Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

De ki: Artık hak geldi; bundan sonra bâtıl ne birşeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.

Sebe’ Sûresi: 49

06.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki kuşluk namazını 12 rek’ât olarak kılarsa, Allah onun için Cennette altından bir köşk yapar.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3674

06.08.2006


Demek bir Mahkeme-i Kübrâ var!..

Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

İşârâtü’l-İ’câz, s. 60

***

Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur.

Sözler, s. 66

***

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.

Sözler, s. 67

Lügatçe:

alelekser: Çoğunlukla.

facir: Günahkâr

mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme, ahirette kurulacak haşir mahkemesi.

dâr-ı mücâzât: Ceza yeri.

kurûn-u sâlife: Geçen asırlar, önceki asırlar.

mütemerrid: İnatçı.

tevfîk-ı hareket: Uygun hareket.

saadet-i uzmâ: Büyük saadet.

Bediüzzaman Said NURSİ

06.08.2006


Manevî yangını söndürmek

Bilindiği gibi yanıcı madde, oksijen ve ısı (klasik yangın üçgeni) unsurlarının, kontrol dışında bir araya gelerek, kimyasal zincirleme tepkime ile birleşmesi sonucunda meydana gelen olayın gözle görülebilen kısmına alev (alevli yanma-aktif yanma) denir. Aktif yanma ile, kontrol dışına çıkan alevin, hayat ve çevreye verdiği zarara ise yangın denir.  

Gerek profesyonel, gerekse amatör itfaiyeciler için yangın söndürmede temel prensip, yangının klasik tanımı yapılırken belirtilen ve yanma şartı için geçerli olan üç unsurdan birinin (ısı, Oksijen veya yanan maddenin herhangi birisinin) ortadan kaldırılması ya da yanan madde ile havadaki Oksijen arasındaki kimyasal zincir reaksiyonunun kırılmasıdır. Bu ise 4 maddede gerçekleştirilir: 1- Soğutarak söndürme, 2- Havadaki oksijen ile irtibatı keserek söndürme (örtme, boğma v.s. ), 3- Yanıcı maddeyi ortadan kaldırarak söndürme ve 4-Kimyasal reaksiyonun kırılması ile söndürme.

Bir zamanlar bir yerde, bir yazarın1 bu mânâda bir yazısını okumuştum. Bu yazıdan ilham alarak aynı mânâyı pekiştirmek ve birkaç değişik söz söylemek için kalemi elime aldım. Yangınların, her sene ülkemizin akciğeri ormanları, nice evleri, endüstriyel tesisleri alevden bir hayalet gibi cayır cayır yok ettiğini, çaresiz, ürpererek bilir ve seyrederiz.

Aslında seyrettiğimiz bu maddî boyutlu yangınlar yanında, bir de kesinlikle seyirci kalamayacağımız bir milletin sosyal hayatı, aile hayatı, kültür değerleri, tarihi, millî hafızasını yakıp kül eden yangınlar var.

Bunların da bence en önemlisi, şeytan ve avanelerinin çıkardığı iman yangınlarıdır.

Asrımız ve bundan önceki asır, bu tür yangınlara sahne oldu. Nice deccalların ve ayrıca Selman Rüşdü, Nietzsche, Abdullah Cevdet, Karl Marks, Darwin, Freud, Teslime Nesrin v.s. gibi yazar, düşünce adamı ve felsefecilerin elinden çıkan bu yangınların sonucunda geride “harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller, emek mahrumu günler, fikri ferda bilmez akşamlar”2 kaldı.

Sadece bir misâl verirsek, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 1980 yılındaki bir açıklamasına göre Avrupa’da ruhî bunalım içinde 100 milyon insan var. Her sene meydana gelen intihar sayısı ise 100 bin ve bu sayılar gün geçtikçe artmakta.

Avrupa’da ortaya çıkan her kötü ve yıkıcı şey gibi bu inkâr akımı (iman yangını) da, memleketimizin âfâkını ve sosyal yapımızı sarmakta gecikmedi. Fen ve felsefeden gelen dehşetli bir materyalizm dalgası taklitteki imanları sarstı, çeşitli şüphe ve vesveseler birer kemirici unsur olarak imanlara musallat edildi, din ve dindarlık alay konusu yapıldı ve halen de yapılıyor.

İşte bu iman yangınını 90-100 sene önce tâ asrın başında teşhis eden Asrın Müceddidi Bediüzzaman “Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne yayılıyor”; “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum...” diyerek adeta manevî bir itfaiye teşkilâtı kurmuş ve etrafında gönüllü itfaiyeciler toplamıştı.

