Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

De ki: Kıyâmet günü Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hükmedecektir. O hakkı ortaya çıkaran, her şeyi hakkıyla bilendir.

Sebe’ Sûresi: 26

14.07.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim hamama peştemalsız girerse, iki melek ona lânet eder..

Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3635

14.07.2006


Allah’ı seven, Allah’ın sevdiği her şeyi sever

Nokta

Gafletten neş’et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe’nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz.

Nükte

Arkadaş! Na’budü’deki Nun’un ifade ettiği cem’ ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-i kübrâ içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

Ve keza, Lâilâheillallah olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle, o halkanın sağ tarafı olan mâzi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de, o cemaat-ı uzmâ içinde bulunarak şu kubbe-i minâyı dolduran yüksek, İlâhî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâları dinlesin.

Nokta

Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.

Mesnevî-i Nuriye, s. 63

Lügatçe:

tenkis: Eksiltme

tezyid: Çoğaltma.

neş’et: Doğma.

mukarenet: İki şeyin daima birlikte vücuda gelmesi.

illiyet: Sebebi neticeye bağlayan bağ, sebebiyet, nedensellik.

kalb: Değiştirme.

Na’budü: Biz ibadet ederiz.

musallîn: Namaz kılanlar.

Bediüzzaman Said NURSİ

14.07.2006


Şeâir ihya edilmeli

—Dünden devam—

2. Şeâirin ihyası devletin görevidir.

Akıl ve hikmetin prensipleri, hükümetin kanunları, kuvvetin iyi yönde kullanılması uyum içerisinde olması gerekir. Şayet böyle olmaz da devletin kanunları akla, hikmete ve toplumun inanç ve örflerine aykırı olursa netice vermediği gibi, halk üzerinde tesiri de olmaz. Faydalı sonuçlar da doğurmaz. Şeâir de bunlardandır. Devlet halkı iyiye yönlendirmek ve onlardan faydalı sonuçlar almak istiyorsa şeâir-i İslâmiyeyi de ihya etmeye çalışmalıdır.15 O zaman kendini halka kabul ettirir ve halkın da itimadını sağlar. Toplumu da iyiye ve hayra yönlendirmiş olur.

Bundan dolayı Bediüzzaman 1922 Kasımında ısrarlı davetler üzerine geldiği TBMM’de mebuslara karşı hitabesinde “Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hasebiyle sizi severler”16 demiştir. Böylece TBMM’nin en önemli görevlerinden birinin “Şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmek ve bu şeâire hayatiyet kazandırmak” olduğunu vurgulamıştır.

Devletin kurumlarının da halkı her nevi zulüm ve sefahetten korumak, Ramazan’ın hürmetini korumak gibi şeâir-i İslâmiyeyi muhafaza etmekle mükelleftirler.17

3. Şeâir-i İslâmiye Vahiy Dili ile Şeâir Olur, Tercemeleri ve Mealleri Değil:

Şeâir-i İslâmiye olan vahiy ile bize bildirilen mukaddes kelimeler ile ortak bir dil olarak islâmı temsil eden birer şeâir olur. Aksi takdirde islâmı temsil etmez ve ortak bir dil olmaz. İslâmiyete ait bütün muhaverât-ı ehl-i İslâm, dini konuşmalar, sohbetler ve ifadeler o kutsal kelimelerin icmâlî ve özet mânâlarını ehl-i imânâ tekin etmektedir. Camilerdeki dini sohbetler, vaaz ve hutbeler, tüm dini kitap ve yazılar birer muallim hükmünde o mukaddes mânâları ehl-i imânâ ihtar etmektedirler. “Bismillah, Elhamdülillah, Sübhanallah, Allahü Ekber, Lâ ilâhe İllallah, selâmün Aleyküm” gibi mukaddes kelimelerin özet mânâlarını öğrenmek zor da değildir. Bu ifadeler ve kutsî kelimeler ortak bir dil olarak islâmı temsil etmekte ve bu şekli ile şeâir özelliğini taşımaktadır. Bunun için tercümeleri ve değiştirilmeleri şeâire en büyük ihanet ve islâma en büyük zarardır.18

“Kur’ânın sözleri ve peygamberimizin tesbihleri anlaşılsa daha iyi olmaz mı? Bunun için ibadette, selâm, ezan ve duâlarda aslı yerine tercümesi okunsa daha iyi olmaz mı?” şeklinde sorularla muhatap olmaktayız.

