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.

“Hülâsa, tabakalar arasında musalâhanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiye’den olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.” (Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, Darü’l-Mihrab, Germany, s. 46-47)

O halde anarşistlerin gençleri kandırmak için kullandıkları fakirler ve zenginler arasındaki ekonomik uçurumu kaldırmak ancak İslâmın zekât ve sadaka hükmünün yerine getirilmesiyle mümkündür. Bunun için de insanların dinin emirlerini yapmaları teşvik edilmelidir.

Sonuç

Anarşi ve terör, inancın ve dinin hükümlerinin insanların akıllarından ve vicdanlarından sökülmesiyle ortaya çıkar ve yayılır. Çünkü inançsızlık insanlardaki merhamet, şefkat, sevgi, güven duygularını yok eder. İnsanların ifrata varan duygularını ve kuvvelerini ancak İslâmın inanç, ibadet ve ahlâk hükümleriyle sınırlamak ve her türlü anarşiyi önlemek mümkündür. Sadece emniyet kuvvetlerinin silâhlı mücadelesiyle anarşi ve terörün önlenmesi mümkün değildir. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin işlediği bir dönemde, en az bir Almanya kadar dine ve dindarlara daha fazla özgürlük tanınmalı, dindar insanların toplumu huzurlu hale getirmesine fırsat verilmelidir. Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, dindarların asayişi bozucu değil, asayişi korumaya yardım edici bir rolü olduğu unutulmamalıdır.

(Köprü, Bahar-2006

sayısından alınmıştır)

—SON—

Dr. Abdullah HAKİMOĞLU

12.07.2006


Racâ

Allah (c.c.), Racâ’dır, Mürtecâ’dır. Yani Cenâb-ı Hak bütün canlıların, bütün hayvanâtın, bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde, her kederinde, her ıztırabında yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız Cenâb-ı Allah’tan ümit eder. Umutların tükendiği her noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Allah Kendisine ilticâ edenlere şefkatle ve merhametle yardım eder.

Her zaman ve her yerde, her darlıkta ve her olumsuzlukta mahlûkatının ve kullarının mutlak ümidi olan Cenâb-ı Hak, bütün kapıların kapandığı zamanlarda kullarına yeni kapılar açar, yeni çıkış yolları gösterir, ümitsizlere ümit olur. Mü’min, tüm kapılar yüzüne kapansa da, yalnız Allah’tan ummaya devam eder, Allah’tan umudunu hiçbir zaman kesmez.

Gerek Racâ ismi ve gerekse bu ismin iftiâl babından ism-i mef’ûlü olan Mürtecâ ismi, Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de vârit olmuştur. Bu isimler Kur’ân’da fiil halinde ve mânâ itibariyle gelmiştir.

İlgili âyetlerden örnekler sunalım:

“De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ancak bana ilâhınızın tek bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin. Rabbine kullukta hiç şirk koşmasın.’” (Kehf Sûresi: 110)

“Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? O halde Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i İmran Sûresi: 159, 160)

Acziyetini bilen bir kulun Allah’a tevekkül edeceğinden eşsiz bir tesellî bulacağını beyan eden Bedîüzzaman, Fâtihâ Sûresindeki “Nestaîn” kelimesinin tevekkül mânâsını ihtiva ettiğini, bu mukaddes kelimenin dertli kullara tesellî verdiğini ve Allah’ın recâ ve ümit kapısını açık tuttuğunu kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, celâlî ve cemâlî isimler vicdana tecellî edince ümit ve korku hâsıl olur. Allah’ın emrine muhatap olan insanlar, korku ve ümit ortasında bulunmalıdırlar. Takvâyı umarak Rabbine ibâdet etmesi gereken insan, ibâdetini hiçbir şekilde yeterli saymamalı, ibâdetine itimat etmemeli, dâimâ ibâdetinin artmasına çalışmalıdır. Recânın ve ümidin kaynağı hiç şüphesiz îmandır. Îman, dünya ve âhireti nimetlerle süslenmiş iki sofra olarak insanın önüne sürer. Îmân nimetini bize ihsan eden Rabbimiz, ümit bakımından bize elbette kâfidir.

Recânın ve umudun cemâlî bir tecellî olduğunu kaydeden Bediüzzaman Saîd Nursî, Cenâb-ı Hakkın, tesellî isteyen kullarının dâima refîki ve dostu olduğunu, recâ ve umut makamı mâhiyetinde, şefkatini kullarından aslâ esirgemediğini beyan eder.