Onun açtığı yolda, bu günlere kadar, Hulusiler, Hüsrevler, Hafız Aliler, Ceylanlar, Bayramlar, Sungurlar ve nice namsız, nişansız kahramanlar geldi, geçti ve yenileri devam ediyor.

Yine, “Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” sözü onun bu iman yangınını söndürme dâvâsının ölçü taşlarından biri idi. Ondan dolayı da zindanlar, mahkemeler, kendisi için hazırlanan idam sehpaları, memleket memleket sürgüne gönderilmeler, defalarca zehirlenmeler, bu büyük adamı, bu maneviyat adamını zerre kadar yolundan döndürememişti.

Devir döndü dolaştı ve bu dağlardan ağır yük bizim cılız omuzlarımıza yüklendi. “Bu yangını gözü pek ve kalbi iman dolu itfaiyeciler söndürecektir. Tulumbasını alıp imdada koşacak bu talihlileri hem yer, hem de semalar beklemektedir” diyor bir itfaiyeci eri. Şimdi, bu itfaiye teşkilâtında bizzat görev alacak itfaiyecilerin özelliklerine bakalım:

İtfaiyeci, kendi canı pahasına yangında bulunan insanları ve mallarını kurtarmaya çalışır. Yani, itfaiyeci, ıztırab insanıdır ve olmalıdır da. Bu, meslekte, altın bir özelliktir. Olmazsa olmazıdır bu işin. Kişi, küfür yangını karşısında imanından gelen ürperti oranında ona karşı çıkabilir. Tüm toplumun alevler içinde kalışı karşısında vicdanında bir gerilim, bir ürperti duymayan veya mes’uliyet hissetmeyen biri, yangını söndürme namına hiçbir şey yapamaz. Evlâdı veya bir yakını dinsiz olmuş bir insan, bu mesele karşısında müteessir değilse, insanî özelliklerini kaybetmiş demektir. İtfaiye erlerinin onbaşılarından merhum Zübeyir Gündüzalp’in Afyon mahkemesinde yankılanan şu haykırışı ne kadar vecizdir: “Eğer ıztırap karşısında kalpten bir parça kopmuş olsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerreleri adedince paramparça olması lâzım gelirdi.” Evet itfaiyeci bu ıztırabı duyabildiği ölçüde hizmet edebilir, yani söndürme işleminde bulunabilir.

İtfaiyeci önce kendi yangınını söndürmelidir. Kişinin paçaları tutuşmuşsa (imanında şüpheleri varsa), başkalarının yangınına koşmasını kim ciddiye alır ki? Bunun için, işe önce kendisinden, yani kendi nefsinden başlamalıdır. Üstad Bediüzzaman da, her zaman kendi nefsine hitap etmiştir zaten. İtfaiyeci, hedefine kilitlenmelidir. Öncelik yangını söndürmek, daha sonra ise yangından etkilenen diğer kişileri kurtarmaktır.

İtfaiyeci, ekip şuuruna, beraber çalışma düşüncesine sahip olmalıdır. İtfaiyeci, arkadaşları ile birlikte hareket etmeli, gerektiğinde istişare edip, neticesinde de sonuç ne olursa olsun pişman olmamalıdır. Yangın karşısında kendisine hangi görev düşüyorsa, onunla meşgul olup, vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalıdır.

Amaca uygun teçhizatla donanmış olmalıdır. Yani, Kur’ân tezgâhından çıkmış takva elbisesi, Kur’ân havuzundan doldurulmuş nur kovaları ile yangına müdahele etmelidir ki, ne kendisi yansın, ne de başkasının yanmasına müsaade etsin. Bunlar, elbetteki, başta Risâleler olmak üzere, günlük gazete, dergiler, web siteleri, toplantılar, sempozyumlar ve en etkilisi de birebir ilişkiler sonucu (yangınları yakından hissedebilmek ve görmek için) tesis edilen dostluklar neticesinde olabilir.

İtfaiyeci, hoşgörülü olmalıdır. Yangını söndürmeye koşarken birileri ayağımıza basabilir, biri bize çarpabilir, düşebiliriz. “..bu müthiş yangın karşısında bu küçük hadiseler bir kıymet ifade eder mi?” diyemeyen ve birilerine takılıp kalan kimse de itfaiyeci vasfını kazanamaz. Birbirine kırılan, darılanlar Kur’ân talebesi/itfaiyeci olamaz.