Bediüzzaman bu suale de şöyle cevap verir: “Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine âlem ve nam olmuşlar. Âlem ve isim ise değiştirilmez.19

Çünkü insanda sadece anlama aleti olan akıl ile tefekkür aleti olan hayal yoktur. Bunların dışında kalp, sır, zevk ve duygular ve bunların dışında hafâ ve ahfâ dediğimiz binlerce haletler vardır. Bunların tümünün hisselerini almaları ancak o kutsî kelimelerin asılları ve vahiy dili ile olur. Dolayısıyla akıl ve hayal için binlerce mânevî duyguyu ihmal ve feda etmek çok yanlıştır. O latife ve duygular taallüm ve tefehhüme, öğrenmeye ve anlamaya ihtiyaç duymazlar. Belki tahattura ve teveccühe, hatırlatmaya, yönelmeye ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve cilt hükmündeki lâfızlar onlara kâfî gelir ve mânâ vazifesini de görürler. Bilhassa o Arabî lafızların kelâmullah ve tekellüm-ü ilâhî olduklarını hatırlamak dâimî bir feyze medardır.20

İşte, şu hâlet gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbihâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakaikleri başka lisanla ifade etmek çok zararlıdır. Çünkü menba-ı daimî olan elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letâifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi olması ve huzur-u daimî bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tâbirâtı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.

—DEVAM EDECEK—

Dipnotlar:

15- Nursî, Sözler, Lemaat, 647

16- Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, (1998-İstanbul) s. 125

17- Emirdağ Lâhikası, 153

18- Nursî, Mektubat, 419–420

19- Nursî, Mektubat, 326–327

20- Nursî, Mektubat, 326

14.07.2006


Sâdık

Allah (c.c.), Sâdık’tır. Yani sözünde doğrudur, vaadinde sâdıktır, aslâ hulf etmez, hiçbir şekilde vaadinden dönmez, kelâmı haktır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Sâdık ismi, Kur’ân’da da yer almaktadır. Cenâb-ı Hak bir âyette, “Muhakkak ki doğruyu bildiren biziz”1 buyurur. Bir diğer âyette, “Muhakkak Allah, size verdiği sözde durdu,”2 buyurulurken, bir başka âyette, “Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”3 diye sorulmaktadır. Kur’ân, ehl-i Cennetin şöyle diyeceğini beyan etmektedir: “Onlar, ‘Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere vâris kılan Allah’a hamd olsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Meğer, salih amel işleyenlerin ecri ne güzelmiş!’ derler.”4

Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hakkın, bütün semâvî kitaplarla yaptığı vaatlerin ve tehditlerin doğru olmaması mümkün değildir. Ehl-i hidâyet için Cennetin, ehl-i dalâlet için de Cehennemin bulunduğunda aslâ şek ve şüphe yoktur. Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın konuyla ilgili sayısız vaatleri bulunduğunu, bu kadar vaatlerini yalancı çıkarmanın, rubûbiyet saltanatının kat’î gereklerini yalanlayıp yapmamak demek olduğunu; bunun ise küfür, isyan, tekzip ve yalanlamada ileri giderek, Cenâb-ı Allah’ın büyüklüğüne ve kibriyâsına dokunan, izzet-i Celâline dokunduran, Ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i Rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü Haşrin inkârında tasdik etmek ve peygamberlerini tekzip etmek demek olduğunu; Cenâb-ı Hakkın ise bu hilaftan ve yalancılıktan yüz binler derece mukaddes, hadsiz derece münezzeh ve âlî bulunduğunu belirtir. Cenâb-ı Hak Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm ve Sâdıku’l-Va’di’l-Emîndir.