Bedîüzzaman’a göre, mü’min için hiçbir zaman umutsuzluk ve yeis söz konusu olmaz. Ölüm bile onu ye’se atamazken, başka hangi sebeple ümitsizliğe düşmesi beklenebilir ki? Zira, ölüm yokluk ve umutsuzluk kapısı değildir. Mü’min için mekân değiştirmekten ibârettir. Kabir ise, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünyâ da bütün ihtişâmıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Dünya zindanından Cennet bahçelerine çıkmak, dünya hayatının rahatsız edici dağdağalarından rahat âlemine ve ruhların uçtuğu meydana geçmek ve mahlukâtın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir ve eşsiz bir saadettir. Cenâb-ı Hak ölüm esnasında bu can ve ten mülkünü bizden, bizim için muhafaza etmek üzere alacak, fakat sonra tekrar geri iâde edecek ve fiyat olarak da-inşaallah-Cenneti ihsan edecektir.

Bediüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak bizi yoktan var etmiş, göz, kulak ve her türlü âzâmızı hiçten açmış, yaratmış, cismimize bir dil ve bir kalp takmış, bedenimize ve cihâzâtımıza, türlü türlü nimetlerini tartmak ve tanımak için sayılamayacak kadar hassas ölçücükler yerleştirmiş ve aynı zamanda isimlerinin çeşit çeşit hazinelerini anlamak için dil, kalp ve fıtratımıza hadsiz duygular koymuştur. Rahmet, şefkat ve kudret sahibi Allah Teâlâ bütün maksatlarımız ve umutlarımız için bize yeterlidir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

12.07.2006


Evrâd-ı Kudsiye'den

111. Şifâ veren Allah’ın adıyla, O Allah’tır. Herşeye bedel kâfi olan Allah’ın adıyla, O Allah’tır. Âfiyet veren Allah’ın adıyla, O Allah’tır. Onun ismi beraberinde olduktan sonra ne yerde, ne gökte, hiçbir şeyin zarar vermediği Allah’ın adıyla, O herşeyi işiten ve bilendir.

112. Ey hayat veren Allah’ım! Dünya ve âhirette sıhhat ve âfiyetle bizi hoş ve temiz bir hayatla yaşat. Şüphesiz Senin herşeye gücün yeter.

113. En iyi koruyucu Allah’tır, merhametlilerin en merhametlisi Odur.

12.07.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Kur’ân talebelerinin özellikleri - 8

Kur’ân talebeleri tahkikî iman ilmiyle imanlarını taklitten kurtarırlar. Kuvvetli bir imana sahip olarak, ilmiyle âmil olmaya çalışırlar. “Amelin ruhu ihlâstır, ihlâsın ruhu niyettir” hakikatına bağlı olarak, ihlâs ve takvaı kazanmaya cehd ederler. İman ve İslâmiyetin en hakikî ve fedai hizmetkârlarıdırlar.

12.07.2006


Uhud dağından büyük olacak diş

Hem, nakl-i sahih ile, Ebû Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zatlar bulunduğu bir heyette Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: “Birinizin dişi, Cehennemde Uhud Dağından daha büyük olacaktır” diye, birinin irtidadıyla müthiş âkıbetini haber vermiş. Ebû Hüreyre dedi: “O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemâme Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted olarak katledildi.” İhbar-ı Nebevînin hakikati çıktı.

Hem, nakl-i sahih ile, Umeyr ve Safvan Müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukabil, Peygamberin (a.s.m.) katline karar verip, Umeyr ise Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet ederek Medine’ye gelmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Umeyr’i gördü, yanına çağırdı. dedi: “Safvan ile maceranız budur.” Elini Umeyr’in göğsüne koydu; Umeyr “Evet” dedi, Müslüman oldu. Mektubat, s.110

12.07.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Kanuni Sultan Süleyman devri müderrislerinden Yahya Efendi bir gün dostlarıyla bir yolculukta aç ve yorgun düştüler. Yahya Efendi talebelerinden birine:

“Şurada bir değirmen olacak. Oraya gidelim de taze yumurta alalım.” dedi.

Değirmene gittiler. Yahya Efendi değirmenciye:

“Efendi! Bize yumurta var mı?” dedi.

Değirmenci elini ovuşturarak:

“Ah efendim! Geleceğinizi bilseydim ayırmaz mıydım? Sizden önce yumurta alıcısı geldi. Hepsini alıp gitti.” dedi.

Yahya Efendi:

“Kimse kimsenin nasibini alamaz efendi! Sen ayırmadıysan, ayıran vardır. Git kümese bak hele. Bizim de rızkımız kalmıştır.” Dedi.

Değirmenci gitti, kümesi açtı ki, ne görsün, kümes yumurta doluydu.

Yahya Efendi:

“Bak Hasan Efendi! Allahü Teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış. Veren sen değilsin. Onu bilesin.” dedi.

Hasan Efendi yumurtaları çıkardı, sepete koyup Yahya Efendi’ye verdi.

Yahya Efendi de karşılığında bir avuç altın verdi.

(Evliyalar Ans. 12/173)

Süleyman KÖSMENE

12.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004