Tekel (hep ben, bizim grup, bizimkiler...) düşüncesinden uzak olunmalıdır. Bazen, nasıl ki, bir yangına bir beldenin itfaiye teşkilâtı yetmediğinde çevredeki diğer itfaiye teşkilâtlarından da yardım istenir. Elbirliğiyle yangına müdahale edilir. İtfaiyeci, bu asrın büyük imansızlık yangınını söndürmeye, bir teşkilâtın yetmediğinin bilincinde olmalı. Diğer teşkilâtları da bilmeli, sevmeli ve gerektiğinde, kendi görevinden taviz vermeden elbirliği ile müdahalede bulunmalıdır.

Evet, şimdi var mısınız bu gönüllü itfaiye teşkilâtına katılmaya.

Dipnotlar:

1- Asrın mânâ itfaiyecileri, S.Okur

2- M. Akif Ersoy

M. Fahri UTKAN

06.08.2006


Hafîz

Allah (c.c.), Hafîz’dir. Yani kullarının iyi-kötü bütün yaptıklarını eksiksiz kaydeder, hıfz eder, hiçbir amelini ihmâl etmez. Cenâb-ı Hak kullarının niyetlerini ve kalplerinden geçenleri bilir. Kendisine hiçbir şey gizli kalmaz. Kullarını tehlikelerden, kötülüklerden ve şerlerden korur. Mahlûkâtı âfetlerden muhâfaza eder. Bütün kâinat üzerinde hıfz, ilim ve murâkabe sahibidir.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Hafîz ismi, Kur’ân’da da vârit olmuştur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Oysa İblisin onlar üzerinde bir nüfûzu yoktu; ama Biz, âhirete inanan kimselerle ondan şüphede olanları, işte böylece ortaya koyarız. Rabbin her şey üzerinde Hafîz’dir (her şeyi gözetip koruyan).” (Sebe’ Sûresi: 21) Bir diğer âyette ise Cenâb-ı Hafîz-i Mutlak, “Allah’ı bırakıp da dostlar edinenlerin işlediklerini Allah gözetlemektedir. (O, Hafîz’dir.) Sen onlara vekîl değilsin” (Şûrâ Sûresi: 6) buyurmaktadır.

Şu kâinat kitabının her sayfasının Hafîz isminin büyük ölçüde cilvelerini gösterdiğini kaydeden Bedîüzzaman, bunu bir temsil ile şöyle anlatır:

Her türlü ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir avuç almalı, iyice karıştırmalı ve bu karmakarışık tohumları karanlıkta, karanlık, basit ve hayatsız toprağın içine defnetmeli. Sonra ölçüsüz ve eşyayı bilmeyen, nereye yüzünü çevirseniz oraya giden basit su ile sulamalı. Daha sonra yıllık haşir meydanı olan bahar mevsiminde gelip bakmalı. Baharda şimşek meleğinin—İsrâfil’in (a.s.)—sur üfleyişi gibi bağırarak yağmuru haber verdiği zaman gelmeli ve yer altına defnedilmiş olan tohumların ve çekirdeklerin uyanışına dikkat etmeli. İşte, o takdirde, o karışık ve bir birine benzeyen tohumların Hafîz isminin tecellîsi altında hatasız olarak ve tam bir uyum içinde, Fâtır-ı Hakîmden gelen emirlere uygun hareket ettikleri izlenecek; hareketlerinde tam bir şuurun, basîretin, kastın, irâdenin, ilmin, mükemmelliğin, bilincin ve hikmetin parladığı görülecektir. O tohumcuklar toprak üstünde öyle açılıp yayılacaklar ki, o tek avuç, muhtelif ağaçlarla ve çeşit çeşit çiçeklerle süslü, içinde hiçbir kusurun ve yanlışlığın olmadığı bir bahçeye dönecektir. Her bir tohum Hafîz isminin cilvesiyle ve ihsânıyla aslının irsiyetini ve mîrâsını noksansız olarak, karıştırmadan gösterecektir.

Bedîüzzaman’a göre, böyle ehemmiyetsiz ve fânî tavırlarda böyle hârika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz’in, kıyâmet ve haşirde hafîziyetin en büyük tecellîsini göstereceğinden şüphe edilmemelidir. “Ayâ bu insan zanneder mi ki başı boş kalacak?” diye soran Saîd Nursî, sorusunu kendisi cevaplar: “Hâşâ! Belki, insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekâvet-i dâimeye namzettir. Küçük büyük, az çok her amelinden muhâsebe görecek; ya taltif veya tokat yiyecek.”