Bedîüzzaman’a göre, Cenneti ve ebedî saadeti ehl-i îmâna vaat eden Cenâb-ı Hakkın, vaadinde sâdık olmadığını düşünmek aslâ kâbil değildir. Madem vaat etmiştir, elbet yapacaktır. Çünkü vaadinden hulf etmek ve sözünden dönmek Onun için mümkün değildir, vâki değildir, muhaldir. Zîrâ, vaadini îfâ etmemek, gayet çirkin bir noksanlıktır. Kâmil-i Mutlak ise, noksanlıktan münezzeh ve mukaddestir. Bir kimsenin vaat ettiği şeyi yapmaması için iki ihtimal vardır: Ya cehâleti veya âcizliği söz konusu olmalıdır. Halbuki Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Küll-i Şey hakkında cehâlet de, âcizlik de muhâldir, mümkün değildir. Öyleyse, Onun hulfu’l-vaat içinde olabileceğini, yani sözünden dönebileceğini, düşünmek dahi, muhaldir. Hem başta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olmak üzere bütün enbiyâ, evliyâ, asfiya ve ehl-i îman, mütemâdiyen o Rahîm-i Kerîmden vaat ettiği saadet-i ebediyeyi ricâ edip yalvarmakta, niyaz edip istemektedirler. Âlemlerin Mâliki olan Cenâb-ı Hak ise, Kendi kudretine pek kolay ve pek ehven, kullarına da fevkalâde mühim ve pek şiddetli ihtiyaç olan haşrin îcat edileceğini tekrar tekrar vaat buyurmuştur. Dahası hulfu’l-vaat, kudretin izzetine de, rubûbiyetin merhametine de zıttır. Zira yukarıda ifâde edildiği gibi, vaadin hilâfını yapmak, cehlin ve aczin alâmetidir. Kadîr-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak olan Zât-ı Zülcelâl ise bundan sonsuz derece münezzehtir.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, insanların haşri, gözümüz önündeki bitkilerin haşri kadar kolaydır. Bunu görenin, onu inkâr etmemesi lâzımdır. Cenâb-ı Allah’ın haşrin îcadına dâir vaadi ise, bütün enbiyânın tevâtürüyle ve yüce ruhlu insanların icmâıyla sabit olduğu gibi, Kurân-ı Kerîm’in lisanıyla da ısrarla te’yit edilmiştir. “Allah ki, Ondan başka İlâh yoktur. Hiç şüphe yok ki, Kıyâmet Günü sizi muhakkak toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”5 âyet-i kerîmesinin, bu te’yidi net bir şekilde dünyaya îlan ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, bu âyetin büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrin îcat edileceğini söz verdiğini; bütün mevcûdâtın sıdkına ve hak olduğuna şehâdet ettiği Mâlikü’l-Mülkün sözlerini insanoğlunun tasdik etmemesinin, vahim bir hezeyan ve dehşetli bir ahmaklıktan başka bir şey olmadığını kaydeder.

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- En’am Sûresi: 146

2- Âl-i İmran Sûresi: 152

3- Nisâ Sûresi: 87, 122

4- Zümer Sûresi: 74

5- Nisâ Sûresi: 87

14.07.2006


Evrâd-ı Kudsiye’den

117. Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden ihlâs ile îman etmiş olanları o uyku sarıverdi. Münâfık topluluk ise kendi canının kaygısına düşmüş, Allah hakkında câhiliyet kafasıyla bir takım zanlarda bulunuyorlar, Allah’ın, Resûlüne yardım etmeyeceğini sanıyorlardı. Onlar, “Emir ve idârede bizim de hissemiz olacak mı?” diyorlar. Sen, de ki: “Emir bütünüyle Allah’ındır; her türlü tedbir ve idâre Ona âittir.” Onlar sana açıkça söyleyemediklerini gönüllerinde gizliyorlar. Aralarında diyorlar ki: “Eğer emirde bizim de payımız olsaydı, buralara gelip öldürülmezdik.” Sen, de ki: “Siz harbe çıkmayıp da evlerinizde otursaydınız, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar yine evlerinden çıkacak ve düşüp kaldıkları yere varacaklardı. Allah gönüllerinizdekini imtihan etmek ve kalbinizdeki îman ve ihlâsı şüphe ve günahlardan temizlemek için size bir musîbet verdi. Allah gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilir.