Haşrin ispatına tahsis ettiği Onuncu Sözde Hafîz ismine bir bab ayıran Bediüzzaman Saîd Nursî, büyük emânet sahibi olan insanoğlunun umûmî rubûbiyete temas eden amelleri ve fiillerinin muhafaza edilmemesinin mümkün olmadığını ısrarla beyan eder ve insanın toprağa girip saklanmayacağını, mahşerde büyük bir mahkemeye çıkarıldıktan sonra, hak etmiş olarak büyük bir saadete götürüleceğini haber verir.

Bediüzzaman’a göre, insanın hâfıza kuvveti de Hafîziyetin bir cilvesini taşımaktadır. Herkesin amellerinin yazılması, kaydedilmesi, hıfzedilmesi, fotoğraflarının alınması, tesbit edilmesi ve bütün bunların birer kopyasının hâfızada bırakılması büyük bir mükâfât ve cezânın hazırlanmakta olduğunun habercisidir. Şu halde, uhrevî ve bâkî mükâfâtları almaya esas olmak üzere hıfz edilen beşerin amelleri sayısınca dünya dolusu bir “Elhamdülillâh” diyerek Cenâb-ı Hakka hamd edilmelidir. Çünkü nîmetin devamı, nimetin kendi varlığından daha kıymetlidir. Lezzetin devamlı oluşu lezzetten daha lezîzdir. Cennetin sürekliliği de Cennetin üstündedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakkın Hafîziyeti tüm bu nîmetleri kapsamaktadır.

“Böcekler, haşereler ve balıklar gibi küçük yaratıkların yumurtalarını ve bitkilerin tohumlarını pek büyük bir rahmet, lütuf ve hikmetle hıfzeden Sânî-i Hakîm’in Hafîziyetine, âhirette meyve verecek ağaçlara çekirdek olan insanlığın amellerini hıfzetmemek ve ihmal etmek lâyık mıdır?” diye soran Bedîüzzaman; bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzedenin, devirden devire himâye edenin, çözülüp dağılmaktan koruyanın ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olan esasları eksiksiz bir dikkatle muhafaza edenin; elbette ve elbette, yeryüzünün halîfesi unvânını alan beşerin amellerini ihmal etmeyeceğini ve hıfzedeceğini belirtir. Bediüzzaman’a göre, her hayat sahibinde bulunan hayatı koruma hissi Hayy, Hafîz ve Bâkî isimlerinin tecellîsiyle vücudun ebedî bir hayata hazırlanmakta olduğunun habercisidir.

Netice olarak Hakîm, Kerîm, Rahîm ve Âdil isimleri gibi Hafîz ismi de âhireti ve haşri kesin olarak gerektirmektedir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

06.08.2006


Delâili'n-Nur

10. Allah’ım! Kalblerin tabibi ve ilâcı, bedenlerin âfiyet ve şifâsı, gözlerin nuru ve ışığı olan Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.

06.08.2006


Risâle-i Nur, İslâmın elmas kılıcıdır

Risâle-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve elmas bir kılıcıdır. Bu hakikatlere bir delil ise, Bediüzzaman’ın zâlim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkâr ederek, hakikati pervâsızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil hakàik-ı Kur’âniye ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istibdâdın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikate, cansiperâne hizmet etmesídir.

06.08.2006


Bereketlenen hurma

Başta Tirmizî ve İmam-ı Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebû Hüreyre’den nakl-i sahihle beraber haber veriyorlar ki: Ebû Hüreyre demiş ki: Bir gazvede (başka bir rivayette, gazve-i Tebük’te), ordu aç kaldı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: “Birşey var mı?” diye emretti. Ben dedim: “Heybede bir parça hurma var.” (Bir rivayette, on beş tane imiş.) Dedi: “Getir.” Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle duâ buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı, umumen yediler. Sonra ferman etti: “Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut muhafaza et ve boşaltma.” Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti. Sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatında, Ebû Bekir ve Ömer ve Osman hayatında o hurmalardan yedim. (Başka bir tarikte rivayet edilmiş ki: O hurmalardan kaç yük, fîsebilillâh sarf ettim. Sonra Hazret-i Osman’ın katlinde o hurma, kabıyla nehb ve garat edildi, gitti.)

İşte, hoca-i kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın kudsî medresesi ve tekkesi olan suffenin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hafızanın ziyadesi için duâ-yı Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebû Hüreyre, gazve-i Tebük gibi bir mecma-ı nâsta vukuunu haber verdiği şu mucize-i bereket, mânen bir ordu sözü kadar kat’î ve kuvvetli olmak gerektir.

Mektubat, s. 118

06.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004