14.07.2006


Kur’ân talebelerinin özellikleri-10

Hizb-i Kur’ân’ın muazzez efradı olmak şerefi ve nimetine erişen bu fedakâr insanlar, dinlerinde salâbet ve maharet sahibidirler. Din düşmanlarından korkmazlar. Onlara sinek kanadı kadar kıymet ve ehemmiyet vermezler. Yaydıkları dedikodu ve iftiralara kıymet vermezler. O yaygaralardan teessür duyup sarsılarak hizmetlerini bırakmazlar. Bu yüksek vasıflar o bahtiyar insanlara bir lütf-u Rabbânî ve fazl-ı İlâhîdir. Eltâf-ı sübhaniyeye (Allah’ın lütuflarına) mazhar olan bu halis talebeler, ömürleri boyunca iman ve İslâmiyeti vatanımızın en ücra köşelerine kadar aktar-ı dünyada (dünyanın her yerinde) neşretmeye çalışırlar.

14.07.2006


Basra ve Bağdat’tan haber vermesi

Hem, nakl-i sahih ile, o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bağdad’ın vücuda geleceklerini ve Bağdad’a dünya hazinelerinin gireceğini ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecek, Araplara Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki: “İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalacağı günler yakındır. Onlar sizin malınızı ve herşeyinizi gözünüz önünde yiyecekler ve ensenize tokat indirecekler.”

14.07.2006


Dikenli yollarda

Adiy ibn-i Misafir (ra) ibadetle letafet kazanmış, namazın kerameti adımlarına aksetmiş, zikrinin kerameti asaletine yansımış Allah dostlarından.

Yeğeni Ebü’l-Berekât’a komşu köyden gelin getirirlerken, halkın içinde Adiy ibn-i Misafir de vardı. Düğün alayının bir kısmı atlı ve binek, bir kısmı da yaya idi. Düğün alayı dağlardan, tepelerden geçti, düzlüklerde yol aldı.

Dikenli bir araziye gelindi. Dikenler boy boydu. Basılacak yer yoktu. Geçilecek de yer yoktu.

Nihayet atlı ve binek olanlar atlarını, bineklerini önden sürdüler. Arkadan yaya olanlar yürüdüler. Yaya olanlardan çarıkları sağlam olanlar dikenlerden korkmadan yürüdüler.

Muhammed ibn-i Reşa anlatıyor:

“O esnada atlılara baktım. Dikenleri devire devire gidiyorlardı. Yayalara baktım. Hepsi çarıklı idi. Şeyh Adiy ibn-i Misafir’e baktım. Yalın ayak gidiyordu. Çıplak ayaklarıyla dikenlere basıp basıp geçiyordu.

Başım döndü, gözüm karardı. İçimden:

“Nasıl olur?” dedim. “Koca şeyh yalın ayak gidiyor. Dikenler mübarek ayaklarını hırpalıyor. Kimsenin umurunda değil. Şeyhe yardım etmeli.”

Dayanamayıp ağladım. Hıçkırıklara boğuldum. Neden sonra kendime gelip şeyhe yardım edeyim demiştim ki, Cenâb-ı Allah basiretimi birden açtı.

Bir de baktım ki, Şeyh nurdan bir at üstünde havada gitmektedir. Ayakları dikenden zarar görmemektedir.

Gözyaşlarımı sildim. Allah’a şükrettim.

(Veliler ve Kerametleri, 3/459)

Süleyman KÖSMENE

14.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004